Kara Hafta/Gülnar KANDEYER

Sümerbank çalışanları için yılın o zamanları çok önemli zamanlardı. Çünkü Sümerbank çalışanlarına yazlık ve kışlık olmak üzere yılda iki defa giysi yardım çeki verirdi. İşte yazlık yardım çekini kullanma haftasıydı. Babam da Sümerbank çalışanlarından biri olduğu için bizim için de önemli günlerdendi. Bana özel bir şey alınmayacaksa alışverişe gitmek tam bir işkenceydi. Yılın bu iki haftasını ömrümün ziyan olmuş kara haftaları olarak ilan etmiştim. Ben bir anlatayım da öyle olup olmadığına varın siz karar verin.

Sabah erkenden yola çıkmak zorundaydınız mesela. Üstelik yanınıza bir defter kalınlığında olan alınacaklar listesini alarak. Bu kadar uzun bir listeyi bütün yıl oluştururduk. Daha kullandıklarımız eskimeden-ki eskitmek biraz zordu- listeye yazılırdı. Yazlık ayakkabılar, kışlık ayakkabılar, yastık yüzleri, yorgan yüzleri, basma entarilikler, pijamalıklar...Tüm bunlar, Sümerbank’ın kendi satış mağazasından temin edilirdi.

Ben itiraz etmeye kalkışınca: “Benim akça pakça oğlummm, yardım eder annesineee. Kolu dalı olur annesinin. Akça pakça oğlum!” diyerek duygu sömürüsü yapardı annem. ‘akça pakça’ sözünü sevdiğim söylenemezdi. Fakat artık aile içinde ve tanıdıklar arasında sanki benim etiketim olmuştu. Bir de beni sevdikleri zaman bu sıfatımı kullanıyorlardı. Ben de zamanla bunu kanıksadım. Her neyse dönelim konumuza. Alışverişe çıkmadan önce annem, benim elime bu çarşaf uzunluğundaki listeyi tutuştururdu. Bir de parmak boyundan daha kısa bir kurşun kalem. Okuma yazma bilmezdim ki yalnızca saymayı biliyordum. Annem listeye bakıp sıradaki ihtiyacımızı okur, satıldığı reyona gidilir, mal alınır, fişi kesilerek elinize tutuşturulur ve kasaya yollanır. İşte o zaman benim zor görevim başlar. Alınan ihtiyacın üzerine kurşun kalemle bir çizik atmak.

Alışverişimiz neredeyse akşamı bulurdu. Önce vezneye çek verilir, alınan malların tutarı hesaplanır daha sonra paket kuyruğuna geçilirdi. Gün yetmedi mi ertesi gün aynı terane tekrar edilirdi. Eee, ne olmuş? diyeceksiniz. El kadar sabiyim herhalde. Her gelişmeye muhtaç çocuk gibi toprakta çayırda oynamak istiyorum. Bilmem kaç katlı betonun içinde pazenlerin, basmaların, metrelerin ve el ile çalışan hesap makinelerinin eşlik ettiği bu curcunada normal bir gelişim sağlanabilir mi?

İşte bu kara haftalardan birine yaklaşırken ve ben tedirgin olmaya başlamışken bir mucize oldu. Teyzemler bize geldi. Gerçek teyzem değildi ama ben onu hep öyle gördüm. Annemin en yakın arkadaşıydı. Anne yarısı hem de. Oh, ne güzel! Biz teyzemin kızı Neslihan’la evde kalır doya doya oynardık. Annemle teyzem da alışverişe giderdi. Kara hafta, ak haftaya dönüşürdü böylece!

Daha düşünce aşamasında olan bu fikrim parlamadan söndü. Annem ve teyzem sözleşmiş gibi bir ağızdan:

“Olmaz! El kadar iki çocuk akşama dek evde yalnız ha! Cık cık cık...”

Neymiş efendim? Dilenci gelirmiş, biz kapıyı açıverirmişiz. Dilenci, aniden çocuk kaçıran mafyaya dönüşüyordu. Kibritle oynayıp evi yakıyorduk. Dolaptan yemek alıp yemeyi ihmal ediyorduk. Ya abur cuburla karnımızı doyuruyorduk ya da açlıktan şekerimiz düşüyordu. Ne yeminler ne antlar içtik. Iııh! Bu kez cümbür cemaat gidecektik Sümerbank alışverişine. Neyse bu seferinde yanımda teyzemin kızı Neslihan vardı. Tek tesellim buydu. Kara günüm hiç değilse gri güne dönüşecekti.

Eh, yine erkenden yollara düştük. Şoförler, kalkış saatine kadar son duraktaki meydanda bulunan kahvehanede zaman doldururlardı. Hep aynı güzergahta çalıştıkları için mahalledeki herkesi tanırlardı. O gün biz son durağa geldiğimizde kahvehane bile yeni açılmıştı. İlk sefer henüz başlamamıştı. Abartıyorum sanmayın. Şoför bizi görünce şaşırdı, esnemesi yarım kaldı. İçtiği çayı yarım bırakıp kalktı geldi, otobüsün kapısını açtı.

“Sabah şerifleriniz hayırlı olsun.” diye dalgasını bile geçti. Otobüs durağında yalnızca biz vardık. İşçiler bile uyanmamıştı daha. Memurlar ise en derin uykularındaydılar. Koca otobüs bizim özel aracımız gibiydi, yolcu olarak annem, ben, teyzem ve Neslihan sere serpe yolculuk ettik. Trafiğe de kalmamıştık. Kalabalığa kalmamak için alınan bu önlem, deniz kenarındaki mağazaya temizlik işçilerinden bile önce ulaştırdı. Hatta simitçi bile bizden sonra gelip tezgahını kurdu. Neyse ki kahvaltımızı deniz manzarasında yaparken güç topladık. Çıtır çıtır gevrek simite katıklarımızı ekleyip kahvaltı yaptık. Daha mağazanın açılış saatine yarım saat vardı ama biz kapıda hazırdık. “Ne yapayım diyordu.” annem teyzeme. “Yoksa akşama dek burada oluruz. Neyse ki bugün sen varsın. İşimiz daha erken biter. İnşallah öğlene evde oluruz.” dedi umutlu umutlu.

Biz iki çocuğun da temennisi buydu. Neslihan, ilk kez bu tecrübeyi yaşayacaktı ama iki günden beri ben onu eğitmiştim. Listeyi teyzem takip edecekti, o bakımdan rahattım. Neslihan’la bugün eğlenmeyi aklıma koymuştum. Annemi unuttuğumu sanmayın. Onun gözü sürekli üzerimde olacaktı ve uyarıları sıralanacaktı. O, otobüste bu konuyla ilgili bir konferans düzenlemişti zaten. Biz katılımcılar, öğütleri can kulağıyla dinlemiştik. Allah utandırmasın, elimizden geleni yapacaktık hani.

Mağaza güvenlik görevlileri tarafından açıldı, biz sakince içeriye girdik. Telaş edecek bir durum yoktu zaten. Çünkü bizden başka kimse yoktu. Annemle teyzem, sakin sakin daldılar manifatura bölümüne. Pazenler, divitinler, poplinler ve empirmeler raflarda özenle boy gösteriyordu. Tezgahtarlar bile bu kadar erken müşteri beklemedikleri için ağırdan alıyorlardı. Bazıları, daha yeni geldiği anlaşılan kumaş toplarını açıyordu. Yardım çeki haftası olduğu için mal takviyesi yapılmıştı. Bu bölümde içimiz çok daraldı. Biraz tezgahlar arasında saklambaç provaları yapmakla yetindik. Annemin ve teyzemin, görgüsüzlüğümüzü törpüleyen “şışşştt” ları bizi baskılıyordu. Sonra diğer katlara çıktık. Şimdi sabahki o sakinlik bozulmuştu. Müşteriler hem daha çoktu hem de ortam gürültülüydü. Vitrin hazırlayan işçiler, boşalan kutuları duvarlardan tarafa istifliyorlardı. Bu katta epey alacaklarımız vardı. Yani oynamak için bol bol vaktimiz olacaktı. Zekamızın son kırıntılarına kadar kullanarak saklambaç oyunumuzu geliştirdik. Boşalan ambalaj kartonlarının içine sığabiliyorduk. Onlarca karton vardı. Ebe olanın işi zordu. Hatta yeni müşterilerin çocuklarından bazılarıyla hemencecik arkadaş olduk. Onları da oyunumuza dahil ettik. Bir anda ortalık çocuk bahçesine döndü. Karton ambalajlar, sihirli bir el dokunuşuyla oradan oraya hareket etmeye başladı. Biz de altındaydık tabi. Bazı kutular delikliydi, dışarıyı görmek için gözlerimizi bu deliklere uyduruyorduk. Bir görevli bize doğru gelince olduğumuz yerde çömeliveriyor ve hareketsiz bekliyorduk.

Kutuların yer değiştirmelerine önce anlam veremeyen görevliler, ayaklarının ucuyla kutulara dokunuyordu. Bazen bu dokunuş tekmeye dönüşüyordu. Canı yanan ve içinde saklanan, “Ayyşş” diye çığlık attığında foyamız meydana çıktı. Görevliler, kutuları tek tek kaldırarak altında saklanan sihirbazları meydana çıkardı. Yakalananlar, çil yavrusu gibi annelerinin yanına koştular. Annemle teyzem diğer kata çıkana dek, görevlilerle kedi fare oyunumuzu da oynadık. Zavallıların haline ben bile acıdım. Biliyordum, bunun adı yaramazlıktı fakat kime zararı vardı ki. Ortalık biraz hareketleniyordu o kadar. Kimse yaralanmıyordu, zarar görmüyordu. Aslında yetkililer biraz düşünseler, buraya gelen oyun çağı çocuklar için çare bulurlar. Koca koca alanlara vitrin koyacaklarına insan bir iki salıncak, bir kaydırak, bir kum havuzu koyabilir. Anneler babalar da rahat rahat alışverişlerini yaparlar. Oyun sahası bulamayan bizler gibi zavallı yavrucakların, yaratıcılıklarını kullanıp oyun alanı inşa etmeleri suç olmamalı. Oscar’a aday gösterilmeli bu mucitler. Karton kutudan ev yapan kaç çocuk vardır sizce?

Tüm oyun aletlerimizi alt katta bırakıp yürüyen merdivenlerden yukarı çıkarken, aşağıya bir baktık ki gördüklerimizin bizim eserimiz olduğuna biz bile inanamadık. Süründüğümüz yerler, sürülmüş tarlalar gibi yol yol iz olmuştu. Kutuların içinden çıkan talaşlar, ezilip toza dönüşmüştü. Sonra un gibi edilmiş talaşlar dizlerimizin gidiş yönüne doğru yol oluşturmuştu. Orada kalanlar, bu marifetin kime ait olduğunu bulmak için gözleriyle çevreyi tarıyorlardı. Suç ortakları yani Neslihan’la ben, çoktan olay mahallîni terk etmiştik. Pişmandım. Çünkü annem durumu fark ettiğinde bana göz kapaklarını yarıya indirerek öyle bir bakmıştı ki ceza ha geldi ha geleceğim diyordu. Eli kulağında neredeyse kapının önündeydi. Bu bakış, beni biraz sarstı. Bana verilen onca öğüt, bir bir gözümün önünden geçti. Kendimi savunacak hiçbir bahanem yoktu. Yalnızca oyun oynamak istiyordu canım ve Neslihan’ın yanımda olması bu durumu daha da alevlendiriyordu.

Üçüncü katta bir süre başım önümde, gözlerim yerde masum çocuğu oynadım. Ta ki annem, vezneye; teyzem paket sırasına geçene dek. Neslihan da bu fırsatın üzerine tuz biber ekti. Üzerine kıyafet giydirilmiş olan bir çocuk mankenin yanına gidip ona dikkatlice bakmaya başladı. Sonra elinden tuttu cansız mankenin. Sanki okula giden iki arkadaştılar. Benim yerinde olun da tutun bakalım kendinizi. Yavaştan hareketlenmeye başladım. Neslihan’ın tuzu kuruydu. Çünkü teyzem, çok anlayışlı bir anneydi. “Çocuktur, yaramazlık yapmadan olmaz. Çocuğun hareketli olması, zekâ göstergesidir.” düşüncesini her zaman savunurdu. Bundan da cesaret alıyordum biraz.

Sakince:

“Ne yapıyorsun Neslihan?” dedim.

“Arkadaşlık kuruyorum. Baksana tam aranılan arkadaş.”

“Nasıl yani?”

“Ne dersen sesi çıkmıyor. Her dediğini kabul ediyor. Sen de şuradakiyle arkadaş ol.”

Eliyle gösterdiği yerde bir başka cansız manken duruyordu. Bu oyun daha zararsızdı. Hemen Neslihan’ın dediğini yaptım. Ne yazık ki ben çok çabuk samimi olan biriydim. Yeni arkadaşıma da öyle davrandım. Önce bir ‘merhaba’ dedim sonra tokalaşmak için elini tutup salladım. Ben ne yapayım, emanet duruyormuş. Paldır kültür yere kapaklandı. Ben öyle bir korktum ki bir standın arkasına gizlendim. Görevli adam, nereden çıktı anlamadım, koşarak geldi. Olaya kimin ya da neyin sebep olduğunu anlayamamıştı. Mankeni düzeltip tekrar gitti. Rahat bir soluk almıştım. Anneme baktım hâlâ veznedeki kuyrukta sırasını bekliyordu. Neyse ki fark etmemişti. Mankene yaklaştım, Neslihan bir kenarda kıkırdıyordu.

“Sen ne biçim arkadaşsın ya!” dedi “Çocukcağızın kafasını kırdın.”

“Hayır.”

“Gel bak.”

Mankene yaklaştım. Gerçekten de kafası çatlamıştı, bir de burnunun ucu kırılmıştı. Fakat bu zararı daha önce de görmüş olabilirdi. Benim yaptığım ispat edilene kadar suçsuzdum.

“Bir özür dile bari.”

Görevli ellerini arkasında kavuşturmuş bizden tarafa doğru geliyordu. Biz hemen geri çekildik. Yine de gözlerini bize dikti. Suç mahallîni geziyordu. Suçluyu bulmak üzereydi. Panik yaratmak için kafasında bir şeyler tasarlıyordu.

“Çocuklar, haydi annenizin yanına bakayım.” dedi.

Sesi sert ama babacanca çıkıyordu. Şansımızı zorlamamız gerekirdi. Yerimize çivilenmiş gibi duruyorduk. Görevli görevini yapmakta kararlıydı. Orada sırada bekleyen annelere yüksek sesle sordu.

“Bu çocukların anneleri yok mu?”

Biz, annelerimize baktık. Teyzem da annem de kuyrukta olanlara aldırmadan öylece bekliyordu. Hatta benim annem bizim olduğumuz yöne bakmıyordu bile. Vezne ve paket kuyruğu tam da kuyruğa benziyordu. Dolam dolam dolanmıştı. Kimse gibi annemler de kuyruktan çıkmayı göze alamazdı. Yoksa işimiz yatsı ezanına dek sürerdi. Fakat annemin olaylarla ilgilenmemesi garipti. Tüm anneler, hatta teyzem bile dönüp bakmıştı, bir tek annem ilgisizdi. Görevli, bu kez sesinden babacanlığı çıkararak sertçe çıkıştı.

“Haydi annelerinizin yanına.”

Annemin yanına yürüdüm hızlıca. Bedenimi anneme yasladım. Görevli gözleriyle bizi takip etti. Yaslandığım kişinin annem olduğuna inanmamış gibi bakıyordu. Haksız da sayılmazdı. Annem, yabancı biriydi sanki. Benimle hiç ilgilenmedi. Çok içme dokunmuştu. Ağlamaya başladım, annemin bacağına sarıldım. Kendimi o kadar yalnız hissediyordum ki anlatamam. Acaba başka birine mi yaslanıyorum diye dikkatlice bakma gereği duydum. Yo, benim annemdi. Basma entarisi, kalın öğretmen çorabı, kahverengi ökçeli Sümerbank ayakkabısı. Başını döndürdüğü için yüzünü göremiyorum. Emin olduğumda bacaklarına daha sıkı sarıldım.

“Anne!”

Annem, benden kurtulmak için bacağını salladı. Neredeyse yere kapaklanacaktım. Bana neden böyle davrandığına bir mâna veremiyordum. Neslihan’ı aradım gözlerimle. Paket kuyruğunda teyzemin elinden tutmuştu. Gülerek bana bakıyordu. Demek ki halim çok komikti. Aniden sustum. Teyzemin bile dudaklarında sinsice bir gülümseme vardı. Güvelik görevlisi ortalıkta görünmüyordu. Neslihan, annesinin elini bırakarak yanıma geldi. Başka zaman olsa bunu bir onur meselesi yapar onunla konuşmazdım. Fakat şimdi durum farklıydı. Anın tadını çıkarmalıydım.

“Haydi gidip manken arkadaşımdan özür dileyelim.” der demez yerimizden ok gibi fırladık. Hızımızı alamayıp mankene çarptık. Ben bu sırada tutunmak için mankene sarıldım. Neslihan, makaraları koyuvermişti. Cümbür cemaat yuvarlanmıştık yere. Artık güvenlik müvenlik sınırını aşmıştı yaptıklarımız. Annelerimiz değil sülalemiz gelse kurtuluşumuz olmazdı. O sebeple bir an önce bu alandan uzaklaşmam gerekliydi. Sıra da neredeyse anneme gelmişti. Hemen bir halı standının arkasına yuvarlandım. Neslihan nereye gitmişti acaba? Neyse devrilen mankenin toparlanması, görevlilerin sesi, olayın yaratıcısını arama çalışmaları sürerken ben mevzimi korudum. Annemi buradan rahatlıkla görüyordum. İyi bir cezayı hakkettiğimin farkındaydım.

Annem, vezneden ayrılıp teyzemin yanına giderken sanırım etrafta beni aradı. Neslihan, annesinin yanındaydı. Eğilip ona bir şeyler sordu. O da eliyle benim bulunduğum yeri gösterip cevap verdi. Ohhh, annem benimle ilgileniyordu. Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Her türlü ilgisine ihtiyacım vardı. Bu ceza bile olsa razıydım. Hatta yaptıklarımı tek tek anlatan o çoook uzun söylevlerine bile. Heceleyerek söylerdi bir de ellerini buna uygun sallayarak. 

Canım annem, işini bitirdiğinde paketleri, Amerikan bezinden diktiği çantalara yerleştirdiler. Merdivenlere doğru ilerliyorlardı. Neslihan, yerimden çıkıp onları takip etmem gerektiğini anlatan el kol işaretleri yaptı. Paketler çok ağırdı. Hiç değilse küçüklerinden birini taşımak için almalıydım. Böylelikle annemle aramızda oluşan buz dağının hiç değilse birazını eritebilirdim. Yürüyen merdivenleri beraber inmeliydik. Yoksa burada mahsur kalırdım. Çünkü küçük çocukların, yanında büyükleri olmadan merdivenden inmelerine izin yoktu. Süklüm püklüm yanlarına yaklaştım.

“Yardım edeyim mi?” diye sordum anneme.

Gözlerimi, suçumu kabul ettiğimi belirtmek için yere indirmiştim. Tepkisini anlayamıyordum. Fakat teyzemin ‘pıssshh’ diye güldüğünü duydum. Annem çantalardan birini bana doğru uzattı. Off, ne kadar ağırdı. Zor tutuyordum, ayağımın üzerine koyarak merdivenlerden indik. Gıkım çıkmıyordu. Annem bunu bilerek yapıyordu ve ben bunu çoktan hak etmiştim.

Yukarıdan inene kadar çantayı merdiven taşımıştı. Şimdi merdivenlerin dibindeydim ve onu yerinden bile kıpırdatamıyordum. Bez çantayı sürümeye başladım. Otobüs durağı uzakta değildi şansıma. Çantayı kâh kaldırıp kâh sürüyerek, bizimkilerin ardında da kalsam taşıyabildim. Durakta otobüs yoktu henüz, yolcu kalabalık da değildi. Sıralandık. Ben kan ter içinde kalmıştım. Annemden güzel bir söz duymadan suçluluk duygumdan kurtulamayacaktım. Eğilip annemin yüzüne baktım.

“Anne.” dedim.

“Aaa!” diyerek şaşkınca yüzüme baktı annem. “Kimsin sen?”

“Benim anneciğim. Akça pakça oğlun.!”

“Hayır, sen benim oğlum olamazsın!”

Ben şok geçirecektim az kalsın. Yardım isteyerek teyzem ve Neslihan’a baktım. Onlar da annemi destekliyorlar gibi bir hava takınmışlardı. O sırada otobüs durağa yanaştı ve sıra hareketlendi. Ne yapacağımı ne edeceğimi bilemiyordum. Zar zor onların arkasından otobüse bindim.

“Biletler!” dedi şoför.

“Anne?”

Annem bırakmış gidiyor beni. Yeniden seslendim.

“Anne!”

Annemde yine ses yok.

“Bilet istiyor şoför.”

Annemin kulakları aniden sağır olmuştu. Gidip eteklerinden çekiştirdim. Buna kayıtsız kalmadı. Beni omuzumdan tutup şoför mahaline geldi.

“Şoför Bey, sabah bizimle otobüse binen çocuk bu mu sizce?”

“Hayır.” dedi adam. “O akça pakça bir şeydi.”

İşte o sırada dikiz aynasından kendime baktım. Annem de şoför de haklıydı. Elim yüzüm kirden simsiyah olmuştu. Çok utandım. Eve gelene dek süklüm püklüm oturdum yerimde. Banyoya zor attım kendimi. Ömrümde hiç olmadığım kadar keselendim. Bu kadarcık cezaya can kurbandı. Teyzem annemi etkilemiş olmalı yoksa bu kadar ucuz atlatamazdım. Neyse bir kara haftayı da yüz akıyla geride bıraktık böylece.

Şimdi Sümerbank yok artık. Bu anımı hatırladıkça o günlere ne kadar özlem duyuyorum bilemezsiniz.