Yârin Yanağından Gayrı/Yücel KARTAL

İnsan, ne için yaşar? Böyle sormuştu büyük usta Tolstoy bundan yüz küsur yıl önce. Bir ömrü boşuna heba eden, ne için yaşadığının farkında olmayan milyonlar bir kenara... Az çok yaşadığının farkında olan her insanın bir amacı vardır. Kimi mesleği için yaşar, ömrü laboratuvarlarda geçer kiminin. Kimi ise sadece ve sadece idealleri için yaşar… Orhan da öyleydi. Yıllar onu hiç değiştirmedi. Eşyalar, mekânlar, insanlar değişti; o değişmedi. Aynı duygu, düşünce, idealler ve en önemlisi aynı karakterde geçen bir ömür… Kırk elli yıl önce ne düşünüyorsa bugün de aynısını düşünüyordu. Elli yıl önce yüreğinde ne kadar insan sevgisi varsa bugün de aynı ölçüde insan sevgisiyle doluydu. Elli yıl önce de bilmezdi kin tutmayı. Bugün de cesurdu elli yıl önceki gibi… Ölüme karşı bile...

Hastanede geçirdiği her gün o beyaz duvara dönüp Dostoyevski’nin, genç hanımına roman dikte ettirmesi gibi geçmişi anımsıyordu. Kendince böyle bir oyun kurdu onkoloji servisinin yalnızlığıyla doldurduğu küçük odasında. Zihninden cümleler akıyordu peş peşe.

“Aydın da nerede kaldı? Bu saatte çoktan gelmesi gerekirdi. En iyisi duvar tarafına dönmek. Son günlerde zorlanıyorum kendi başıma yönümü değiştirmekte. Radyoterapiden sonra bir de kemoterapi… İyice güçsüz kaldım. En azından tıraş derdinden kurtuldum ama değil mi? İşte oldu. Duvar bembeyaz… Daha önce fark etmediğim bir kabartı var boyanın altında. Dur bakayım, bir kadın kafası sanki… Hayır hayır kadın değil… Genç bir kız bu daha çok… Burnuma bir koku geliyor. Evet… Onun kokusu bu. Hem de yanağının… İçime çekiyorum kokuyu. Bu aralar sık sık aklıma geliyor. Yeşil gözlü, sarı saçlı… Her ergenin gece yatağına girdiğinde hayal ettiği gibi bir güzellik… Meğer Şirket Evleri’nde oturuyormuş. Ortaokul yolu üstünde… Sırf beni sevdiği için devrimci oldu kız. Oldu ya hiç anlamıyordu bizim konuştuklarımızdan. Başlangıçta denedi biraz başka kızların yanında. Özellikle de Elmas’ın yanında… Elmas’ı rakip gördü kendine demek. Emek… İşçi sınıfı… Ekmek kavgası diyecek oldu ona. Elmas, sıkı devrimci… Sazı eline alınca bırakır mı? “Komünist manifestoda proletaryanın…” diye başlayınca oracıkta kabul ettirdi Yonca’ya kendisini. Yonca daha cümle bitmeden çevirmişti kafasını. Hem ben Yonca’yı devrimci olduğu için sevmedim ki… Yonca bunu çok geç anladı sanıyordum. Meğer akıllı kızmış kendince. İkide bir sorardı bana…

-Her şey mi ? 

- Evet… Her şey… Yârin yanağından gayrı… 

O ne demek?

Onu bir kış günü çarşıdaki o büyük çatışmada gördüm ilk. Bacağımdan yaralandığım çatışmada… Ne kadar da korkmuştu. Onu kurtarmak için yaralandığımı görünce beni bırakmadı örgütün bizim mahallenin üstündeki evine kadar. Akşam gecikince babasından bir ton azar işittiğini söylemişti daha sonra. Yalan söylemiş babasına. “Çarşıda çatışmanın ortasında kaldım. Beni kurtaran çocuk, yaralandı.” diyememiş. Evden kaçabildiği kadar gelirdi bizim çocuklarla kiraladığımız eve.

Aydın da nerede kaldı? Hiç bu kadar gecikmezdi.

Hemşire, serumu düzelttikten sonra Orhan’ın tansiyonunu ölçtü. O arada telefonu çaldı. “İnternette gördüm, çok tatlı olmuş maşallah!” dedikten sonra telefonu yanağıyla omzunun arasına sıkıştırıp Orhan’a döndü. “Serumunuz tamam, başka bir şikâyetiniz var mı?” Orhan yok anlamında başını salladıktan sonra hemşire telefonla konuşarak dışarı çıktı. Beyaz boyalı duvara döndü yine. Kaldığı yerden devam etti.

Teknik resim dersi... Hoca tahtaya endüksiyon bobini gibi bir şey çizdi. Sonra da sınıfın çizmesini istedi. Benim kafam allak bullak… Hafta sonu ne yapacağımı düşünüyorum. Babam yine dükkâna götürecek. Cumartesi öğleden sonra miting var çarşıda. Nasıl yapmalı, ne etmeli? Sabahleyin beni kaldırmadan gitmiyor dükkâna artık. Eskiden olsa ben gidiyorum, sen arkamdan gel derdi. O da akıllandı. Bunları düşünürken Hoca başımda dikildi. Sen neden çizmiyorsun? Ne söyleyeyim şimdi sana Hoca? Hafta sonu babamdan nasıl kurtulacağımı düşünüyordum mu diyeyim.

Teknik resim dersi dört saat üst üste… İkinci dersin ortasındayız. Hoca dört saatin tamamında tek mola veriyor. Sigarasızlıktan zaten beynim durmuş. Tekrar seslendi. “Sana söylüyorum, duymuyor musun?” En arka masada oturuyorum. Gözlerimi tahtaya doğru bir yere dikmiş, boşluğa bakar gibi bakıyorum. Aslında evet Hoca’yı duyuyorum ama beynim onun söyledikleriyle meşgul değil. İyice sokuldu yanıma. “Sana soruyorum. Sağır mısın, aptal mısın?” Bu sefer algıladım ne söylediğini. Ayağa kalktım. “Sağır da değilim aptal da!” dedim. “Aptalsın işte!” dedi. Aptal olmasan bir soruyu on kere sordurtmazsın! Yüzüne dik dik baktım. Elleri arkasında yanımdan uzaklaştı. Parmağındaki kocaman yüzükle oynadı giderken. Tuğralı, kocaman bir yüzük… Tahtanın önüne gelip konuşmaya başladı. Sınıfa onaylatmak istedi benim aptal olduğumu. Kimseden ses çıkmadı. Nasıl çıksın? Hepsi beni tanıyor. Çekiniyor. Kolay mı? Alırım adamın ifadesini sonra. Hoca daha da sinirlendi. Başladı nutuk atmaya. Konuştukça sinirleniyor, sinirlendikçe sesi yükseliyor. En sonunda sınıfa döndü. “Hepiniz aptalsınız işte!” dedi. Bizim çocukların da sabrı tükeniyor ama yapacak bir şey yok! Adam habire konuşuyor. Konuştukça nefret saçıyor. Hepimizi aşağılıyor. Sanki hiç genç olmamış! Gençlerin gururuyla bu kadar oynanır mı? Orta yaşı geçmiş ama bunu öğrenememiş.  Sanat okulunun bölüm öğretmenleri böyleydi genelde. Kültür dersi öğretmenlerine benzemezlerdi. Bir öğretmenden çok usta tavrı vardı çoğunda… Ben biliyorum aslında niyetini ya neyse... Derdi benimle… Bizim çocuklarla… Açık kolluyor. Tekrar yürümeye başladı. Kapı tarafına doğru hareket ederken artık zıvanadan çıkmıştı. Bizim Aydın’dan hiç beklemezdim. Halim salim bir çocuktur oysa. Demek hocanın söyledikleri onu bile çıldırttı. Hoş arka tarafa doğru gelse onun yaptığının aynısını hatta daha fazlasını ben yapardım büyük olasılıkla.

Ön sıradaki Aydın, kendisine yaklaşınca var gücüyle bir yumruk indirdi Hoca’nın suratına. Hoca sendeledi ama yıkılmadı. Aydın bir yumruk daha indirdi. Güçlü kuvvetli çocuk… Boy bos o biçim. Hoca yere yıkıldı. Aydın önde, ben arkada kaçış o kaçış… Soluğu liman arkasındaki zulamızda aldık. İkimiz de nefes nefeseyiz.

- Eeee, ne yapacağız şimdi?

Gazipaşa karışır bugün. Tedbirli olmalı.

Tahmin ettiğim gibi oldu. Lise, sanat okulu, ticaret lisesi… Herkes mevzisini aldı caddede… Ulucami’nin arkasından kalabalık bir grup bize doğru ellerinde sopalarla geliyor. Yonca… Güzelim Yonca… Tam çatışmanın ortasında... Göz göze geldik bir ara. Sıcak sımsıcaktı gözleri… Yemyeşil… Aydın bana bağırıyor bir taraftan. Onu bırakamam ki… Elimle işaret ettim bu tarafa gel diye. İki eliyle başını tutarak geldi yanıma. O arada sağ baldırıma bir kurşun geldi. Aydın’la ikisi sürükledi beni Hacı’nın dükkânına kadar.

- Eeee, ne var ne yok? Nasılsın bakalım?

- Nerede kaldın, geciktin bugün.

- Sorma, dükkânı bırakamadım.

Aydın, farklıydı Orhan için. Kolay mı? Çocukluk, gençlik arkadaşı… Her hatırasında o da vardı neredeyse. Her gün uğrardı Orhan’a. Eksiklerini giderirdi. Eski günlerden konuşurlardı. Orhan da iyi hissediyordu kendisini onunla konuştukça.  Yonca’yı hatırlıyor musun diye sordu eski dostuna. “Hatırlamam mı?” diye cevap aldı. Bu ara beni yalnız bırakmıyor. Sürekli aklımda…

- Babası seninle takıldığını öğrenince apar topar İstanbul’a taşınmışlardı. Hiç görmedin değil mi ondan sonra.

- Görmedim.

Aydın konuyu değiştirmek istedi.

-Bizim eski mahalleye TOKİ girdi, biliyor musun? Sizin evden ta yukarıdaki Bekçi Hüseyin’in evine kadar bütün evler yıkıldı. Pallanço’nun gecekonduları dâhil…

“Palyaço” diyemedikleri için “Pallanço” derdi mahalleli. Komik adamdı. Bir seferinde Orhan’a “Sizin bu duvarlara yazdığınız yazılar var ya, benim çok hoşuma gidiyor.” demişti. Orhan Pallanço’yu hatırlayınca gülümsedi. Yonca ile onun gecekondusunda buluşurlardı. Sonra karısı karşı çıkmıştı da çıkarmıştı evden onları. Anarşist bunlar, sen bilmiyor musun demiş Pallanço’ya. Yonca o evde sorardı Orhan’a hep.

-Her şey mi?

-Evet… Her şey… Yârin yanağından gayrı…

Aydın sağı solu toparlarken sordu:

- Doktor geldi mi bugün?

-Geldi.

- Ne dedi?

-Ne desin? Üç bilemedin dört ayın var en fazla dedi. Ağrın sızın var mı diye sordu. Uyguladıkları tedavi sayesinde fazla ağrım olmayacakmış. On yıl önce olsa çok sıkıntı çekermişim. Anlattı durdu işte! Şu diğer yastığı bacaklarımın arasına koyar mısın? Yan yatınca dizlerim yapışacakmış gibi oluyor terden. Kemiklerim acıyor bir de. Sen eve geç kalma istersen…

- Kusura bakma, geç kalınca böyle oluyor.

- Git git… Çocuklar merak eder.

İyi çocuk… Dost… Kardeş… Her gün uğruyor. Bu yaşa geldi, o da sıkılmadı devrimcilik oynamaktan. Hâlâ o eski Aydın… Ortaokuldaki, sanat okulundaki Aydın… Herkes değişti , zamana ayak uydurdu; o değişmedi. Ben neysem o da o! Nerede kalmıştım? Evet… Yonca… Meğer kız kurnazlığından soruyormuş habire. Şimdi anlıyorum. Yârin yanağından gayrı… Seni seviyorum, demenin başka bir şekli değil mi? Çok sonra anladım bunu. Evlenmiştir kesin… En az iki çocuğu vardır. Torunu bile vardır belki. Offfff! Başka bir konu bulmalı! Ne konusu bulacaksam? Altmışa merdiven dayadın. Bütün ömrün bu kentte geçti. Dönüp dolaşıp aynı şeyleri hatırlıyorsun. En çok da gençlik yıllarını. Olsun! Yonca’yı hatırlamak güzel… Bu gece de bitmez ki… Uykum da yok! Hemşireden ilaç istemeli en iyisi…

Aydın ertesi gün bangır bangır bağırarak girdi odaya.

-Merhaba Yoldaş!..

“Bugün bunda bir hâl var, hem yüzünden hem sesinden belli…” diye geçirdi içinden! “Bu çiçekler kimden biliyor musun?” diye sordu elindeki buketi vazoya koyarken. Orhan doğrulmaya çalıştı. Kendine çeki düzen verdi. Kafasını yokladı saçlarının olmadığını unutarak. Aydın yardımcı oldu, oturur pozisyona getirdi arkadaşını. Çiçeklerin sahibini çağırıyorum hazırsan diye ekledi arkasından. “Buyurun!” dedi en nazik sesiyle. Misafiri içeri aldı. “Peçeten bitmiş, kantinden peçete alayım.” deyip kaçtı sonra odadan.

Gözlerine bakmasa tanıyamayacaktı. Bütün vücudu titredi. Yaşlanmış. Kilo da almış hâliyle. Dal gibiydi oysa genç kızken… Saçlarını da erkek gibi kestirmiş. “Ah şu kadınlar! Niye kıyarlar o güzelim saçlara?” Nerede o sapsarı, dümdüz saçlar?

“Geçmiş olsun!” dedi Yonca, “Nasılsın?” diyebildi arkasından sadece. Orhan’ın gözleri doldu. “İyiyim!” diyebildi yine de… O kadar… Başka bir şey diyemedi. “Konuşsana hayvan herif, bir şeyler söylesene!” diye iç sesiyle konuşsa da başka bir şey diyemedi. Sadece gözlerine baktı. Yonca yatağın yanına geldi. Eğildi. Yanağını Orhan’ın sol yanağına koydu. Bir süre bekledikten sonra bir öpücük sesi geldi. İnsanın kokusu hiç mi değişmez? Derin derin nefes aldıktan sonra diğer yanağını çevirdi. Yine aynısını yaptı Yonca. Bu sefer daha uzun tuttu yanağını.