Kurtarıcıyla Muhabbet/Gülnar KANDEYER

“Çok yorulmuşa benziyorsun.”

“Evet, yoruldum doğrusu.”

“Kolay değil, haklısın. Yapacak çok işin var tabii.”

“Bunları dert etmene gerek yok.”

“Beni kurtaran sen miydin?”

“Kurtulmaktan kastının ne olduğuna bağlı. Bir nevi kurtarıcıların arasındaydım.”

“Merak ettim de ondan soruyorum. Asıl mesleğin nedir?”

“Anlayacağından şüpheliyim.”

“Ben mi anlamayacağım? Yaşlı olduğumu düşünüyorsun sanırım. Benim oğlan da senin gibi düşünüyor. Halbuki ne varsa biz yaşlılarda var. Tecrübe, bilgi, yaşanmışlık. Sen anlat hele anlayıp anlamadığıma sonra karar verirsin.”

“Tecrübe mi? O kadar tecrüben vardı da babalık, nasıl göçük altında kaldın?”

Bunun tecrübeyle ilgisi yok ki. Ben mühendis olsaydım ya da müteahhit…”

Kurtulan adam, derin derin iç çekti.

“Boyları devrilsin onların.”

“Öyle beddua etme, hiç yakıştıramadım sana. Yaşına hürmeten hani… Cık cık cık. Mütaahatin, mühendisin ne suçu var? Asıl suçlu izin verenlerde.”

“ Allah onları bildiği gibi yapsın.”

“Yahu her musibette Allah’ı işe karıştırmayı adet edinmişsiniz. Tecrübe etmediniz mi önceden bu yaşananları? Kaç kez uyarı gelecek size Hüda’dan? Sıkıştığınız yerde yapıştırın bedduayı.”

“Sen kimden yanasın Allasen?”

“Kimseden yana değilim ancak yanındayım değil mi? Demek istediğim yaşanmışlıklar varken hâlâ suçluyu dışarda arama be mübarek. İzin verenler de sizin içinizden değil mi? Beddua etme, gelir seni bulur.”

“Bulmadı mı zaten. Kaç gündür yardım çığlığı attım da sesimi duyuramadım.”

“Ben duydum.”

"Niye hemen gelmedin o halde?”

“İzin çıkmadı.”

“O izin vermeyenlerin de… Tövbe tövbe.”

“Bak, yine başladın. Deme öyle.”

“İlk sen mi geldin sesimi duyup?”

“Hayır, izin çıkanlara gittim önce. Senin için gelecek iş makinalarını beklediler.”

“Ahh! Açlık neyse de susuzluktan dilim damağım kurudu.”

“Deprem çantanı neden hazırlamadın babalık? İçine su, kuru gıda, bir canavar düdüğü koyacaktın. Biliyordun deprem bölgesinde olduğunu.”

“Hay o deprem çantasının da… Hazırlamaz olur muyuz? O gece çok horlamışım. Eşim rahatsız olmuş, beni uyandırdı. Yan odaya geçtim uyumak için. Tam içim geçtiğinde oldu olanlar. Sahi, eşimden haberin var mı?”

“Bana mı soruyorsun eşini?”

“Kusura bakma, özür dilerim. Kaç yıllık hayat arkadaşım merak ettim yalnızca. Hani dolaşıyorsun ya yıkıntılarda o sebeple…”

Kapüşonunu başından sıyıran kurtarıcı, yattığı yerden doğrularak elini gözüne siper eder. Sırtüstü yatan kurtulana bakar sonra.

“Ambulansa sedyeyle taşınan senin eşin sanırım.”

“Gerçekten mi? Nasıl bu kadar eminsin? Kalkıp ben de bakayım.”

"Yo yo, o kadar uzun boylu değil babacığım.”

“Valla çok tuhafsın. Nedenmiş o? Bizim Fuat’ı geçtin ha.”

“Fuat mı?”

“Yan komşum var. Sen tanımazsın. Tanısan eminim çok seversin. Kahvede tavla atarız.”

“Kumar mı oynuyorsunuz kahvede?”

“Yok canım, çayına kahvesine. Parayla oynamayız.”

“Parayla oynamadığınız belli. Başkaları oynuyor parayla.”

“Ne dediğini anlayamadım.”

“Parayla benim işverenlerim oynuyor dedim.”

“Sahi ne işle meşgulsün sen?”

Kurtarıcı, tutunduğu değneğe abanır. Biraz belini esnetir ve ardından yıkıntılara doğru bakar.

“Bir koşu gidip geliyorum şimdi, iş çıktı bana.”

Yerde yatan adam, daha ağzını açıyordu ki uçarcasına giden kurtarıcısı yeniden yanına çömeliyor.

“Valla rüzgâr gibi gidip geldin. Kurtardın mı başka kimseyi?”

“Evet, başka bir dilek dileseydin keşke. Arkadaşın Fuat’mış, tanıştık. Ona da uzattım elimi.”

“Allah razı olsun senden ne diyeyim.”

“İlk defa ağzından iyi bir söz çıktı.”

Kurtarıcı ağzı dolusu gülüyor. Elinde tuttuğu taş ile tırpanını bileyliyor.

“Gülüyorsun. Bu enkazda gülen biri, ne tezat. Keyiflenmen ne acı. Sahi ne yapıyorsun sen? Enkazdan taş mı aldın?”

“Evet enkazdan aldım. Dere kumu kullanılmış bu enkazın binasında, daha doğrusu dere taşı. Ama bu bildiğin taşlardan değil, biley taşı bu.”

“Niye yıkıldığı anlaşılıyor değil mi?”

“Ama benim işime yarıyor şu anda.”

Şaşkınca bakıyor yattığı yerde kurtulan. Ne işine yaramış ki diye düşünüyor.

“Ahh, binalarımız sağlam yapılsaydı, bunca acı yaşanır mıydı burada? Kasıt aramıyorum ancak kastı olanlar gün yüzü görmesin.”

“Beybaba, sizde hiç hata yok mu? Neden aldın böyle bir evi sen?”

“Gücüm ancak buna yetti. Üç kuruşumu biriktirip bir de borçlanarak alabildim. Fuat’ın evi daha pahalıydı, o da yıkıldı değil mi? Sorumlusu, ihmali olanları bulup onlara sormalı. Ah onları bir elime geçirsem. Cehenneme yollamak boynumun borcu olsun.”

“Öyle deme, öyle deme.”

“Ne diyeyim? Sen ne dersin peki?”

“İşverenlerimi sorgulamak bana düşmez.”

“Sen de mi onlardansın? Bizim Azraillerimiz için mi çalışıyordun? Hepiniz el ele mi verdiniz?”

"Yo, yo, yo beni onlarla aynı cümlede anma. Beddua da etme. Ben emir kuluyum. Üstelik yalnız çalışırım ben. Fakat onlar olmazsa ben işsiz kalırım.”

Kurtarıcı, pırıl pırıl parlayan ve keskinliği şüphe götürmeyen tırpanını kavrıyor. Kapüşonunu başına örttüğü pelerinini toparlıyor. Gözleri, gölgede kalan kapüşonunun içinde kor gibi parlıyor.

“Birini daha kurtarmam emredildi. Görüşür müyüz tekrar emin değilim. Gitmek zorundayım.”

Yerde yatan, doğrulmaya çalışıyor. Avazı çıktığı kadar bağırıyor kurtarıcısının arkasından. Ancak kendisi bile  duymuyor. Niye? Sesi mi çıkmıyor yoksa canhıraş bağırışlar mı bastırıyor sesini bilemiyor.

“Sennn, bildim kim olduğunu!”

“Tecrübe ediyorsun beybaba, tecrübe ediyorsun sonunda.”