DERİN UZAKLAR DÜŞÜ/Havva AĞRAL

Gittiği her yerde kendine yeni roller kondurduğunu biliyorum. Yaylada cep Herkül’ü derlerdi. Ufacık bedenine bakmaz. Çuvalları sırtlanır. Bir gözü çerde çöpte. Bulduğu bir dal heykel gibi görünür gözüne. Kabuklardan, çay poşetlerinden alamaz düşlerini. Çamura batmış yalın kat bir iç dünyadır o. Derin bir uzak düşüne vermiş dimağını, nerden para bulurum da gezerim diyordu.

Şehirde kaybolmuş bir çocuk. Aşk kaçağı. Deli gibi korktuğuna koşan. Koşarken içinde aşktan kaçanla yüzleşen bir rolü var. Öyle hal giydirmiş uzaklarına. Uzaklar kabahat olmuş. Eline eteğine sıvaşmış.

Pazar yerlerinde sosyete sanıyorlardı. Ruhunu gezdirdiği her sokakta başka tanımları vardı. Koza çarşısında bir intihar saklıydı. O saklısında durur. Askeriyenin oralarda nedense yardım eli uzatan birine dönüşürdü. Parkın yoluna girdiğinde tüm hali ahvali içine çöken bir deprem. Kırçıllı saçlarıyla elinde kocaman uzun sopasıyla bir öğretmen hayaleti görürdü. Sonra elinde odunla kafasına vuran müdür vardı bir de… Merdivenlerden düşme tehlikesi. Kıvırcık saçlı, çakır alevlerle bakan okul müdürleri, saatlerce, sizden olmaz diyen Hikmet Bey, sonra, sıra dayakçı din hocaları. Notlarla korkutulmuş, eşitsizlikle, elekten geçememiş, kalın taneli gençlik…

Yaşı daha on bile değilken. Bir kasabada ruhunu gezdirip dururken, defalarca yara alan kadın, umudun yine o sokaklardan birinde karşısına çıkacağına inanır.

Bugün de eski fotoğraflar sergisini geziyordu. Burnuna eski tanıdık bir koku çalınır gibiydi. Mazot kokusu. Okul yıllarını, bit ve tahtakurusundan arınmak için sınıflara zift sürüldüğü, beyaz çorapların dayatıldığı, siyah önlüklü günler. Çocukken ilgi ve dikkat çekmek için dişlerini kanatıp kan tükürdüğünü söylediği günler. Ayakkabı vermek için sınıfta bir tek onu çağırdıkları, diğer çocukların kıkırdadığı günler. Yok bir acılık duymuyordu artık. Sırada otururlarken, gelen pis koku için suçlandığı, pasaklı günler. Çapaklı gözlerin, sarı dişlerin, osuruk kokularının, her yaptığı iş için, bok gibi olmuş dendiği günler. Tüm akranlarının tiksintiyle baktığı fakir çocuk. Dökülen çöp sepeti için, suçsuz yere dayak yediği gün mesela. Okul aile birliğinde fakirliği mimlenmiş, bayramlarda giysi verilen...

Dün yanındaki hayali beyaz tenli kadın, son ses Rumca konuşuyordu onunla. Kadın sonunda bir şeyler hatırlar gibi sen o Boşnak kadını hatırladın mı diye sordu. “ Boşnak kadın hani o yayla tepesinden şifalı bitkiler toplayıp ilaç yapan kadın. Evet babaannemin tuvalete kapatıp dövdüğü büyük halam. Onun içi kavrulmuş yufka ekmeği gibi. Yanık kokusu var büyük halamda. Şimdi dizlerinde hiç sıvı kalmamış. Onu sana ben anlatmıştım. Sen de onun bilinç dışına taşan bütün yaralarının, öncekilerin devamı olduğunu anlatmıştın…

O büyük halan babaanneme merhamet ettiğim için ağlamıştı. Hazal'lar da garip olur. Hazal'lar merhamet eder. Çok memnun kaldı. Çünkü kendi yetişemezdi yatalak bir kadına el kol olmaya. Hastalıklar, ruhun katarsis durumu olabilir mi diye düşünüyorum. Pas ve günahları bu dünyada dökmek diyor büyük halam. Günah, sana günah değil miydi? Gurbeti de yaşadın, ayrımı da. Keşke gurbetin bir tonu da benim üzerime vursaydı hala. Büyük halam, unuttu bütün acılarını. Merhamet kelimesi hep merhem kelimesini çağrıştırıyor. Halama da babaanneme de merhem sürüyorum sanki. Hep bir ağızdan, Hazal merhamet dolu diyorlar. Aşırı şişman bir kadının altını nasıl alırsınız? İki bez birden bağlayarak. Diğer halam da merhametimi kutsadı. Ama bilmiyorlar. İçimde bir yer, salın gideyim diye ağlıyor. Sonsuz cefanın, sonsuz toleransın eti kemiği olamam. Evde bir tek ben akıl etmişim çift bez bağlamayı, kafan çalışıyor diyorlar. İlaç almaya ya da iğneci Hasan abiye gidip getirmeye beni yolluyorlar. İçimdeki yakarış yollarda, belirgin bir öfke gözyaşına dönüyordu. Hıçkırarak ağlıyorum yollarda. Utanıyorum. Ama tutamıyordum kendimi… Sabahlara dek bağıran, sonunda da on üç kemiği birden kırılmış bir kemik erime hastası nasıl bağırmasın. Doktor eve geliyordu. Vicdanınıza kalmış, ama ameliyat gerekiyor diyor. Dokuz çocuk doğurmuş, kemiklerinden kemikliğe dair bir şey bırakmamış o dokuz çocuk. Kan grubu da değişmiş. Çok çocuk yapan kadınların kan grubunda böyle değişimler oluyormuş. Neler duyacağız daha? AB grubu. Sanki daha önce de böyle şeyler duymuşum gibi bir tanıdıklık hissediyorum aynı zamanda. Tuhaf hem şaşırıp, hem de duydum sanki olma hali. Hem şefkat gösterip, hem iğrenmek nasıl bir durum? Kadının böbrekleri de iflas, neredeyse tüm bedeni morarmış durumdaydı. Bütün mahremi ortaya saçılmış, her yanını herkesin gördüğü bir beden dağılımı içindeydi. Kimse kapıyı ört bile demiyordu Hazal’a…

Babaannem sakın diyordu, ne kapı, ne pencere örtmeyin hiçbir yeri ve üstümü örtmeyin. Yüreğim örtülüyor sanki. Belden aşağısı çırılçıplaktı. Altında ortası delik yatak ama artık o deliğe de yapamıyordu. En son çare bez bağlanmaya başlamıştı. Yatak yaralarına ve morarmalarına ayna tutup, nasıl bir bedene sahip olduğunu görmeye uğraşıyordu. Gelenler, imalı, rahatsız etmeyelim diyordu. Hazal onların neyi ima ettiğini anlamıyordu. Sanki hepsi seyre gelmiş. En küçük bir istek için bile, Hazal diye sesleniyorlardı. Arkama bez koy. Altımı al. Perdeyi çek. Vantilatörü aç. Al şu dişlerimi yıka. Öğlene ne yaptın? Soğuk bir su bul. Kuzeni öbür taraftan sesleniyordu. Hadi bana da bir kahve yap. Başım tuttu. Hem hastaya hem gelenlere hizmet ediyordu. Yine de bir hasta ile yalnız kalmadığına sevinecek kadar korku duyuyordu. İyi bak anamıza.  İşte böyle ailesinin ve akrabalarının yanında da merhamet timsali tanınıyordu. Rum kadın o sıralar çıkmıştı karşısına. Bir gün çok bunalmış kendini sokaklara bırakmış, sonra banklara oturmuş, kitap okurken, yanına oturmuştu. Ve adının Arya olduğunu söylüyordu. Yıllardır yarı Türkçe yarı Rumca anlaşıyorlardı.

Başında yeni şapkası, Fatma Öğretmen bayılıyorum senin şapkalarına diyor. Günlerden salı, her salı kütüphane günüdür. Kamu binaları, hem karamsarlık, hem de düş yerleri. Arya hanım gerçek adı bu değildi belki. Arya denmesini istemişti. Kütüphanenin müdavimi olarak, Hazal’ın zaten ara sıra gördüğü bir kadındı. Tuhaf bir sarışınlığı vardı. Griye çalan bir sarışınlık. Dal gibi uzun, kemerli bir burun, hafifçe kambur, gri, beyaz ve sarı alaşımı dalgalı uçları hep kırık saçları vardı. İçinde bir şeyin hiç yaşlanmadığı yaşlı bir kadındı. Dalgınlığın dikkat çekici demişti Hazal’a. Hep parklardasın. Hazal’da kanatlarım kırık gibi. Uzakları çok diledim. Olmadı. Para biriktireceğim dedim. O da olmadı. Düzgün bir iş de denk gelmedi. Derken bu vakit oldu. Şehrin dışına hiç çıkamadım. Seni bir gün Yunanistan’a götüreyim demişti. Ömrü vefa etmedi Arya Hanım'ın. Hazal uyuşukça hep sonraya atınca o derin uzaklar düşünü, Arya Hazal’ı hiçbir yere taşıyamadı. Hazal uzun uzun kendini, ailesini, yaşadığı yerdeki komşuları, akrabalarını anlattıkça, Arya Hanım, Hazal’ın çok vicdanlı ve dürüst bir genç kız olduğunu anlamıştı. Bir gün onunla okul bahçesine de gittiler. Çocukluğunu deilk deşik anlattı Hazal. Arya hanım, gözleri büyüyen bir acıma haliyle dinledi Hazal’ı. Keşke benim de buradaki köklerimle bir bağım olsaydı dedi Arya Hanım. O da bu şehirde kendi ailesini, akrabalarını bırakıp İtalya’da yaşamış yıllarca. Önce okul için ayrılmış, sonra orada bir yuva kurmuş. Sonra bir yangında tüm ailesini kaybetmiş. Kendisi uzun geceler çalıştığı için evde olmadığından yangının içinde değilmiş. Uzun yıllar bakım evlerinde gönüllü çalışarak bu acısını dindirmeye uğraşmış. O hastalara gönüllü bakmış. Hazal bir emri vakiyle bakıyordu. Hazal’a hep ağır gündelik işler düşüyordu. Arya Türkiye’ye dönmeyi hiç istememiş. Çünkü artık burada da kimsesi kalmamış. Buradaki evler, arazilerin satışı için dönmüş, gidecekmiş. Ama iklimi, sıcaklığı, ucuzluğu gibi avantajlar kendisine zamanla cazip gelmiş. Kitaplar yazmış o da. Hazal’a da düzenleme işleri vererek, dostluğu pekiştirirken, aynı zamanda maddi destek de sağlar olmuştu. Hazal,  Arya Hanım'ın Türkiye’deki tek dostuydu. Hazal da Avrupa görmüş, okumuş birt kadının kendisi ile arkadaşlık etmesinden kıvanç duyuyordu. Saatlerce uzakları anlatsın isterdi. Arya Hanım yaşlılık yüzünden sık yoruluyordu. Hazal’ın hevesleri geçmesin diye yorulmayı dert etmemeye çalışıyordu. Şimdi geriye hayalet bir ses kaldı. O ses Hazal’ı yurt dışına da taşıdı. Hazal’a rehberlik etti. Hazal’a yol gösterdi. Hazal Arya Hanım'ın hayali kanatları ile derin uzaklar düşlerine uçtu. Acı çektiği yıllara ve kendine merhem ve merhamet oldu.

Bugün fotoğraf sergisinde siyah beyaz gri saçlı çocuklar, okulun ilk örencilerine bakıyordu. Belki bunlardan biri Arya Hanım'dır. Belki onun çocukluğunda da okul zift ve mazot kokardı. Belki o da zorbalık görmüş bir çocuktu… Arya Hanım, uzak Rum kanatlarına rüzgarı taktı mı gri bir geçmiş takılır gelir ardından. Derin uzaklar düşü, çukur bir ayna olur. Hazal’ı çeker içine…