Lil ve Cid/Emine AYDOĞDU

Cid dalıp gitmişti; uzak diyarlarda dolaşıyordu. Lil, sigarasının dumanını yüzüne doğru savurdu. Lil’in sıcacık soluğu, onu kendine getirmeye yetti. Çöp yığınlarının arasından seke seke yürüdüler. Geceleri ereksiz sokağa çıkanların, pusulasının olmadığını ikisi de biliyordu.

Sözleşmemişlerdi. Sokak başında karşılaştılar. Sokağa haberleşmeden çıksalar da rastlantı bu ya mutlaka karşılaşırlardı. Lil, oturdukları bankın üzerinden aldığı çınar yaprağını okşuyordu. Aşk var mıydı, aralarında henüz çözememiştim ama ustaca sevişiyorlardı. Sonra da korkunç bir sessizlik içine düşüyorlardı. Bedenleri bitimsizdi. Kendi sonsuzluklarında yalnız ve esrikti. Belli ki yaşam kendi akışıyla yoğurmuştu bedenlerini.

Kaleye doğru yürüdüler. Kaleden kente bakıyorlardı. Kollarını uzatsalar dokunacakları kirli bir kartpostal gibi duruyordu, kent. Puslu ayın altında kırık bir aynaya yapıştırılmış kirli bir kartpostal.

Yürümeye devam ettiler.

Ay bulutların ardından çıkınca, aya bakmak için durdular.

-Her seferinde ürpermişimdir aya bakarken, hatta başımı iyice geriye deviririm.

-Neden?

-Yukarılardan iyice görüneyim diye.

Cid gülümseyerek, yukarılardan ha…

-Bu kentten vazgeçmeliyim.

-Vazgeçmek?..

-Zordur; ama en güçlü eylemdir.

-Protesto eyleminin tam da kendisidir.

-Tren yolculuklarını seviyorum. Hele de gittiğin yerde bir bekleyenin varsa.

Var mı?..

Yok.

Tam bir düşçüsün.

Bir söz vardı, hani bilirsin.

Neydi?

Bir saniye sözcükleri toparlamam lazım.

Şöyleydi sanırım; "yalnızca düşler, peşinden koşturur düşleyenleri."

Düşler ve düşleyenler…

Yağmur çiseliyordu. Cid, Lil’in beline daha sıkıca sarıldı. Islak saçları yanağına yapışmış, incecik ve sıcacık belini kolu sıkıca sarmıştı. Yürürken bel adalelerinin hafif hafif oynayışını duyumsuyordu. Tozutan yağmura karşı aldırmadan yürüyorlardı.

-Biliyor musun, en zalim aydır nisan?

Neden?..

-Ayakkabılarımın delik olduğunu düşünmeden yağıyor da yağıyor.

Kahkahaları yağmura karıştı.

-İçimize de yağmur yağsa. İçimiz toprak koksa, canlı şeyler koksa. Leylak, hanımeli, ya da yasemin koksa.

-Eğer insan birini seviyorsa ona dosdoğru anlatmalı kendini.

Dosdoğru?..

Lil’i saran kollarını yavaşça gevşetti. Sonra saçlarını okşadı. Burnundaki hızmaya dokundu, ensesinden öptü.

Uzun bir söz ırmağının ardından, taştan bir banka oturdular. Kentin soluğunu alıyorlardı. Sözcükler, onlara zorla sahip oluyordu. Sonra rüzgarlara kapılıp gidiyorlardı.

Saçları yüzüne dökülmüş ağlıyordu. Lil’in kulak arkalarını öperken bir yandan da ağlayışını dinliyordu.

Şantaj yok.. Göz göze, yüz yüze bakmalı insan ağlarken. Filmlerden öğrendiğin şu ucuz hıçkırıkları bırak.

Ucuz hıçkırık ha…

Çenesini kaldırdı. Gözlerine bakması için zorladı.

-Yeterince büyümedik, çocuklar gibiyiz. Oyun oynuyoruz, sonra da saçlarımızı çekiyoruz. Can yakıyoruz. Hep böyle yaşamadık mı, birbirimizi ufak ufak, yaralaya yaralaya?

...

Zamanın tuzakları her seferinde başka bir yanılsama getirir. Şimdi basamaklara oturmuşlardı. Lil bir üst basamaktaydı. Cid dönüp arkasına baktığında Lil’i göremedi. Şaşırdı. Lil yoktu. Gitmişti. Gittiğini duymamıştı. Bir kedi gibi sessizce gitmişti.

Cid, öylece kalakaldı; oturduğu yerden kalkamadı. Yağmurun altında süregiden bir aşk yaşıyormuş gibi düşündü.

Lil’in umutlar veren öpüşünü severdi. Tenini, kokusunu, sıcaklığını sevdiği gibi. Yarı açık ağızdan yayılan hazzı da severdi.

Lil bir caz müziğiydi ya da göçmen kuş. Sınırlar aşar, kurallarla dalga geçerdi. Yürümeyip koşanlardandı; durmayandı, gidendi. Sınır tanımayan bulut, sevinci bildiren cırcır böceğiydi.

Bedence ve ruhça tam bir çingeneydi. Çingene ruhu, ona bütün kapıları açıyor, bütün gidişleri önceden hazırlıyordu.

Cid, içinden konuşup duruyordu. Yani eziyetlerin en büyüğünü yaşıyordu. Sinsi zekası ona bunları düşündürtüyordu.

Cid’in üzerine ağır bir sessizlik çökmüştü. Bilenmiş, sert duruşu, her şeyde olduğu gibi evetleri ve hayırları da uzun uzun ölçüp biçiyordu. Umutsuzca geriye baktı.

Lil, üstünden bir kez geçmekle köprüleri yakanlardandı. Bir kez geçmesi yeterdi. Ona göre düzensizlik diye bir şey yoktu, dünyanın geğirmesi vardı.

Uzayıp giden, bitimsizce sürüklenen zaman; uzaktan duyulan siren sesi gibi acımasızdı. Her şey apaçık ortada olsa da acınmak onun sığınağı değildi. Güçlükle ayağa kalktı.

Yalan gözükenin gerçek olduğunu, Lil’in saçlarının üstünde uyuyakalmış ıslak ellerinin çizgilerine bakarken anladı.

Mutluluk kolayca ele vermiyordu kendini. Hüzün gibi kolayca anlaşılamıyordu. Yokluğu gidince anlaşılıyordu.

Yağmur yağmıyordu. Yağmur da Lil’le birlikte gitmişti.

Üzeri, duman mavisiyle örtülü kent, başının üstünde koskoca bir metafor gibi duruyordu.

Elleriyle yüzünü kapadı. Bir süre öylece kaldı. Yavaş yavaş gözlerini silerek yeniden baktı maviliğe ve çıkarıp atmak istedi, görmeden bakan gözlerini.