Kafamın İçi/Ebru  Zeynep DİŞİAÇIK

Son görüştüğümüzde zihnimde yer eden resim bambaşkaydı. Peki ya şimdi? Bildiğin bir yabancı.

Salonun tekli koltuğuna oturmuş, son on yılını anlatıyordu hararetli bir şekilde. Annem can kulağı ile dinliyor, arada da “Ah canım benim!” diye geri bildirimler yapmayı ihmal etmiyordu.

Göz ucu ile bana baktığında çayları tazelemem gerektiğini anlıyordum ve hamlemi yapıyordum.

Onu, bir resim sergisinde duvardaki tabloya uzun uzun bakar gibi izliyordum. Sanki ilk defa görüyordum.

İkili koyu sohbetine devam ederken, ben görünmez gibiydim.

Zaman, insanı bir yerden alıp diğer bir yere koyarken değme sihirbazlara taş çıkartıyor gibiydi.

Annem “Ah canım benim!” dedikten sonra sol kolunu bana döndürerek “Ay bu da kimseleri bulamadı, böyle kaldı!” dedi.

O ise bıyık altından bir gülümseme ile zafer çığlıkları atıyor gibiydi.

Ortalık tam bir deli saçması, kafamın içi ise suskun ve puslu bir hâlde. İç güveysinden hâllice.

Salondaki görünmezliğimi görünür kılmaya karar vermiştim ve sandalyemi annemin oturduğu koltuğun tam yanına çektim.

Şimdi karşı karşıyaydık onunla. Göz bebeklerimizin içine bakarcasına.

Değişmişti. Hâli hâl değil, tavırları samimiyetsizdi. Tüm yaşanmışlıklarımızın üzerine toprak atılmış gibiydi. Bir kürek daha, bir kürek daha. Aramızdan kalkan cenaze ise omuzlarda.

Gözlerine doğru ağıt yakan bakışlarım uzandığında, “Müsadenizle...” diyerek ayaklandı. Annem ise sağ eliyle “Ah canım benim!” diyerek sırtını sıvazladı.

O, kapının öte tarafına geçtiğinde gözlerimin içine baktı; bu sefer kaçırmadı.

“Bitmiş!” dedi içinde biriken tüm ‘ah’ları salıverircesine.

“Bitti!” dedim gömdüğüm toprağın üstüne papatyalar dizercesine.

Kapattım kapıyı.

Kapattım kapıyı. Kafamın içi çok sesli. Bildiğin dumanlı.

Odama geçtim, kıvrıldım yatağımın üzerine. Bacaklarım karnımda, iki elimde dizlerimde... Kendime doğru çekercesine.

Odamın dışında yükselen ses, hep aynı istasyondan çalan şarkı gibiydi.

“Kaldın işte evde! Kız kurusu sen de!”

Kafamın içi bölmeli. Savruk cümleleri kilitliyorum her bir göze. Bildiğin pay edercesine.

Dizlerim nerdeyse ağzımda,  cenin pozisyonunda.

Kafamın içi perişan. Yüzleşen ve sorgulayan, gözümün yaşına dahi bakmadan etime çimdik atan.

Annemin kapı eşiğinde beliren gölgesini fark edince toplanan bedenim gevşedi, kendini bir anda salıverdi.

Kafamın içi gevşek ve bildiğin ürkek.

Kapının tokmağına uzanan eli kararsızdı. Açıp açmamak arası. O şekilde dakikaları devirdik birlikte.

Annemin gölgesi kapıdan sıyrılır sıyrılmaz bedenim tekrar toplandı.

Gün doğumu ile birlikte odamın içerisine dek sızan güneş ile sarmaladım ilgiye muhtaç ruhumu ve bedenimi. Öyle ya! Bir dokunuşu hangi beden kabul etmezdi ki!

Isıtan güneş tüm sıcaklığıyla bedenimde dokunmadık yer bırakırken, üzerimi değiştirdim ve içeri geçtim. Annemin sesi çalınıyordu kulaklarıma. “Ah canım benim! Canım benim!”

Salona geçtiğimde tekli koltukta oturan genç bir kız vardı. Uzaktan, çok uzaktan akrabamız olurmuş kendisi. Annem ve genç kız koyu bir sohbetteydi. Ben ise görünmez kimliğim ile yine izliyordum ikisini, o sergide anlamlandıramadığım soyut resme bakar gibi.

Annemin sol eli yine bana doğru uzandı. “Ay bu da kaldı böyle!” diyen dudakları zafer çığlıkları atan birinin coşkusu gibi savurgandı.

Ne görünür olmaya ne de görünmez olmaya ihtiyacım vardı.

Kafamın içi kararlı.

Çantamı alıp ayakkabılarımı giyerek evden çıktım ve ayak tabanlarımı asfalt yolun o özgür akışına bıraktım.

Kafamın içi sade, bildiğin temizlenmişcesine.

O tekrarlı ses bu sefer benim dudaklarımda, gülümseyen çehrem ile birlikte.

“Ah canım benim! Canım benim!”