Bir Felaketin Ertesinde/Enver Karahan*

Gecenin zifiri karanlığı, ortalığı ölüm uykusu sessizliğine çeviriyordu. Soğuk hiç olmadığı kadar sert, yeryüzü hiç olmadığı kadar hareketli, insanlar hiç olmadığı kadar çaresizdi.

*Söz konusu metin beşincisanat sitesinde de yer almış ve dayanışma amaçlı kolektifte yer verilmiştir.

Pahalı ve rahat koltuğuna gömülmüş halde hayatının nasıl değiştiğini geçiriyorsun aklından. Lüks evindeki değerli eşyalarının güzelliğine kapılıyorsun. Gümüş işlemeli duvar saatinin sarkacının her turundaki yarattığı ahenkle büyüleniyorsun. Ama bir yandan da tüm bunların haksız yere elde edilmiş oldukları çıkmıyor aklından. Dört mirasçıyı nasıl saf dışı bıraktığın geliyor aklına. İlk başlarda bu servetin sarhoşluğuyla günlerini geçirirken, yavaş yavaş boşluğa düşme hissine kapılıyorsun. Etrafındaki sahte gülümsemeler seni artık ne mutlu ediyor, ne de  inandırıcı geliyor tüm olan bitenler. Vicdanının en küçük zerresinde nüfuz etmiş bir sızlama hissediyorsun. Her gün bu tekrarları yaşıyor ve duygu durumlarının yavaş yavaş arttığına şahit oluyorsun. Bazen bir boş vermişlik duygusunu dillendirsin ama  bu da kısa ve etkisiz kalıyor.

Bir felaketin ertesinde ya da bireysel bir acının tüm ruhunu ve bedenini etkilediği bir vakitte, normalleşme sorununun tam da içinde buluyorsun kendini. Dünya normale dönüyor, ülke normalleşiyor; çevren, eşin, dostun, tanıdığın, tanımadığın herkesin kısa bir sürede normalleşmesine şaşırarak bakıyorsun. Belki senin şaşırman normal değil. Herkesin, en azından gördüğün kişilerin kısa bir sürede normalleşmesi mi normal; yoksa senin normalleşme sorunu yaşıyor oluşun mu normal? Topluma ayak uydurmak bunun neresinde durur? Zorunluluk, mecburiyet, bunaltı… Uyumlu insan olma yaratımı bu durumun tam da içinde mi filizlenir? Yüzlerce soru, binlerce cevap, düşünceler, teoriler, söylemler, akıp giden görseller eşliğinde durum tespitleri, sorgulamalar, varoluşsal sancılar, hayat, yaşam ve ölümler. O küçük sağlam yapının içindeki sıvımsı nesnede dönüp duruyorlar. Yine bir bunaltı yaşıyorsun ve akabinde bir bulantı seni sarması için yeterli oluyor. Kısa süreli uyuşmuş halin yeni uyuşmaların habercisi oluyor. Ve başka görüntüler, başka insanlar, başka başka söylemler ve yine bir bunaltı neticesiyle tekrar edip duruyor. Ebedi tekrar diyordu bir düşünür. Ve bunun uygulanabilirliğini yaşıyorsun.

Bir bedenin tonlarca ağırlık altındaki çaresizliği, bir başka bedenin yüreğine çöküyordu. Çaresizlik bir parmağın işaret ettiği yerde yıkık dökük anıların yokluğunu savuruyordu gökyüzüne. ‘’Sesimi duyan var mı?’’ seslenişinin yerini ‘’Buraya kimse gelmeyecek mi?’’ alıyordu. Acı isyana dönüşüyor, yakarışlar molozların üzerinden boşluğa savruluyordu. Tanrı’ya bağlılık yeminleri, kader, teslimiyet… nihilist bir düşüncenin içinde silikleşiyordu. ‘’Sesler geliyor içeriden, yalvarırım yardım edin?’’ Çaresiz bakışlar, öfke, teslimiyet, isyan… Her bir yüzde ayrı ayrı ifadeler. Güçsüz kollar, ağır betonlar, takım elbiseli nutuklar, içi boş vaatler, yardım kampanyaları… Birileri unutturmaya çalışırken, birileri hatırlatmaya çalışıyor. Çatışmalar o kadar gürültülü ki duyulmuyor yardım dilenen sesler. Boğuklaşıyor, kısılıyor ve yok oluyor sesler. Ve bedenler ve canlar ve anılar ve yaşantılar…

Ekrana sabit bir çift göz. Ürkek, şaşkın, korkmuş ve çaresiz. Karmaşık duyguların geçişleri. İstemsizce kasılan parmaklar, derin derin solumalar, yüzde beliren gerginlik eşliğinde aklından geçen düşünceyi harekete geçirmek için yola koyuluyorsun. Alelacele hazırladığın çantana birkaç şey koyduktan sonra otogarda alıyorsun soluğu.

"Hatay’a bir bilet lütfen.’’

‘’İsim?’’

‘’Kemal Varlı’’

Uzun süren bir yolculuk. Yaklaştıkça hissedilen karanlık, çaresizlik ve muavinin her ikramını geri çeviriş. Yemek yemekten utanıyorsun. Gülmekten, şarkı söylemekten, çocuğuna sarılmaktan… Ve yaşamaktan utanmak. Her bir kelime, her bir düşünce, üzerinde şiddetli bir baskı uyguluyor. Sesin çıkmıyordu. Sessizliğe bürünmüş bedenin ve adeta mühürlenmiş dudaklarınla konuşmaktan utanıyorsun.

Nokta atışı tahminlere kulak tıkamanın gelenek haline gelmesine kızıyorsun belki. Tahmin etme durumunun gerçeklikten uzak olması mı bu kulak tıkamaya sebep, yoksa sorumluluk almaktan kaçınmak mı? Ağıtlar çalınıyor kulağına, kimini ilk defa duyuyorsun. İçinde biriken yağmurları zor zapt ediyor; nereye baksan acı, hangi sese kulak kesilsen bir feryat işitiyorsun. Adımlarını, çocukluğunun geçtiği semte çeviriyorsun. Ne çocukluğundan eser var, ne de o semtten. Her yer tanınmayacak halde. Şaşkınlığın tüm hücrelerine kadar nüfuz ediyor, ayakların uyuşuyor, yüreğin buz kesiyor. ‘’Burası mıydı buluştuğumuz o köşe başı, yoksa az ilerisi miydi? Hangi enkaz okuluma ait? Ya mahalle bakkalımız nerede kalıyordu?’’  Başın döner gibi oluyor, nefes alıp vermekte zorlanıyorsun. Omzuna bir el dokunuyor, dönüp baktığında tanıyorsun; yüzü ağlamaktan şişmiş, grileşmiş bir beden ve soğuğun tüm vücudunu sardığı o kişiyi. ‘’Tahir’’ diyorsun, kısık bir ses tonuyla. Dudakları titrek, yüzünde ise mahzun bir ifade. Uzun uzun bakışıyorsunuz. Söylenecek tüm kelimeler hiçliğin içinde kayboluyor. Kayboluyor anılar, sevinçler, tatlı telaşlar… Dört bir yanda enkaz ve en orta yerde iki beden, iki çift göz ve iki ölgün ruh. ‘’Kimse gelmedi!’’ diyor. ‘’Kimse gel…’’ Sarılıyor. Kemiklerinde müthiş bir baskı hissediyorsun. Canın acıyor, ama baskıdan değil. Oracıkta ölmek istiyorsun. Ölmek, yok olmak, bir daha olmamak…

Her şeyi görüyorsun ama elinden bir şey gelmiyor. Çocuğunun montuna sarılmış bir baba takılıyor gözlerine, az ileride bir kadın yalvarıyor etrafındakilere ‘’Çocuğumu çıkarın’’ diye. Başka bir yerde enkazdaki taşları tüm gücüyle enkaz dışına atanı görüyorsun. Elleri kan içinde ve yorgun bedeniyle tüm gücünün tükendiğine şahit oluyorsun. Yan taraftaki yıkıntının doğup büyüdüğün ev olduğunu fark ediyorsun. Ceviz ağacından yapılmış işlemeli giriş kapısı, seni çocukluğunun masum günlerine götürüyor. Güneşli bir temmuz ayında, kuş seslerinin eksik olmadığı incir ağacını anımsıyorsun. Sokaktaki koşturmaları, oynanan oyunları ve hep öyle olacağını sandığın, hayatının başlangıç zamanları geliyor gözlerinin önüne. Hayat acılarla yüklü ve katlanılmayacak kadar zor. Mücadele halinde olan insanlık, seni de mücadeleci yapmaya itiyor. Daha fazlası ve daha iyisi duygusunun esiri oluyorsun. İçinde saklı duran bencil kimliğin gün yüzüne çıkıyor. Uyumlu insan olma hali tüm bedenini sarıyor. Duruma ve şartlara göre biçim alıyor insan. Koşullar seni olmak istediğin insan değil de olmak zorunda bırakıldığın insana dönüştürüyor.

Telaşın her türlüsü ete kemiğe bürünüyor. Çaresizlik, korku, kaygı, bekleyiş. Zaman kimine göre hızlı geçiyor kimine göre çok yavaş. Her yerde aynı sözleri işitiyorsun. Aynı ifadeler uykusuz gözlerde çarpıyor suratına. Hareketsizliği yaşıyorsun. Umudunu kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu gözlüyorsun. Kurtarılmayı bekleyenlerin fark edilmeye ihtiyacı var; kurtaranlar ise işlerini kolaylaştıracak bir takım nesnelere. -İlahi bir mesaj- söylemleri, toza dönüşen betonlara çarpıp geri dönüyordu. Gecenin zifiri karanlığı, ortalığı ölüm uykusu sessizliğine çeviriyordu. Soğuk hiç olmadığı kadar sert, yeryüzü hiç olmadığı kadar hareketli, insanlar hiç olmadığı kadar çaresiz. Bir köşeye çökmüş, aklında karmaşık düşüncelerle sabah olması bekliyorsun. Gidip gelen insanların felaket üzerine söylemlerini işitiyorsun. Geri dönmeyi düşünmüyor, kaybettiğin vicdanını yıkıntıların arasından çıkarmaya niyetleniyorsun. Sessizlikte ve hareketsizlikte gelir en yaratıcı düşünceler. Geriye dönme ve telafi etme düşüncesinin imkansızlığı, canını yeterince acıtıyor. Başı önde, toza bulanmış kıyafetiyle karşında dikiliyor bir adam. Kısılmış sesiyle ‘’Saat kaç?’’ diyor. ‘’Saat, ölü gibi sessiz’’ diyorsun.

Düşüncelerin ve seçimlerin, bizi nasıl bir durumla karşı karşıya bırakacağını bilemiyoruz. Gök cisimlerinin hareketlerinin ve hangi tarihte ve hangi konumda nasıl bir işleyiş içinde olacağını, ya da yeryüzü levhalarının geçmişten günümüze olan hareketliliği ve ileri tarihlerde alacağı şekli hesaplayabiliyoruz. Peki ya düşüncelerimizde bu kesin hesapları bilebiliyor olsaydık, yeryüzünde nasıl bir insan türünden bahsediyor olurduk? Düşüncelerimizi eyleme geçirmeden karşılaşacağımız sonuçlar bizi kudretli bir varlık yapmaz mıydı? Böyle bir şey olmadığına göre, gözlem ve deneyim bizi mantıklı seçimlerle sınırlı tutmaktadır. Bizi büyüleyen geçici kazanılmışlıklar karşısında mantıklı ve ahlaki seçenekleri görmezden geliyoruz. Daha önce denemiş ve kötü sonuçlar alınmış bir eylemi neden bir insan tekrar denemek ister? Aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek deliliktir derler. Tercihlerinin sonuçlarıyla karşı karşıya kalan insan yaşadığı travmayı ya atlatır, ya da yaşadığı o travma onu daha da hataya sürükler. Gecenin karanlığında ışık arayanlar sadece kendilerini değil, etrafını da aydınlatmanın gayesinde olmalıdır.

Ölgün ışıkların üzerine güneş doğuyor, gecede gizlenen felaketin izleri tekrar gün yüzüne çıkıyordu. Herkeste yine bir telaş hakim oluyordu. Farklı yerlerde belli aralıklarla yükselen seslere sen de eşlik ediyorsun. Bir yerden başlamak gerek düşüncesiyle birlikte, acemi hallerin dikkatten kaçmıyor, nerde bir şeye ihtiyaç varsa oraya koşturuyor, bir nevi günah çıkarıyorsun. Ama bunun yeterli olmadığını biliyorsun. Mirasçılardan iki kişiyi yemek sırasında beklerken fark ettiğinde içini bir ürperti kaplıyor. Görünmek ya da görünmemek ikileminde kalıyor, vicdan ve servet arasında bir yerlerde sıkışıp kalmanın acizliğini yaşıyorsun. Proteus gibi olabilseydin mesela, bir taşa, bir hayvana veya bir ağaca dönüşür müydün? Bu zor durumda kalma, köşeye sıkışmışlık halinden sıyrılmak için, bu türden bir özelliğin olsa uygular mıydın? Zamanında yaptığın ve şimdi vicdan azabına dönüşen eylemin Proteusluk sayılmaz mı? Bir kazanım elde etme neticesinde yaptığın kötülük, seni başka bir insana dönüştürmüş olmuyor mu? Bitkin ve mahzun iki bedenin bakışları gözlerine değiyor. Kontrol edemediğin duyguların, vücudunda tuhaf hareketlere dönüşüyor. Hazırlıksız yakalanmanın çaresizliğiyle katatonik bir hal alan bedenin kaskatı kesiliyor. Pişmanlık.

’Burada ne işin var, hangi yüzle çıktın karşımıza? Biliyor musun, seni şurada öldürebiliriz.’’

Öldürmek… Oysa bunu hiç hesaba katmamıştın. Evet, öldürebilirlerdi. Enkazdan çıkarılan ölüler arasında, toplu mezarlardan birine atılırdın. Kimse nerde olduğunu bilmez, çürüyen bedeninle toprağa karışıp hiçliğe sürüklenirdin. Bütün antikçağa hükmetmiş bir özdeyişe göre, hiçbir şey hiçlikten gelmez ve hiçbir şey hiçliğe dönmezmiş. Ama senin için hiçliğe sürüklenmek fikri, hesabının dünyada kesildiği bir arınma durumundan ibaret. Arınma ve yok olmak. İçinde var ettiğin bu yok oluş düşüncesiyle bir ürperti hali oluştu. Söze nereden başlayacağını bilemedin.

’Hatamı telafi etmeye geldim.’’

"Ne hatası! Hata değil senin yaptığın, düpedüz sahtekarlık. Bile isteye hakkımızı gasp ettin. Seni şuracıkta öldürmemek için bize mantıklı bir şeyler söyle.’’

Üzgün olduğunu, vicdanını seni her gün rahatsız ettiğini, gururunu ayaklar altına almaya razı olarak, hakkı oldukları tüm serveti onlara iade edeceğini söylüyorsun. Bakışların sürekli dolanıyor. Bir enkazdan diğerine, sonra karşında duran iki hak sahibine, bazen gökyüzüne ve bazen de yere çeviriyorsun. Dünden beri boğazından bir lokma geçmemesi umurunda bile değil. Toza bulanmış kıyafetin, yaralanmış avuçların ve vicdan azabı dolu yüreğinle merhamet bekliyorsun.

Vicdan nasıl bir duygudur ki, bizi derinden sarsmaya yetiyor. Düşüncelerimizi, davranışlarımızı ve akabinde tüm hayatımızı etkiliyor. Zamanla vicdanını etkileyecek etik olmayan davranışlar sergilediysen ve bunun telafisi mümkün değilse, insanın geri kalan hayatında hep bir huzursuzluk hakim olacaktır. Yaptığın her işte, her düşüncede senin daima başucunda durup, sana seni hatırlatacaktır. Bunun farkındasın ve hayatına böyle devam etmek niyetinde değilsin. Diğer iki hak sahibini de bulup, onlara düşen payı iade ediyorsun. Evini ve tüm eşyalarını satıyor, hesabındaki paranın büyük bir kısmını zor durumda olan insanlara harcıyorsun. Fazla uzun sürmeyen şatafatlı hayatını sonlandırıyor, kısmen yıkılmış baba evini onarıp çocukluğunun geçtiği bu şehirde kalmaya karar veriyorsun. Şimdi vicdanın seni rahatsız etmeyecek. Belki de arınmışlığının duygusuyla erdemli bir hayat sürmenin gayesinde olacaksın.

Yıllar sonra tüm her şeyin unutulduğu, sadece yıldönümlerinde en can alıcı görseller eşliğinde anıldığı zamanlarda, baba yadigarı evinde, eski ama huzurlu koltuğunda oturup, senden çok uzakta ama senin hayatının dönüm noktasını teşkil eden o felaketi hatırlıyorsun. İçinde hem hüzün yer kaplarken, aynı anda vicdan azabı yaşatan eylemini telafi etmenin huzurunu yaşıyorsun. Baba evindeki duvar saatinin sarkacı seni büyülemese de, çocukluğunu hatırlatan bir nesneye dönüşüyor. O günden sonra iki doğal afet, bir iç savaş ve büyük bir ekonomik krize tanık oluyor, bunlarda diğerleri gibi zamanla unutulup sadece almanak sayfalarında yerini alıyordu. Duvar saatinin sarkacının her hareketi gözlerini yavaş yavaş kapatıyor; sonu belki ölüm, belki sadece derin uyku olacak bir hareketsizliğe bedenini terk ediyorsun. Sen de unutulacaksın. Seni tanıyan son kişi öldüğünde ise, hiç ama hiç hatırlanmayacaksın.