Dehlizler ve Rüyalar/Erinç BÜYÜKAŞIK*

17 Mart

Bu gece yıldızlar gökte tek tük. Hepsi soluk. Ay testekerlek.

Bir zamanlar aşık olduğum adamdan da nefret etmeyi öğrendim. Kaba etlerimi acıtıyor sevişirken. Öldüreceğinden korkuyorum o üstümdeyken. Boynumda dudakları geziniyor, midem bulanıyor, böğüresim geliyor çoğu kez. Ağzımda tiksinç bir ekşime. Duvarda boş bir noktaya bakıyorum üzerimde inlerken. Hemen boşalıyor ve yığılıyor yatağın diğer köşesine neyse ki. Tiksintimi, kusma isteğimi yazmaktan başka çare yok bu evde.

Lisedeyken de yazardım. Annemden zor bela sakladığım günlüğü odamın kuytu köşelerinde tutardım çoğu kez. Kadının bulamayacağı bir yer bulurdum muhakkak. Ustalık isterdi bu hayli hayli. Okulda kompozisyonumu beğenirdi edebiyat hocası. Kelimeleri yerli yerinde kullanırmışım yazılarımda. Yeniden yazasım geldi yıllar sonra. Yazasım, kusasım küfredesim, bağırasım… 

Hikmetin sual olunmaz Rabbimin de takdiri buymuş diye geçirdi içinden. Şimdi eski püskü bir deftere zihnimdeki tüm zırvalıklarından başka bir şeyi anlatamaz olmuştum, gizli gizli, benimkine yakalanmadan deftere çalakalem günü gününe yazar olmuştum zihnindeki kuyrukları birbirine değmeyen bir nice tilkiyi. Evde bir başıma kaldığım, oğlanın bir köşeye sinip hayali arkadaşıyla oyunlar oynadığı o kutsal saatler… İki çift laf edecek kimsecik de yok evin kapısını çalan. İnsanın eşi dostu olsaydı ya, zehir de olsa bir damla bal süzülürdü işte. Kocası adamdan sayılmazdı zaten, kapıya gelene ters bir laf eder kovardı eş dost demeden muhakkak.

Mehmet’in zoruyla lise sondayken ayrıldım okuldan. Ah ahmak kafam! Evden kaçayım deyip kendime bir tutsak hayatı kurmuşum giderek. Gözü dışardaydı puşt herifin üstelik. İçmeyi sever, evde çilingir sofrasını kurdurmadan rahat etmezdi bir zamanlar. Ne kadar da uzak geldi şimdi bana o günler.

Rakıya parası yetmezse biraya dadanırdı, iki sokak aşağıdaki meyhanede sızıp kaldığı, karga tulumba eve getirdikleri da olmuştu bizimkini. Sonrasında her ne haltına hidayete eriverdi bizimki. Hakka erince iyice ketum, iyice huysuz oldu bizimki. Meyhane arkadaşıyla Hilmi Hoca adlı deyyusun sohbetlerine gidip gelmeye başladı. O herif aklına ne hayırsız fikirler soktu benimkinin kim bilir. Puşt herif bir iki uğramıştı bizim eve. Aklınca cinlerden, ifritlerden kurtaracak beni. Kadın kısmının herbirinde cinler peydahlanırmış aklınca. Mesele kocanın maharetiyle üç harflileri kovmakmış. 

“Güzel kadın seninki, mahallenin diğer adamlarının uğursuz bakışlarından uzak tut bence ay parçası bu güzelliği.” Ne de iştahla söylemişti bunu. Gözü bendeydi mendeburun. Mehmet’e bir iki çıtlattım diye dini bütün adama iftira atmış gibi küfretmeye başladı. Bana sataşmaya bahane bulur bir şekilde. Bela kesilmişti o gece bana. Alacalı entarim paramparça oldu o itip kakarken.

Bugün Ali avazı kadar bağırıp durdu evde. Öyle ılık ılık sevgi yok oğlanda. Ayağımın altında ezecektim neredeyse. İncecik, kemikleri kırılacak dokunsam. Kulaklarımı kapatıp susmasını bekledim bir süre. Ağlaya ağlaya gitti odasına. Anasının umursamazlığına alışamadı bir türlü.

 Soğuk suyla yüzünü yıkadı lavaboda, göz altları ağlamaktan şişmiş uyuyakaldı odasında. Ah ulan çocuk sahibi olmak için az uğraşmadık yıllar önce. Belki çoluk çocuğa karışırsak meyhanelerden, karı kızın yanından kurtarırdım diye düşünmüştüm herifi o zamanlar

Öyle düzenli bir işte çalıştığı da yoktu bizimkinin üstelik. Borçlar harçlar da birikmişti. Haraç mezat her şeyi satıp sığındık Balat’taki eve. Düğündeki takıların hepsini bozdurmuştu Mehmet borçları ödemek için. Boynumdaki kolye kalmıştı da onu heriften saklıyorum ne zamandır. Bir işte tutunduğu olmamıştı benim herifin, ben de utana sıkıla anamdan isterdim çok sıkıştığımızda. Eve bir can daha girse belki Mehmet değişir dedim kendi kendime. İlk yılllarda bir iki düşükten sonra umudu da kesmiştik çocuk işinden. Ya adamda ya kadınlığımda bir halt, bir bela vardı muhakkak. Benim oğlan zor bela çıktı karnımdan. İte kaka. İçimdeyken çektirdiği acıyı bir bilseler. Kocamın tekmesi, dayağı yanında hafif kalırdı ya. Ona da sevmek denirse oğlan doğunca sevmeyi denedi benimki beni bir iki. Arada gözleri birden göğerir, ışıyıverirdi bana bakarken. Sonrası özüne döndü it. Kendime dert yanmayı bırakmalıyım artık. Günlük tutayım darken ne de acımaya başladım ahvalime.

Hiç değişmedi ki bu it.

İt itliğini bırakır mı hiç. Lisedeki kızlar, “Bak bu adamın bakışlarında hayır yok,” demişlerdi bana. Kısa boylu, tıknaz bir adamdı Mehmet. “Götü yerde olandan korkacaksın,” demişti sınıftaki kızlar.

 Anam da “Herif alacaksan bakışları sahici olacak. Bununkisi bir acayip, gözünün içine bakamıyor insanın,” der dururdu. Dinlemedim hiçbirini işte. Her ne belanın içine girdiyse benden bilmeler. Evin içinde gözlerini belerte belerte bakışı. Evin içinde baştan aşağı yürür, “La havle!,” diye başlar içinden saydırır bana.

Onun tepemde dikildiğinde oğlanın kaç defa korkudan donunu ıslattığını bilirim. Evlenmeden önce yumuşacıktı tenim, gencecikti, upuzundu saçlarım. Pek toplamazdım da onları. Lisedeki oğlanlar az koşmadı peşimden. Aynaya baktım bugün. Korktum aynada kendimi gördüğümde. Ellerimle dokundum yüzüme. Gözlerimin içi kan çanağı. Ellerim büzüşmüş, ihtiyarlamış.

Benim ellerim apaktı bir zamanlar. Ne çabuk da solup gitmişim, beni erkenden gömecek Mehmet besbelli.

21 Mart

Bugün martı sesleriyle uyandım. Gün boyu çatılarda uçuştular bir süre. Bağrıştılar tüm gün. Benim oğlanın ciyaklamalarını andırdı sesleri.

İçimdeki kuşlar kaçacak ufuklar arardı hep. Hep aynı rüyayı görür oldum. Kara gömülmüş bir dağın ortasında kurtlar benim oğlanın kanlı gömleğini parçalıyor. Kıpkızıl her yer. Kan ter içinde uyanıyorum geceleri. Mehmet horultular içinde derin uykuda yine.

Balat’a taşındıktan sonra evden kaçıp kıyıya gittiğim oluyordu. Bu da Mehmet’in kulağına gidince oğlanla beni eve kapatıp ardımdan kapıyı kilitler oldu. Çocukla evin içinde mahpus hayatı yaşar olduk aylardır. Mahallelinin gözlerinden uzak evin içinde kukumav kuşu gibi yaşamayı öğrendim bir süredir. İki odalı eve kapatılmış ürkek bir kuş gibiyim ne zamandır.

Kayalıklardaki kedilerden de uzağım. Bu kediler her seferinde bir siyah yavru doğurur. Dişilerin piçi gibi zavallı, hor görülmüş her biri. Onları daha çok severim diğer tekirlerden. Ah sırdaşlarım, dert ortaklarım, sizden ayrı olmak öyle bir koyuyor bana.

Oğlana takılıyor gözlerim sık sık. Öyle uzağım ki ondan. Vücudumu çirkin kıllı elleriyle hoyratça avuçlayan, morartan kocamdan tiksindikçe ondan doğurduğum Ali’yle arama mesafe koyar olmuşum. Analık duygum o doğar doğmaz ölmüş sanki. Zar zor emzirebildim oğlanı zaten. O siyah yavrular kadar kıymeti yok oğlancığın. Göğüslerimi emerken acıtıyordu babası gibi ilk zamanlar. Bakışları masum değildi hiç; bir hayli öfkeli, hınçla bakıyor bana hep. Hala öyle hince bakıyor. Ufacık oğlanın günahı ne derdim kendi kendime. Babasının kopyası suratı.

Her gece aynı boktan rüyayı görüyorum. Uyanıp duruyorum geceleri. Ölüm geziniyor karabasanlarımda. Oğlancığın kanlı kıyafetlerini paramparça ediyor kurtlar.

Kocam çorbasını höpürdeterek içiyor, ağzının kenarında çorbadan bir şeyler kalıyor hep. Ağzı çürük kokuyor. Hele çayı kaşığıyla uzun uzun karıştırdığı o ses. Devleşiyor ses kulağımda. Usul usul seslenmeyi de bilmiyor bana. Hep ezercesine kelimeleri. Ben sessizlik istiyorum halbuki. Azıcık sessizlik.

Sokağın girişindeydi ev. Gölgeleri de geçerdi geceleri perdeden sokaktakilerin. Perdeler sıkı sıkıya kapalı yaşıyorum ne zamandır. Yedi tepeli şehirde mevsimlerin geçişini pencereden izlememe izin var yalnızca. Arada bir Ali’yi de alıp Mehmet yanımızdayken çarşı pazara inmişliğimiz oldu elbette. Mahallelinin benim gibi tutsak kadına acıyarak baktığını hissederdim çoğu kez. Sürgülü kapı, kilitli. Boğucu. Alacakaranlık oda. Kendime pencere köşesinde aydınlık bir nokta arıyorum kaç gündür.

Balat’ın kıyılarındaki surlara kaçardım akşamları. Mehmet’in geç döneceğini bilirdim de ev üstüme üstüme geldikçe atardım dışarı kendimi. Akşamın ayazında ne güzel olur Balat. Sise gömülür tüm Haliç. Mahalleli, konu komşu delirmiş halde kıyı surlarının dehlizlerinde kedileri evden getirdiğim yemek artıklarıyla beslediğimi ve onlarla saatlerce konuştuğumu görmüş de Mehmet’e söyleyivermiş. Camide cumaya giden cemaatin “Deli karına mukayyet ol,” diye kulağını çektiklerini söylemişti benimki eve höykürerek girdiğinde. Böğrüme öldüresiye vuruyordu öfkeyle. “Namussuz karı, deli deli kayalıklarda kime düzdürecektin kendini!” diye yumruklamaya başladı. Surlar, Balat, Haliç zihnimin canlı anıları şimdi. Kapı kilitli yine. Hilmi Hoca’ya sohbete gitti Mehmet. Yine doldururlar onu. Üstüme kuma getirmekten bahseder oldu.

 Bir seferinde Mehmet onu eve getirmişti yine. Yanıbaşımda Kur’an okumaya başladı Hilmi Hoca. Gözlerinin üzerimde gezindiğini fark ettikçe ifrit olmuş utanıp sıkılmıştım. Durmadan dualar mırıldanıyor, koca, kıllı elleriyle yüzümü okşuyordu. “İfritler musallat oldu mu iman gücüyle kovmalı onları,” demişti bana sırıtarak. Altın dişlerini göstermeye çalışıyordu bana sanki. Suratıma derince üfledi sonra. Onun soluğunun mucizesine öyle inanıyordu ki bizimki, herif, Mehmet’in gözü önünde beni sikse ses etmezdi muhakkak.

23 Mart

Surların kenarında bilyeleriyle oynayan oğlanları izlerdim kıyıya ulaşınca. Sur kalıntıları boyunca sıralanmış renk renk teknelere bakardım. Altın Boynuz sise gömülmüş. Karşı kıyıya ulaşırdı gözüm sürekli. Kar kızılı her yer bu gece rüyamda.

 Aynı rüya musallat oldu yine. Uyutmuyorlar beni. Kocamın, mahallelinin, Hüsnü Hoca’nın hakkımda söyledikleri. Vesveseyle yaşıyorum giderek. Kurtlar çıplak gövdemi çekiştiriyorlar habire. Öfkeyle uluyor ikisi de. İn cip top oynuyor ormanda. Oğlanın etini dişliyorlar sanki. Ali’nin parçalanmış gövdesinden tiksindim o an. Bir iki kokladılar beni yeniden.  Gözlerimi hafifçe aralıyorum o sırada. Parmaklarımı bir iki oynatmayı denedim. Kara gömülmüşüm iyice. Benim gibi deli kadına ilişmiyordu hiçbiri. Oğlancığın kanı damlıyordu tırnaklarımdan. Sivri, keskin tırnaklarımın katilliğinden mi tiksindiler bilmiyorum ama etimi yemekten ürktü ikisi de. Boğuluyorum şu kahredici karabasandan. Yatışmak istiyorum artık. Kimseyi öldürmedim ben. İçimde bir katili besliyorum da farkında değil miyim yoksa? Surların kenarındayken dalgasız denize takılı kalırdı gözlerim çoğu defa. Arada deniz üstünde taş sektirdiğim de oluyordu bu kaçışlarda. Çocuksu bir hazdı o anlarda içimi kuşatan. Yuvarlaklar iki, yassılar dört defa en çok. 

Apartmanın kirli, loş boşluğundan kısık çığlıklarım yükseliyor arada. İnce ince, cılız bir şekilde bağırmayı öğretmişlerdi bana. Üst kattakiler de duymuyor beni. Ağlama krizlerinden çıkamıyorum evin içinde. Ali anasının bir deli hallerine alışmış bilyeleriyle, oyuncak arabasıyla oynuyor bir köşede. Umursamıyor bile beni. Ben uçlarda yaşayamadım. Hep susmak öğretildi bana. Şimdi deliliğin sınırlarında geziniyorum besbelli. Aslında uysallığımı, sessizliğimi takdir ederdi kocam evlendiğimizde. Ağzımdan kerpetenle laf alınırdı sanki. “Az bir konuş kız” derdi bana yanaşıp. Gün geçtikçe de daha da suskunlaştım üstelik. Yazmaya sığınır oldum. Günlüğümü saklıyorum yine. Mehmet’in haberi bile yok yazdığımdan.

Duvarları örümcek ağları kaplamış giriş katındaki bu evde deniz düşlerimi yazabiliyorum yalnız. Surlar, kıyılar hem yakın hem de uzağım onlardan. Kapılar arkamdan kilitlenmediğinde kıyıya kaçışlarımın bedelini iki odadaki tutsaklığımla ödüyorum işte. 

Ah! Bir sırra kadem basabilseydim o dehlizlerde. Terk edilmiş balıkçı teknelerinden birine atlayıp açılabilseydim bir yerlere. Yüzmeyi de bilmezdim halbuki. Boğulup geberirdim suda besbelli. Olsun kediler, sırdaşlarım, dostlarım kurtarırdı beni belki de. Ya da deniz korurdu serin sularında.

Sadece kedilerle sırdaş olmak istemiştim ben. Tebelleş de olmuyordu bu zavallıcıklar bana.

Ah bu karabasanlar peydah olmasaydı keşke. Mahalleli söylemeseydi de yerimi kocama o kuytularda kaybolup gitseydim. Talihime sövmekten başka bir halt gelmiyor elimden

Ali’ye gebe kaldığım gün Mehmet yılan gibi sokuldu içime. İstemedim o an beni döllemesini. Kollarımı sımsıkı tutmuştu üstümdeyken. Bilmem hangi oruspuyu siktiğini düşünüyordu üzerimdeyken.

24 Mart

Kaçacak ne kadar çok dehliz var bu şehirde

Kaçacak hiçbir yer yok bana. “Bu şehrin yer altı dehlizlerle dolu,” demişti Mehmet bir seferinde. Ulaşabilsem belki de o sarnıçlara kadar varırdım. Evin altında eski zaman ruhları var da beni çağırıyor sanki. Sesler ulaşıyor kulağıma habire. Tekin olmayan cinsten sesler hem de. Nice zaman cezaevimin bir köşesinde taşların, duvarların arasından gizli bir geçit aradığım da oldu.

Mutfağın köşesinde gizli bir geçit varmışçasına duvardaki kırık fayansın arkasındaki boşluğa ellerimle ulaşmaya çalıştım geçen. Bir iki sıçan ölüsünden başka bir halt yok. Kâbus basıp da uyandığım geceler duvarların arkasında az mı geçit, kapı aramadım. Herif belediyede iş bulduğundan beri erkenden sızıyor. Mümtaz Hoca, “Devir bizim devrimiz. Bak orada yüzümüzü kara çıkarma,” demiş. Biti kanlandıkça daha da döver oldu benimki. Şükür, erkenden uyudu yorgunluktan yine. Sızıp kaldı yatakta. Horultusu mutfağa dek ulaşıyor. Toprağın altında, duvarların arkasında bir geçit yok işte. Tüm geçitler bana kapalı ya da. 

Gözüme yine fare ilaçları ilişti. Oğlan oynamasın diye mutfak dolabına koydum ardından. Evin her yeri kilitli, pencereler demirli. Gidecek yer yok işte. Otur oturduğun yerde. Oturma köşesinde bağdaş kurup pencerenin kenarından şehrin sisler içindeki dip dibe, bitişik nizam uzanışını izler yakalıyorum kendimi. Bir iki sefer pencerenin önünden geçti Hüsnü Hoca. Gözüyle yedi neredeyse beni. İçimdeki ifritleri çıkaramadın işte. Sırıtarak baktı bana. Benimkini sordu. “Gelmedi daha” dedim. “Akşam sohbeti kaçırmasın” diye tembih etti. Herifin gözü var bende besbelli. Mehmet’e söylesem yine hiddetlenir, müneccim boku yediğini sandığı adama iftira atıyorum diye yürür üstüme. Tüm mahalleli için ne de nurlu, efsunlu adammış bu deyyus.

Benimki zıvanadan çıktıkça içime anlaşılmaz bir haz duygusu çörekleniveriyor. Onu delirtmeyi seviyorum besbelli. Başımı sıkı sıkıya örtmez olmuştum evde. Şarkılar söylüyorum televizyonu açıp. Yarı çıplak dans eden, şarkı söyleyen genç kadınları görünce göz ucuyla keyif alıyor benimki biliyorum. Öfkeyle kapatıyor televizyonu ardından. “İnsanı dinden, imandan eder bunlar, izleme şu kanalları.” diyor bana. Hafif meşrep şarkıları ağzımda duydukça “Allahsız!” deyip indiriyor tokatı. Bilmez miyim oruspuların peşinde koştuğunu aylar öncesinde. Hangi ara ahlak, edep sahibi oluverdin.

Ağzımı da bozdu it. O üzerime yürüdükçe laf yetiştirir oldum. Küfürbaz “oruspu” diyerek Allah’ın adıyla döver oldu ne zamandır. Oruspuysam o da puşt o halde. Mehmet beni itip kakarken oğlanın ağlamaklı bakışlarıyla göz göze geliyorum ara ara. Çocuğun gözünde sevilesi bir yanım yok muhakkak. 

İçim sıkılıyor gitgide. 

26 Mart

Sofrada kahvaltıdan kalma bardaklar, tabaklar, çatallar. Bir üşümedir peydah oldu bu taş binada. Sofrayı toplayasım gelmedi bugün Üst kattan su damlıyor yine. Apartmandaki nem bela. Nefes alamıyordum ne zamandır. Arada koşuşturan farelerin tıkırtılarını duyuyorum mutfakta. Fare zehri işe yaramıyor. Koca koca sıçanlar geziniyor mutfak dolabının altında. Geceleri yatağın altından tıkırtıları geliyor. Benimkini fare zehiriyle gebertsem dedim bir ara. Bu sıçanları öldürmeyen zehir ne işe yarar ki Mehmet’te. Oğlanın da ciyaklamaları sinirlerimi geriyor iyice. O da huzursuz benim gibi.

 “Geçen de senin gibi oruspunun namazı da orucu da kabul olmaz.” diye söylendi evden çıkarken. Başörtümü gevşetip saçlarımı açıyorum o evdeyken. Ter basıyor evin içinde. Evdeki örümcek ağları daha da delirtecek beni. Oğlanın bakışlarında tuhaf bir şeyler var. Onunla göz göze gelmekten kaçıyorum hep. Mehmet giderken “Hocanın sohbetine kalırım, geç dönerim,” demişti. Agop’un öküzü gibi dikmişti yine gözlerimi üzerime. Kaçacak yerim yok it. Her zamanki gibi telaşla kilitledi kapıyı ardımdan.

Ali elindeki plastik arabayla odanın diğer köşesinde oynuyor. Mehmet gibi soysuzun biri olursa ilerde diye vesveselere girer oldum. Doğurduğum yetmedi bir Mehmet büyütmek istemiyorum besbelli. Böyle ruh hastası, sevgisiz bir anayı da hak etmiyor ya bu oğlan. Dokunamıyor, sevemiyorum çocuğu işte. Acıktığında onu oyalayacak ekmek arası bir şeyler hazırlayıp bırakıyorum sofraya. Alıştı da velet oradan almaya yemeğini. Masayı da toplayasım yok. Akşamında buna da hiddetlenir. İçimden koca bir siktir et diyesim geçti bugün. Bakışlarım donmuş, sokağı seyrettim pencereden. Başörtümü açıp aynada beyazlaşan saçlarıma baktım, boyatmama da izin yok ya.

 Birkaç yılda ne çabuk yaşlanıvermişim. Daha birkaç yıl öncesine kadar yumuşacık, ipek gibiydi saçlarım. Keçe gibi şimdi. Çocukken anneme, “İçimde bir kuş olsa uçar mı?” diye sormuştum da anam ağzımın payını vermişti. “Sorma öyle deli işi şeyler,” demişti bana. Hep yarım akıllıydım onun gözünde zaten. “Erken evlenme delisi oruspu” derdi bana. O da hocaların, cinci komşuların kapısını aşındırırdı ben lisedeyken. O zamandan sokak kedileriyle konuşur, onları evden aşırdığım yemeklerle beslerdim. Okulda hocam anama, “Genç kız bu, çok üstüne düşmeyin” demişti de susmuştu bir süre anam. İçimdeki kuş öleli yıllar oldu. Mehmet’in, babamın, anamın öldürdüğü bir nice şey gibi üstelik. Kocam gibi bir acur güzeline bunca katlanınca içimdeki tüm güzellikler tahtalı köyü bulur elbette

.28 Mart

Yemeğine fare zehiri katmak nereden aklıma geldi bilmiyorum. İştahla bitirdi kuru fasülyeyi. Tadında bir acayiplik de hissetmedi yemeğin. Ölümünü ağır ağır izleyeceğim işte. İçimde garip bir haz uyandı. Erkenden uyuyakaldı yine. Bir ağrı var midemde deyiverdi. Azıcık koymuştum zehirden. Yavaş yavaş ölümünü seyredesim var. Mahalleli kadınlar gündüz yine kapı önündeydi. Benimle pek yüz göz olmazlar. Bir zamanlar Mehmet’le çarşıya inişlerimizde selamladıkları da olmuştu. Nezahat abla vardı yan apartmanda. İlk yıllarda yemek getirdiği de olmuştu eve. Evde kilitli kaldığımdan bu yana o da uğramaz oldu bana. Belki de şükrediyorlar hallerine. Kocaları en azından kapının önünde çekirdek çitleyip, dedikodu yapmalarına müsaade ederdi, onlar evde yokken. Hepsi için koskocaman bir özgürlük bu.

 Ne olurdu çilingir çağırtıp çıkarsalar beni. Şehrin erken yazını yaşasaydım kıyıda sırdaş kedilerimle oturup. Yağmur başlasa da birazdan ıslanmaktan da keyif alırdım muhakkak. Gri karanlıkta berduşlar da bulaşmaz bana muhakkak. Evin bir yerinde gizli bir geçit olsaydı keşke. Duvarların arkası, çamur toprak, ölü sıçanlar halbuki.

Bu şehirde nice cellatlar gömülmüş dehlizlerin altında. Mehmet yıllar önce buralara taşıdığımızda rakısını içerken söylemişti bana. “Sen de iç,” demişti sevecenlikte sonrasında. Mendeburun yüzünde ölsem göremezdim böyle uysal bakışları halbuki. Cellatları anlatırken gözümde film gibi canlanmıştı o cinayetler. Kendi cinayetimi kurmuştum bir an. Kanlı elleri o cellatbaşıları da kimsesiz mezarlara atılmaktan kurtaramamış. Mezar taşsız ölüler hepsi. 

Havada bir gıdım rüzgar yok o gün. Saçlarımı serbest bırakasım var ne zamadır. Sıkı sıkıya bağlatsa da Mehmet başımı dayanamıyorum artık. Onun Allah’ı değil de kendi Allah’ım saçlarımı dağıtmama izin verir muhakkak. Camlar kalın perdelerle kapalı yine. Ağır ağır zehirleniyor Mehmet. İyi değilim deyip duruyor bana. Dün bir çay kaşığı daha kattım yemeğine. Bugün bir çay kaşığı daha. Gözleri donuklaştıkça uyuyası geliyor. Cellatbaşıların gücünü hissediyorum kendimde. Zindan karanlıklarında o cellatbaşılar ve gaddar yamakları az işkence etmemişler mahkumlara. Mehmet de benim zindanımda artık. Gecenin bir yarısı korkuyla uyanıyorum yine. İniltiler içinde. Ölü gibi. Zehrin vücuduna yayıldığını anlıyorum. Tir tir titriyor. Ter içinde…  Göz ucuyla derin uykudaki Mehmet’e baktım. Keskin tırnaklarım ölümcül bir güç hissetti ait olduğu ellerde. Tiksinti ve mide bulantısıyla izledim onu. Top atsan uyanmaz geceleri zaten. Zehir bir yılan gibi yayıldı artık vücuduna. Ter içinde, sayıklıyor sürekli. Üstüne çıkıp ellerimi boynuna geçirdiğimde hikayelerini duyduğum cellatbaşıların kuvvetini hissettim ellerimde. Yarı uykulu ellerimden boynunu kurtarmaya çalıştıysa da tırnaklarım keskin bir bıçak gibi oluk oluk kan akmasına yol açtı boğazından. Keyifle izledim ölüsünü. Geceliğim kıpkızıl, kan içinde. Perdeyi açıp pencereden geceyi izlemeye koyuldum.

 Ay çıkmış. Dolunay hem de.

Ali’nin ağlamasıyla geliyorum kendime. Acıkmıştır deyip mutfakta ekmek arası bir seyler yaptım oğlana. Masaya bıraktım alsın diye. Ellerim Mehmet’in kanı içinde. Banyodaki musluğu açınca lavaboda suyun biriktiğini fark ediyorum. Kıpkızıl bir gölet şimdi. Surlardaki kedileri beslemeliyim. Mutfakta yemek artığı ne varsa doldurdum küçük bir tencereye. Beni bekliyor siyah yavrucaklar ve tekir kardeşleri.

Gece ışıl ışıl gök. Sis yok demek ki bu gece Haliç’te.

*Bu öykü yazarın aynı adlı öykü kitabında yer almaktadır.