“Abi su vereyim mi, soğuk su bir lira.” Hava otuz beş dereceydi. Nemden nefes almak imkansızdı. Meydanda su satan beyaz tenli çocuk piliç gibi kızarmıştı. Sabahtan beri hepi topu beş paket su satmıştı. Her pakette on iki adet su vardı. Cebindeki altmış liranın yirmi lirasını da sucuya verecekti. “Su vereyim mi abi, buz gibi su.”
Devamını OkuyunDoğan güneşin güzelleştirdiği bahçede sabah kahvaltıları yapılır, fıskiyenin sesiyle serçelerin sesi birbirine karışırdı. Kırmızı Kanat koltuğunda oturuyorsa, hatip kesilirdi. İki dudağının arasında bugün ve dün öylesine birbirinin içine girerdi ki zaman bir tekerlek gibi dönerdi. Özellikle gençler, geçmişi, bugünü ve yarını birbirine karıştırırlardı. Hangi zamandan söz edildiğini anlayamazlardı. Hele de söz kuşlara gelmişse, ortalık neşeye boğulurdu. Vakitsiz gelen her kuş, mucize sayılırdı.
Devamını OkuyunBinalar çöker, duvarlar çatlar, kolonlar yerle bir olur, beton tüm soğukluğuyla yapışır toprağa, un ufak olurcasına. Enkaz kaplar toprağın üstünü. Yarım kalmış binalar da yarımdır işte. Bütününden birşey kalmamış, eksik gedik, ayakta zor dururcasına. Hani “üflesen düşecek” derler ya.
Devamını OkuyunBazen bir şeyler olur, birbirimizin gözlerine bakarken kapıldığımız coşku, birdenbire yok olur. O bana, ben ona kıyasıya saldırmaya başlarız. Bunun için bir söze, bir davranışa, bir susuşa gerek yoktur. Akşam üzeri ortaya çıkan mızıkçı rüzgarın esintisi, yeter de artar bile. Bir kağıt parçası gibi yavaş yavaş yırtılmaya başlarız. Her yırtık, anılara doğru yol alır. Yolu, deşe deşe yürürüz. Sonunda ben susmayı yeğlerim. Susuşumu dinlediği sırada, ayak tabanını gösterir. Çıplak yürüdüğünde derisi sertleşen ayak tabanını...
Devamını OkuyunAyağını terliklerine yarım yamalak geçirmiş. Ne başında örtüsü var ne de sırtında pardösü. Saçları kiremit renginde, bir belaya hazır gibi omuzlarına dökük. Hani ya kimse tutmasa, hani ya kimse yolmasa usulca ensesinden dağılacak. Sağ kolunun bileğini sıkı sıkıya sarmış. Kolu emanet sanki yanında. Birazdan birine verecek. Al bak, eti didildi sadece, az biraz da büküldü, işine yarar mı, al bak.
Devamını OkuyunOldum olası severdim yolculukları, gözlerimin önünde uzayı veren asfaltın bilinmez kıyısını. Yerleşmiştim koltuğuma. Ayaklarımı kenetlemiş, kollarımı kavuşturmuş, göz kapaklarıma hınzırca bir tebessüm fırlatmıştım kapanmaları adına. Bedenimin bu söz dinler hallerini seviyordum. Peki ya söz dinlemeyen ruhum!
Devamını OkuyunKarganın biri dadandı balkonuma. Çirkince, karganın güzeli olur mu? Olmaz tabii. Bed sesli, koca gagalı, hin. Kendinden başkası umuru değil, hep bana, reb bana. Karganın en sevimlisi çocukluğumda okuduğum Samed Behrengi'nin Yıldız ve Karga'sındaki 'Karga oğlan'dı. Masum, çaresiz ve güçsüz. Uçmayı öğrenemeden, arkasında iki tüy bırakarak ölüp giden. Karga oğlanın masumiyeti de onunla ölüp gitmiş olmalı ki günümüz kargaları masumiyetten bihaber, bencil, kurnaz kolaycı. Zamane oluvermişler...
Devamını OkuyunGecenin zifiri karanlığı, ortalığı ölüm uykusu sessizliğine çeviriyordu. Soğuk hiç olmadığı kadar sert, yeryüzü hiç olmadığı kadar hareketli, insanlar hiç olmadığı kadar çaresizdi.
Devamını OkuyunGaz lambası söndüğünde o düşler benim zihnimde daha aydınlık daha cazip hale gelirdi. Ben o küçük ama kalabalık odalarda tavana yansıyan soba ateşi ile dünyama umut serptim hep. Ayaklarımı sürükleyerek gittiğim köyümüzün okulundan bir an önce mezun olacaktım. Okumak istediğim bütün kitaplar elimin altında olacaktı. Kendime ait bir oda, bir yatak, kitaplık, kıyafetler, çalışma masası...
Devamını OkuyunBuzlar Kraliçesi, içine dönük gri gözleri, sarı saçları ile içeri girdi. Sabah diyemeyeceğim, öğlen hiç değil! Sanki gece ayazı gibi bakıyordu. Gece ayazı...
Devamını Okuyun“Çok yorulmuşa benziyorsun.” “Evet, yoruldum doğrusu.” “Kolay değil, haklısın. Yapacak çok işin var tabii.” “Bunları dert etmene gerek yok.” “Beni kurtaran sen miydin?” “Kurtulmaktan kastının ne olduğuna bağlı. Bir nevi kurtarıcıların arasındaydım.”
Devamını Okuyun