Yabancılaşan Karelerde Ne Bulmamız Gerekiyor?/Havva Ağral

Bazı filmler insanlara uzak, soğuk, empati kurulamaz ya da anlaşılması güç gelir. Özellikle ünlü yönetmenlerin bunu yapması düşündürücüdür. Tümüyle haykıran filmler deyince aklıma eski Türk filmleri geliyor. Travmatik ve toksik insan ilişkilerinin ürünü olabilecek yerli filmler, isyan, kahır, arabesk acılara boyanır ve karşımıza çıkar. Bize sadece acı verirler. Ama düşündürmek açısından cılız mesajları ya vardır ya da hiç yoktur.

Yerli filmlere tamamen haksızlık etmemekle birlikte düşünme parantezinin bazen boşluk vermek bazen suskunluk, bazen de göstermemek olduğunu, o boşlukları seyircinin doldurmasına izin veren filmlerden çıkarabiliriz. Yabancılaşmak da biraz duygudaş yakınlık kuramadığımız karelerden yaşama yansımaktadır. Nuri Bilge Ceylan; suskunluk ve uzun bakışlarla bunu kotarmaya çalışır. Özellikle "Uzak" filminde uzun aralıklarla, uzakları seyreden karakter, uyum pozisyonu yerine uyumsuzluğun edilgenliğini veriyor diyebiliriz. Ceylan’ın perspektif kullanımından, yolda oluşun, uzun süreli sekanslarına kadar hep boşluklar bırakılmış diyebiliriz. Minimal bir konunun uzun sekanslara düştüğü, uzun boşlukların içinde olmak, İran ve Ceylan sinemasını birbirine yakın düşürmüştür.


Yabancılaşma büyük oranda insanın artık kendisini de etrafını da tam manasıyla duyamadığı, anlam aramaktan vazgeçtiği anların gösterilmesi olarak tanımlanabilir. Mahmut ve Yusuf karakterlerinin birbirlerine mesafesini izliyoruz. Yusuf karakterinin geniş boşluk alanından, kadraja doğru yaklaşması, bir yer edinme çabası olarak anlaşılabilir. Sözsüz olana, analist bakışlar gerekiyor. Mahmut karakterinin aşk yaşamının net gösterilmemesi de büyük bir boşluk bırakıyor. Sadece sözlerle, sözsüzlükle değil, görüntüyle de verilen bir mesafe vardır. Film bir fotoroman sahneler bütünlüğü gibi görüyoruz. Akıştan da yoksunluk söz konusu. Akışsız filmler hayatın akışına bile ters durmaktadır. Bu anlamda kare kare gördüğümüz, belki de yoğun bir insani çabanın, sonrasındaki yılgın insanı vermektedir. Tabii böyle olun demez yönetmen, ama yılgın insanın resmine bakın ve o kendinden uzaklaşan Mahmut’u görün ve kendinize dönün de demek isteyebilir. Boşluklar bırakılan tema filmlerinin içine çok malzeme sığabilir. Bu da izleyenin donanım, amaç, perspektif duygularına yani ileri görüşüne bağlıdır. Yusuf karakterinin yaşama adapte olmuş gençlere imrendiği, ama uzağında kaldığını görürüz. 


Evdeki fare'nin Yusuf’un düşlerine girmesi, bir eğretilemedir. Her iki canlının birbirleriyle özdeşlik kurulduğu bir sekanstır. Fare’yi poşete koyar. Kedilerin parçalamasına izin vermek istemez. Onu duvara vura vura öldürür. Ve ertesi gün Yusuf evi terk eder. Deniz kenarındaki uzun duruşu aslında bir muammadır. Bu sahnede zaman farkıyla Haneke’nin son filminin muamması ile akrabadır. Deniz ve ölüm çağrışımı vardır. Haneke’ye uzunca bir parantez açmak; yabancılaşma konusunun daha derinine inmemiz açısından da son derece önemlidir. "Mutlu Son" filminin final sahnesinde dede karakterin torun ile denize doğru sürekli ilerleyişi ve orada ne olduğunu bilmemek. Filmlerdeki boşlukların, finalde de karşımıza çıkması halinde, yine o boşlukları izleyen ya dolduracaktır ya da merak noktasında, ucu açık kalmasını belki de tercih edecektir.

Sevgisiz, anlayışsız, temassız filmler. Aşk yerine sevgisizliğin itirafını arayan bir çocuk görürüz "Mutlu Son" filminde. Ceylan’ın filmindeki fare, "Eraserhead" filminde cisimleşen iğreti bebek istenmemek, sevgisizlik gibi duygunların dolaylı ifşaları olmaktadır. İnsanlar yabancılaşma konusunu karşısında bir yaratık gibi görme durumundan bir haz alıyor. İlginçtir, "Eraserhead"daki bebek artık sinemada bir simgedir. Özellikle de Haneke’nin sanat kodlarında; insanların modern toplumdaki çöküşünü, ilgisiz, kayıtsız sevgisiz, temassız, boşluklar vererek anlattığını görmeye çalışmalıyız. Ya da yaşamdan soyutlanmış, belki hırslarını ve sevinçlerini kaybetmiş, durağan insanlar görürüz. Belki insanlık için yolun sonu, dürtüsel olanın bile yitirildiği, künt noktadır. Dürtüsel olanın kaybı, umudun da çoktan yitirilmiş olduğunu gösterir. Yaşamdan beklentileri olmayan insanlar ne yapar? "Yedinci Kıta", Haneke filminde olduğu gibi, tüm parasını tuvalete atıp ardından da toplu bir intihar girişiminde bulunabilirler.


Bir zamanların acımasız hırsları, Avrupa’nın katı çocuk yetiştirme disiplini ve yıllarca süren çabaların en son noktasının belki de uçlardaki son hali budur demek istiyor. Aslında disiplin ve otomasyon yaşam tarzı, Avrupa’nın ilkesel varoluş ve felsefi alt yapısına uygundu. Ancak çağ ve insanın teknoloji hızına yetişmeye dair çabası, insanı çoktan aştı. Çabalar insani olmaktan çoktandır çıktı. Onun yerine mobbingler var. Ve çok çabuk insan harcanan, insanın metalaşması gibi, ruhsuz bir makinenin ağzına doğru, yutulma durumuna gelmiş halimizin simüle edilmeye ihtiyacı var. Artık bunun Avrupa’sı Asya’sı da pek kalmadı. İnsanlığın temelde insan olmaya dair temel yapısı bu basınca dayanamaz. Bu yüzden sanat gibi bir kaçak enerji alanı, insanlara iyi gelmektedir. Korku filmlerinde bastırılan duygulardan fırlayan ötekiler, bizim yerimize cinayetler işler. "Psycho" filminin karakteri de modern çağın, idealize edebileceği, yakışıklı, uyumlu, marka gönüllüsü, gözü yükseklerde bir karakterdir. Ama katil yanı ‘filmde tüm cinayetlerin birer fantazya olma ihtimali vardır’ acımasızca cinayetler işler. Evet insan, kendinden daha fazlasını bekleyen aç gözlü kapital ve hatta onun üstü olan daha acımasız sömürge ve adaptasyon düzenlerinde hep bir karşı duruş sergiler. Çünkü doğasında karanlık, ötekileşmiş bir yan belirir. İnsanın insani koşullarda yeniden kendi insanlığına dönmesi için belki de doğaya veya yavaşlığa ihtiyacı var. Daha az hırslara, olgunluğa ihtiyacı var. Dolayısıyla yabancılaşma duygusu da tanıdık. O karelerde, insanı arıyoruz.