Film Okumaları: Helene/ Fatma ALTUN

Bir sanatçı portresini aktaran filmin ana kahramanı tam adı Helene Schjerfbeck olan bir sanatçı. Onun hayatından bir kesit izledim bugün. Film, ünlü ressam Finli Helene Schjerfbeck'in genç sanat eleştirmeni Einar Reuter’e olan aşkının hikayesini anlatıyor. Ne zamandır aklımdaydı, izlemek istiyordum. Hatta birkaç defa yeltendim ancak uyuyakaldım ve tamamlayamamıştım. Neyse ki bugün muradıma erdim. Birkaç yerinde soluğum kesildi, bir iki defa içim titredi. Üzüldüm, hüzünlendim, güldüm. En çok da bütün kültürlerde rastlanan, öğretilmiş ayrımcılığa öfkem kabardı. Karmaşık duygularla izledim anlayacağınız. İki saat boyunca Helene ile oturdum, onunla kalktım. Onunla acıktım. Açık pencereden gelen soğuğunda üşüdüm. Koştum. Aksayan bacağına rağmen onun koşuşuna yetişemedim. Bir ara, sanat simsarının içtiği puronun kokusu bile geldi burnuma. Filmi durdurup, kokunun kaynağını aradım. Bulamadım tabi...


Yönetmenliğini Anti J. Jokine’in yaptığı filmin senaryosunu Marko Leino ve Anti J. Jokinen, Rakel Liehu’nun romanından uyarlamıştır. 2020 yapımı olan biyografi, dram ve tarih türündeki bu filmin oyuncu kadrosunda Laura Birn, Johannes Holopainen ve Krista Kosonen yer almaktadır. Filmin konusuna gelecek olursak, yıl 1915. Son sergisinin üzerinden yıllar geçen bir ressam olan Helene, şehrin dışında, yaşlı annesiyle birlikte yaşamaktadır. Ünlü fakat unutulmuş bir sanatçıdır ve artık sadece kendi tutkusu için resim yapmaktadır. Günün birinde bir sanat simsarı, resimlerini keşfeder ve kırsaldaki evinde Helene’i ziyaret eder. Adam onu, kişisel sergi için ikna ettiğinde Helene için her şey değişecektir. Asıl değişim ise ona tutkulu bir hayranlık duyan amatör ressam Einar Reuter ile karşılaştığında başlar. Einar, Helene’in imkânsız aşkı olur. Filmde, Finlandiya'nın en beğenilen ressamı Helene Schjerfbeck'in 1915-1923 yılları arasındaki gerçek hayat hikâyesi anlatılmaktadır.

Kendisini 'kadın sanatçı' olarak nitelendirmek istemese de hem kadın hem sanatçı Helene’in (gerçekçilik akımının en iyi natürmort ve oto portre örneklerini veren Fin ressamın hayatından bir kesit izlediğimiz) yaşamından çarpıcı kesitleri izliyoruz  film boyunca. Kahramanımız yine bir kadın ve yine bir sanatçı. Ve yine bir aşk acısı. Sonuçta sanat, evrensel bir dildir ve sanatın cinsiyeti olmamalıdır ancak oluyor işte. Olmuş ve de olacak… Kadının olduğu her yerde aşk, aşkın olduğu yerde de acı olacağı gibi. Ve o acıyı da her ne hikmetse, hep kadın olan yaşamalıymış gibi yazılmış bütün hikâyeler...

Helene, yaşadığı çağ açısından  uzun bir ömür sürmüş aslında. Bir kere âşık olmuş fakat hiç evlenmemiş. Diğer ressam hikayelerinin aksine ölümünden öncesinde ünlü olmayı başaranlardan biri. Eserlerini satabilmiş ve para kazanabilmiş. Bu sayede boğazlarından iki lokma geçmiş. Savaş yılları ve kıtlık mevzu bahis. Her şeyi satın alacak bir durum yok ortada. Çoğu zaman para yok, olduğundaysa istedikleri şeyler yok. Mesela kahve ve şeker alamıyor Helene. Yine de annesinin isim günü diye satıcının insafını satın alabiliyor. Yani bisküvi… Onun kazandığı parayla ilgili iki sahnede titredi içim aslında. İlki ağabeyin söylediği ve annenin de onayladığı kazanç dağılımı hakkındaki sahne. Sergide satılan tablolardan gelen kazancın mirasçılar arasında paylaşılması gerektiğinin söylendiği sahne. “Kadınların çalışmaları mirasçılara aittir” sözüne rağmen Helene bu talebe karşı çıkar, izin vermez. Buna istinaden annesi tablolarından birini oğluna vermek için izinsiz alır ve bunu da Helene adına özür mahiyetinde yaptığını ima etmesi çok sarsıcıydı. Diğer sahne ise onun kazandığı parayla donatılmış mükellef sofradaki tabağına koymak üzere ete uzandığında annesinin söylediği bir cümleyle oldu. “Eti önce erkekler yer!” Helene’in bu cümleden sonra çatalı bırakışı çok acı da olsa sonrasında ağabeyin arsızca doldurduğu tabağı Helene’e uzatışı biraz yürekleri soğutur cinstendi. Yine de lütfedercesine bir tavırla o tabağın uzatılması, kadının o dönemdeki yerini açık ediyordu.

Helene Schjerfbeck, Finlandiya Sanat Derneğinin Çizim Okulu'nda veAdolf von Becker'in özel akademisinde sanat eğitimi aldığı sırada Helena  Westermarck ile tanışır. Daha sonra, çok yakın dost Westermarck ve Schjerfbeck, "ressam kardeşler" adlı bir grubun da parçası oldular. Bu dostluk filmde de konu edilir. Sürekli mektuplaşan ikili sıklıkla bir araya gelir. Aralarındaki bir diyalog çok ilginçtir. Helene Wester’e “Üzgün müsün? Güldüğünde çok üzgün görünüyorsun.” der. Wester ise “Hayır. Bilmem, belki de. Sorun nedir?” diye sorar. Ve Helene o vurucu cümleyi kurar. “Tüm sanatçılar üzgündür. En mutlular bile.”

Helene ve Wester sürekli yazışırlar. Annesinin ölümünden önce hissettikleriyle ilgili olarak ona yazdığı bir mektupta şunları itiraf eder. “Yıllar boyunca, annemle ayrı adalardaymışız gibi birbirimize bağırıp durduk. Şimdiyse kendi adasında sakince yatıyor. Annem benim kıymetli işkencecim miydi, yoksa başarımın önünde duran engel miydi?” Nihayetinde erkek evladını daha çok sevdiğini hiç gizlemeyen bir annenin ölüm döşeğindeki tek bir okşayıştan ibaret samimi vedasıyla kızından af dileyişine ve sanatçının gözyaşlarına şahit oluyoruz filmde. Einar’a gelecek olursak, âşık olarak hiçbir zaman bir araya gelmediler fakat dost olarak da hiç ayrılmadılar. Sıra dışı arkadaşlıkları ölünceye dek sürdü.

Sanatla ilgili hikâyeleri seviyorum. Üzerine konuşulacak çok sahne var. Fotoğraflar muhteşem. Kurgu harika. Hikayesiyle insanı hızlıca içine alan türden bir film Helene. Bunun gibi biyografi filmleri başta olmak üzere konusu sanat olan filmlere de bayılıyorum. Sırada yaşlı bir sanat tüccarının, sıkıntılı kariyerini başarılı bir jübileyle tamamlama şansı vaat eden imzasız bir tablonun ardındaki tarihi araştırdığı “Tuntematon Mestari” (Son Bir Anlaşma) “Bilinmeyen Usta” filmi var. Beğenirsem onu da sizlere anlatmak için yazarım. Sanat, her daim iyileştirir. Şimdilik sevgiyle kalın.