Bir Kıyamın Alameti Farikası/Erinç BÜYÜKAŞIK

Çatladı çatlayacak

Ahmet, yığının altından çığlık atıyor. Karabasan olsa gerek. Birkaç gece evvel de aynı kötü düş giriverdi uykuma.  Çatlağı idare müdürüne söyledik, uyardık herifleri, dinleyen kim. Bu gidişle toprak üstümüze çökecek. İşinize bakın dedi, her zamanki buyurgan ses tonuyla. Patronun göt yalayıcısı Kemal Efendi işte.Şantiyedekiler gıkını çıkaramadı herifçioğlu işten kaçmaya heves ermeyin diye bağırmaya başlayınca. Vallaha bizim Mahir dellendi, sendika mendika dediyse de dinletemedi kendini.Sus pus oldu, lal oldu diğer işçiler. Ana avrat düz gittim herifçioğullarına. İmza attık. Başımızda gelecekten biz mesuluz. Attırdılar bir biçimde altına imzamızı. Şikayet etmeye hakkımız yüzümüz yok, güzelim koca toprakları sattık bir kere şirkete. Ağzından toprak tükürüyordu o sırada. Tonlarca toprak çıkıyordu boğazından. Sesini düşümde işitirken duvardaki gölgesi yanaştı, yanağına dokundu usulca. Ahmet, kaba görünür ama içinde uysal bir çocuk yatar zaten, sesini işittim gölgesi gezinirken. Taşlı toprağın içindeki sarı tozları anlattıydı geçen hafta Ahmet. Öyle göründüğü gibi  ahım şahım bir şey değil toprağın içinde güzelim, diye sürdürdüydü lafını eve döndüğünde. Bir parça kaya getirdi diğer gün. Bunu çıkarmak için toprağı zehirliyoruz aslında deyiverdi. Aklına geldikçe ecel terleri döküyor, içi sıkışıyordu habire. Öyle sapsarı pasparlak değil da değildi zaten taşın içinde.

Televizyonda üç kadın birbirine bağırıp çağırıyor. Anılık dürtüsüyle bir kadın oğlunu Amerika’ya kaçırmış. Oğlan arabayla beş kişiyi ezmiş gecenin köründe. Gözleri ferfecir okuyan sunucu kadının yurtdışına oğlanı nasıl kaçırdığını tartışıyor. Akşama türlü, pilav, çorbayı unutmamalı. Ahmet sever benim türlümü. İçi sıkıldı bunları düşününce. Ahmet’i toprağın altında gördü rüyasında, yoksa rüya değil mi diye sordu kendine. Nefesi daraldı yeniden. Ölümün ıhıltısı geziniyor odada. Kalabalığın, ahları, eyvahları, ağıtlarını işitiyor yüne. Gökte bereketsiz bir sancı var zaten. Dizlerini kırıp ağıtlar yakan kadınlar dokuz hayalet olmuş geziniyor odada. Ahmet’in ağzında, tırnaklarının arasında sıkışıp kalan toprağı söküp atamıyor uğraşsa da.. Yüz on iki metre yüksekliğinde yığın. Altında. Kamyoneti de buldular. İşçilere ulaşamamışlar ama. Murat’la kamyonu yığından kurtaramadık. Toprak yığını ezdi ikimizi de.

Toprak çürük çürük kokuyor bir süredir, yumurta çürüğü gibi. Dizini çenesine çekip bakışlarını tavana dikti toprak kokusunu duyunca. Ekmeksiz yemez  Ahmet, kaldı mıydı kahvaltıdan? Kapı açılmadı saatlerdir. Tanır onun kilidi açışını, tabiatı gibi usulca, ürkütmekten hep korkar halde; ayırır Ahmet’in basamaklardan yükselen ayak seslerini.

Şirketteki iki üst yönetici kapının önünde bekleyen ailelere sıkıntıyla baktı. Ağzından tek kelime çıkmadı sözcü olanın. Boğazına tıkıldı sözcükleri. Bağırışları, kızgın cümleleri işitmemeye çalıştı. Güvenlikçiler, jandarmalar kapı girişinde kimseyi geçirmiyorlar içeri. Uğultular, ağlayış, sızlayışlar, iniltiler arasından geçip kapıya yöneldi Zehra. Bakan beyler yapacakmış açıklamayı söylediklerine göre. Heyelan sonrası kimseyi sokmuyorlarmış maden sahasına. Önlerdeki muhabir çenesinin vidaları gevşemişçesine habire sorular soruyor şantiye müdürüne. Bakan beyler gerekli açıklamayı yapacak sonradan. Kurtarma çalışmaları devam ediyormuş. Tonlarca toprağı, çatlaklardan oldu diyorlar.

Zaman homurdana homurdana geçiyor sanki iki gündür. Uhrevi bir tören hissiyle ağlaşmalar artıyor köyde. Ahmet’in ölüsü…Çıkmadı daha. Allah’tan ümit kesilmez, dedi anam. Toprak altında yiterlerse bir tabutları olmadan börtü böceğe karışacaklar. Bir mezarları bile olmadan. Arama çalışmaları devam ediyor. Sesi boğuklaşıyor, boğuluyor, susup kalıyor. Issız, kuytu bir gözyaşı dökülüyor içine. Yüz on beş  metre altından çıkarırlar mı sahiden onları. Tonlarca toprak. Ahmet nefes alamıyor bir an.

Ağacın dibindeki o gölgeye dönüşüveriyor Ahmet kapının eşiğinde bitip. Onunla sırtlarını verdikleri, koca ovayı aşık aşık izledikleri kayısı ağacının çiçekleri açıvermiş. Birden kasabasının ağıtçı kadınlarını fark ediyor; ağacın altındaki gölge yerin yedi kat altında. O da katılıyor ağıtçı korosuna. Avlunun sonundaki sardunyalara ilişiyor gözü. Su vermeli çiçeklere. Suya zehir bulaştı, toprağa zehir aktı.. Su çürür mü, Ahmet, o da çürür elbet nihayetinde diye cevaplıyor  öfkeyle.

Yıldızsız gece… Cılız ay ışığı tepenin arkasına gizlenmiş. Köpekler sokak boyunca uğursuzca havlıyor. Pencereden baykuş gibi gözlerini yola dikmiş Ahmet’i bekliyor uzun uzun. Gözler körleşecek beklemekten. Çatal görmeye başlıyor sokağı. ağaçlar kuruyuveriyor o an; solmuş çiçeklerin dibinde börtü böcek ölülerini fark ediyor yeniden. Nehirde balık ölüleri. Yüzlerce, binlerce…Hayra alâmet değil… Rüzgar hızlandıkça, bulutlar kıvrılarak ilerliyor gökyüzünde. Gökte bereketsiz bir sancı yine. Toprak zehirlendi, lâl oldu, kör oldu anlayacağın. Dağ güneşi sakladı iki gündür. Felaket habercisi o da. Karanlık ve sonsuz gecede boğazına kadar toprağın içine gömülü kamyonetin içinde Ahmet. Bu sanrı değil, hakikatten kaçma artık.

Çamurları, toprak yığınını kaldıra kaldıra dokuz gölge, kapıları kırarak giriyor evlere. Ahmet’in gölgesi beliriveriyor dibinde yine. Susuyor yine. Ahmet’in muzip gülüşü, gamzesi beliriyor bir şekilde. Onu bundan sevmişti ilk gördüğünde. Gamzesine bayılmıştı oğlanın, kibarlığına bir de. Kasabanın diğer oğlanları gibi hoyrat, delibozuklardan da değildi hani. Paslı balkon demirlerine dayanıp ölü çiçekleri izliyor. Toprağın da cenazesi kılınacak. Bu cuma kasaba camisinde… Ters dönmüş bir böcek gibi debeleniyor rüyada. Ayakta bir düş gördüğü. Balkon demirlerine sımsıkı tutunuyor.

Koca bir beddua geziniyor gökyüzünde bir an.