Ölüm Kayalığı/Emine AYDOĞDU

Gidiyorduk. Aslında gitmiyorduk da zorla götürülüyorduk. Hissettiğimiz şaşkınlık ve korku gözlerimizden okunuyordu.

Yutkunamıyorum; sanki boğazımı sıkıca bağlamışlar. Ateş’e doğru yöneldim. Ateş uzaklara bakıyordu. Yanımızda değilmiş gibi duruyordu. Dokunduğumu hissedince yüzünü çevirdi. Gözleri çölde yürümüş gibi kızarmıştı. Ağlamamıştı. Bizim ağladığımız zamanlarda onun gözleri kanardı. İçimizde en direngen oydu. Üşümez, acıkmaz, bizim duyamadığımız sesleri duyar, kokuları alırdı.

Toprak, bizi izliyordu. Yüzündeki coşku kaybolmuştu. Toprak’ın neşesi bulaşıcıydı. En olmadık zamanlarda en güzel kahkahalarını atar, hepimizin yüreğine efil efil rüzgâr yağardı. Rüzgârlı havalarda birlikte koşmak, en güzel oyunlarımızdan biriydi. Gökyüzü, ağaçlar, yıldızlar, dağlar ve ovalar bizimle beraber koşardı.

“Ben terliyorum” diyerek tepinmeye başladı. “Burası sıkış tıkış. Ayaklarımı hareket ettiremiyorum.” Su, gözleriyle Toprak’ı sakinleştirdi. Sabırla beklemesini öğütledi. Toprak, babasını özlemişti. Babası, üç gün önce mavi kamyonla götürülmüştü. Kamyona binmemek için direnmişti. Direnince ellerindeki sopalarla başına, sırtına vurup, tekmelemişlerdi. Kan içinde yerde kımıldamadan yatıyordu. Siyah çöp poşetinin içine koyup, kamyona fırlatmışlardı. Kamyonun kasasından güm diye bir ses gelmişti. Poşet yırtılmıştı. Babası kalkmaya yeltenirken, o ara Toprak’la göz göze gelmişti. Toprak’a “kaç uzaklaş” der gibiydi.

Süt beyazıydı. Adıyla rengi tezat oluşturuyordu. Direngen, korkusuz ve mücadeleci olduğu için ona herkes Toprak diyordu. Cesaretini, adını taşıdığı topraktan alıyordu.

Ateş, kalabalığın arasından zorlukla kendine yol açarak, Toprak’ın yanına gitti. Öpüşüp koklaştılar. Onların bu hali, diğerlerini bir nebze olsun kaygılarından uzaklaştırdı. Kamyonun kasası tıka basa doluydu. Üst üste çöp yığar gibi yığmışlardı. Korkudan sidiğini ve bokunu bilinçsizce bırakanlar oldu. Korku, ter, bok ve sidik kokusu birbirine karışmıştı.

Bize ne yapmak istediklerini anlamaya çalışıyorduk. Olacakları sezme yetimiz olağanüstüdür. Başımıza kötü şeyler geleceğini biliyorduk. Ama çaresizlik içindeydik. Sezgilerimize ket vurulmuştu. Adım atmaya mecalimiz yoktu. Sersemlemiştik. Geceleyin parka koydukları yemekten olmalı. Ateş, lokantadan toplanan yiyeceklerin üzerine, naylon torba içinde beyaz toz serptiklerini görmüş. Önce ne olduğunu anlamamış, güvercinlerin yalpaladığını görünce bir kötülük olduğunun farkına varmış.

Hava iyice kararmaya başlamıştı. Başımızın üstünde ışıldayan Ay’ın dışında hiçbir şey gözükmüyordu. Birbirimize yaslanarak uyuyorduk. Kamyon çok hızlı gidiyordu. Savrulup düşme korkusu yüzünden gözümüzün birini açık tutuyorduk. Hepimiz tetikteydik. Üzerimizdeki sersemlik bütün gücümüzü yok etmişti. Kamyonun bu kadar hızlı gitmesine aldırmayıp, atlayıp kaçmak, eminim ki hepimizin aklından geçiyordu. Kamyon yavaşlamadan sert bir frenle durdu. Alaca, atlayıp kaçmaya başladı.

Arka arkaya atılan kurşunların sesi kulaklarımızı sağır etti. Yaşlı ve sağ ayağı aksayan adam; “geberttim şerefsizi” daha genç olan; “boşuna kurşun harcama! Az kaldı. Bak, güneş de çıkmaya başladı. Haydi, bir cigara tüttürelim. Sonra götürüp boşaltırız. Şunlardan bir kurtulalım. Gözlerimden uyku akıyor. Vurup kafayı yatacam.”

Çöp boşaltır gibi kayalık bir yere boşaltılar bizi. Aşağıdan su sesi geliyordu. Kuru toprak ve taşların dışında öldürücü bir ayaz ve koku vardı. Kayalığın etrafı demir tellerle kapatılmıştı. Bizden önce getirdiklerinin bir kısmı ölmüş, bir kısmının da ayağa kalkmaya mecali kalmamıştı. Bedenen güçlü olanlar, ölenlerin cesetlerini yiyerek hayatta kalmışlardı. Bir süre sonra onlar da ölecekti. Zor yürüyorlardı. Tüyleri dökülmüş, kemikleri sayılıyordu. Acınacak haldeydiler. Onları öyle görünce, yüreğim  sanki parçalara ayrıldı. Keskin ve boğucu bir acı hissettim.

Şu an gördüklerimizi daha önce anlatmışlardı da inanmamıştık. Uydurma deyip, gülüp geçmiştik. Böyle bir vahşeti, hiçbir canlı diğerine yapmaz diye düşünmüştük; ama çok yanılmışız.

Kamyonun girdiği demir kapı, açık duruyordu. Genç olan kamyona bindi. Yaşlı, kamyonun kapıdan çıkmasını bekledi. Belli ki kapıyı üzerimize kapatıp kilitleyecek. Yaşlı adam aksak adımlarla kapıya doğru yöneldiğinde, Ateş ve Toprak hırlayarak yaşlı adamın üzerine atladılar. Yaşlı adam haykırarak yere kapaklandı. Toprak, yaşlı adamın boğazından yakalayıp kanını akıttı. Kara kan, yüzümüze sıçradı. Cesaretin bulaşıcı olduğunu o gün öğrendim. Yerde ölü gibi yatanlar bile hırlayarak yanımıza geldiler. Yaşlı adamın etrafında bir çember oluşturduk.

Kamyondan hızla inen genç adam, silahına sarıldı. Korku içinde üzerimize ateş etmeye başladı. İçimizden kimileri öldü, kimileri korkudan ölü cesetlerin arasına saklandı. Geride kalanlar, hep birlikte genç adama doğu hücum edince, adam, kamyona binmeye fırsat bulamadan koşmaya başladı. Taşların üzerinden atlaya atlaya koşuyordu. Arada bir arkasına dönüp hedefsiz ateş ediyordu.

Korkunun, hem tutsaklığı hem de hata yapmayı içinde taşıdığını parkta tanıştığım birisi söylemişti. Öyle de oldu. Genç adam, korkudan uçuruma doğru koştuğunu fark edemedi. Ayağı, dişlerimizden daha keskin görünen taşlara takıldı. Kayalıklardan aşağıya doğru çığlık çığlığa yuvarlandı.

Efil efil esen rüzgâr, tüylerimizi nazlı nazlı okşuyordu. Ölüm kayalığını ardımızda bırakıp, rüzgârla beraber ufka doğru hep birlikte koşmaya başladık.