Dudaklarımızdaki Zincir/Emine AYDOĞDU

Bazen bir şeyler olur, birbirimizin gözlerine bakarken kapıldığımız coşku, birdenbire yok olur. O bana, ben ona kıyasıya saldırmaya başlarız. Bunun için bir söze, bir davranışa, bir susuşa gerek yoktur. Akşam üzeri ortaya çıkan mızıkçı rüzgarın esintisi, yeter de artar bile. Bir kağıt parçası gibi yavaş yavaş yırtılmaya başlarız. Her yırtık, anılara doğru yol alır. Yolu, deşe deşe yürürüz. Sonunda ben susmayı yeğlerim. Susuşumu dinlediği sırada, ayak tabanını gösterir. Çıplak yürüdüğünde derisi sertleşen ayak tabanını... Ayakkabıyla yürüdüğünde yumuşayan ayak tabanını... Bunu hep yapar. Koşullara göre tabanının nasıl değişiklik gösterdiğini anlatır.

-Ruhumuz da öyle, biz de öyleyiz. İşte şu rüzgar, şu ağaç da öyle, şu taş da öyle hatta kuşun salınışı, havalanırken ilk kanat çırpışı bile öyle.

-Hayata ne kadar benziyoruz!..

Bana gülümsediğinde ilk yazdı, deli gibi tutulmuştum; ama ne tutulma. Dere, tepe, dağ, bayır demeden varlığına doğru akmaya başladım. Ben, sel gibi akarken o, suskun ve kayalarla örülü yüreğimdeki taşları kırmaya başlamıştı bile.

Güneş, henüz doğmamıştı ama karanlık gökyüzünü maviye boyuyordu. Her şeyin başlangıcı karanlığın gizemi, bizi de içine çekmişti. Biralarımızı içmeye devam ediyorduk. İyi dinlenmiş birayı içmenin hazzını yaşıyorduk. Ondan öğrenmiştim. En ufak bir yer değiştirmeden sonra bile biranın dinlenmesi gerektiğini. Eğrelti otlarının tabağına su koymayı, böylece bitkinin almak istediği kadar suyu alacağını da.

Başını göğsüme yasladı. Öyle mutluydu ki sanki ona gökyüzünü teslim ediyordum. Sevincinin yankısı, başka bir sokaktan duyuldu. Usulca avucunun içine koymuştum. Kokladı. Taze yosun kokuyordu. Denizden gelen son dalgadan kopan yosunun kokusuydu.

İkimiz de  gök kubbeden fışkıran maviliği izliyorduk.

-Gökyüzü, kendi kendisinin göğü olanlara, umutlu şeyler sunar.

Ne çok şey biliyordu. Sözlerinden damla damla umut akıyordu. Benden umutlu, kendinden umutlu, herkesten umutlu, her şeyden umutluydu.

Onunla beraber olduğum süre boyunca kendime, aşktan doğduğumuzu söylemiştim. Yanıldığımı şimdi anlıyorum. Biz umuttan doğmuşuz. Kendimle birlikte her yere götürdüğüm o buz gibi gecelerime umut doğuyordu. Yalnızlıktan kuruyan ruhum, çiçek açmaya başlamıştı. Onun bu dünyada dokunduğu, hissettiği, baktığı ne varsa hepsine tutkuyla bağlandığımı hissediyordum. Bizi saran ve kopmaz bir bağla birbirimize bağlayan umut, gök gürültüsü gibi parlıyordu.

Güneşin yükselmesiyle mor bulutun düşen gölgesi, ayaklarımızı boyadı. Zamanın sunduğu eşsiz özgürlüğün kanatları üstünde, olanaksızın peşinden uçmaya karar verdik. Gökyüzünü her defasında başka türlü görebilirdik. Günün her saatinde ruhumuzu kıskıvrak ele geçiren ve bize eşlik eden umudun bizi nereye götüreceğini öğrenmek için ellerimizi birleştirmemiz yeterliydi. Onun tutkusu ve cesareti bana da bulaşmıştı. Özgür olma hayaline tutunmaktan daha güzel ne olabilirdi?..

Yalnızlığının görkemine hayran olmuştum; yalnızlık, insanın kendi seçiminin en önemli özelliğiydi.

Yaşamın, şimdiyle sonra arasındaki uzun bir gün olduğunu ondan öğrenmiştim. Ben onun avucuna bir deniz kabuğu koyarken o, ölümümden sonra da yüreğimde yaşayacak bir duyguyla tanıştırmıştı beni.

Duman mavisi gökyüzü, koca bir metaforla yarına doğru yol alırken umudun dudaklarımızdaki zinciri çözeceğini ikimiz de bilerek gülüyorduk.