Hiçbir Hayat/Erinç Büyükaşık

Vapurdaydılar. Gün batmak üzere. Ufuk kıpkızıl. Sultanahmet, Ayasasofya karşılarında. İlkokulda öğretmenin zorla okuttuğu o masal kitabındaki şehirleri andırıyor. Vapurun açık tarafındalar ikisi de. Yorgun, tüm sokakları arşınladılar abla kardeş. Kız omzundan indirip kardeşinin yanına yerleştirdi akordeonu. Seyredaldılar martıları, denizi, koskocaman şehri. Kızın gözleri yanı başında duran gazeteye ilişti. Bol resimlilerinden. Okunup bırakılmış. Bir cinayet haberi. On altısında kızı üvey babası cinnet anında beylik tabancasıyla vurmuş. Kızın ölü, soğuk bedeni, yatağın üstünde boylu boyunca uzanmış, bakışları donuk. Gazetedeki fotoğrafa takılı kaldı gözleri. Tüm üvey babalar cehennemde yanmalı. Koca koca kazanların altına odunları atıp yakmalılar herbirini. Vapur Kadıköy'e yanaşmak üzere. Oğlan dalgın dalgın bakıyor martılara, denize. Kızın içindeki fırtınadan oldukça uzakta seyrediyor maviliği.

Karaköy vapurundan indiklerinde etraf ana baba günüydü. En iyisi Kadıköy Çarşısı'na varmak. Işıl ışıl aydınlanmış dükkânların vitrinlerine baktılar ikisi de. Kalabalık sokağın kaldırımına yerleştiler bir süre sonra. Kaldırım soğuk, hava gri, bulutlar devinimsiz. Bir sigara yaktı kız, derin bir nefes çekti, bir daha...Tüttürmeyi severdi böyle zamanlarda oldum olası.

Sokağın karşısındaki vitrine ilişti gözü. Yedi yaşlarındaki oğlan örgülü saçlı ablasına baktı, belli belirsiz bir hayranlık vardı bakışlarında. Anası zorla toplamıştı kızın saçlarını. “Saç baş dağınık o oruspulara benziyorsun.” demişti sevgisiz dokunuşuyla. Acıtmıştı anası kızın saçlarını toplarken. Ablası, kaldırımın bir köşesine özenle yerleştirdi akordeonu. Durgun, boş gözlerle vitrine bakıyordu. Uzun, kesintisiz bir bakış. Renk renk, son moda giysiler vitrinde sergilenmiş. Ekose elbiseler, bluzlar, süveterler vitrini aydınlatan ışıklarla daha da büyülü görünüyordu. Bozuk paralarla dolu kutuya baktı. Kutuda toplasan elli kâğıt var. Vitrindeki askılı elbiseyi kendisine yakıştırdı. Bir liralar, elli kuruşlar, vapurda ondan yanak alan orta yaşlı adamın kutuya attığı beş kâğıt. İkisi de açtı. Kaldırımda beklerken iyice kazınan midesinden kıvranan oğlan ablasına yanaştı. Küçüğün bu hali oldukça acınası geldi ablasına. Kutudakilerden birazıyla köfte ekmek ziyafeti çekselerdi ya, yanına da birer ayran.

“Abla be, acıktım ben.”

“Dur hele, sabırsızlanma. Yiyeceğiz birazdan.”

Ablanın gözleri vitrindeki sarı, çiçekli elbisedeydi. Cılız, kibrit çöpüne benzettiği bacaklarını, çelimsiz gövdesini elbiseye zihninde yerleştirdi. Pek de mankende durduğu gibi durmuyordu ya. Gözleri kutudaki bozukluklara yöneldi yeniden. Evdeki üvey baba kılıklının beş on kâğıt eksilse bile nasıl hiddetleneceğini düşündü. Yanıbaşından geçen birkaç kişinin acıyan bakışlarıyla irkildi.

“Len, hadi oyalanlamayalım! Burada da çalalım şunu.”

El yordamıyla akordeonu kavrayıp bacaklarının üzerine yerleştirdi, çalmaya başladı. Belki beş on kâğıt daha kazanır-lardı bu sokakta. Gelen gideni, meraklısı çoktu sokağın. Besbelli yeni açılan mağazalara  uğruyordu birçoğu.  Parmakları akordeonun tuşlarında gezindi. Çalan şarkıya kulak veren bir iki kişi yanaştı yanlarına, merakla izlediler kızı. Ceplerinden çıkardıkları bozukluğu attılar oğlanın elindeki kutuya. Çocuğun aklı hâlâ köfte ekmekteydi. Kızın bakışları donuk, kaldırım buz gibi. Şehrin sert poyrazı da başlamıştı. Oğlan hafifçe titredi. Belli etmemeye çalışıyordu üşüdüğünü. Ses etmezdi hiçbir şeye, mızmızlanmazdı ömrü billah zaten. Üzerindeki ince tişörtün içine dek işlemişti rüzgâr. Şarkının bildik ezgilerine kulak veren üç genç meraklı bakışlarla izliyordu ikisini. Şimdiden küçük bir kalabalık birikmişti çevrelerinde. Leylek bacaklarının üstüne yerleştirdiği akordeonun tuşlarında geziniyordu kızın parmakları. Ezberlenmiş, yinelenmiş bir davranıştı bu. Üç yıl önce “İyi adamdır, kocanın matemini daha kaç yıl tutacaksın, everelim seni artık.” demişlerdi anasına. “İki çocuğa babalık da eder” diye ikna etmişlerdi annesini. Mahallenin ayyaş kahvecisiyle evlenmeyi bin bir ısrar ardından kabul etmişti kadın. Sonrasında adam bir hastalık gibi yerleşti eve. 

Anasına içerliyordu uzun süredir, bu koca bulma hevesi de neydi. Nah, bulmuştu işte. Hem de belalısını. Üç yıldır aksatmadan hemen her akşam çilingir softasını hazırlatır, zil zurna sarhoş olana kadar içerdi. Sonra tepesi atardı bir anda, kahvedekilere, televizyondaki adamlara, klipte şarkı söyleyen kadına, program aralarına giriveren reklamlara sinkaflı söylenmeye başlar,  bir bahaneyle anasını Allah yarattı demez tekme tokat döverdi. Piyango evdeki iki çocuğa da vururdu çoğu zaman. Höyküren, sık sık dellenen, iyi günlerinde kıza gevşek gevşek gülüp kollarıyla iri kıyım gövdesinde ezen bu adamı öldürme planları kurardı sık sık. Kız, tam filmlik hikâye bizimki diye geçirdi içinden o sırada. Gazetede okuduğu cinayet haberi geldi aklına, kendi üvey babasını gebertse öldürülen kızın intikamını da alacağını düşündü bir an. Bütün ölü kızların süper kahramanı olmak fena fikir sayılmazdı hani.

Eve birkaç kuruş para girer, demişti üvey babası. Kadın “Daha küçük, okulu da var.” dediyse de ikna edememişti herifi. Bunun okulla, dersle işi yok, aklı bir karış havada diye almışlardı orta birin sonunda. Okul çantası dolaba kaldırıldı, kitapları mahalledeki bir alt sınıftan komşu kızına verildi. Karnesinde altı zayıfı olan kızın gıkı çıkmamıştı okuldan alınmasına, içten içe sevinmişti sanki. Deli bozuk kızının yakınmadan gün boyu sokaklarda akordeon çalmayı kabul etmesine şaşırmamıştı anası. Çalgı çengicilerden baba tarafının huyu suyu da bulaşmıştı kıza; hovardalığı, laf dinlemezliği de. Omzuna akordeonu takıp sokak sokak dolaşmak evin boğucu iklimin- den kurtarıyordu kızı. Öz babasından öğrenmişti çalmayı. Daha altı yedi yaşlarında babasının peşinde aynı sokakları arşınlardı, akordeonu çalan görkemli adamı hayranlıkla izler, elindeki para kutusuna atılan her bozuk parayla daha bir coşardı. Nota bilmezdi kız, babasına göre insan zaten içinden geleni çalmalıydı, kulak varsa zaten çalmayı becerirdi niyeti varsa. Küçük bedeninde zar zor tuttuğu akordeonun tuşlarında acemice parmaklarını gezdirirken babası bir hüner öğretmenin hazzını duymuştu. Kısa zamanda da bellemişti çalmayı. Meyhane çıkışı marizlemeselerdi babasını şu an bu adamın evlerinde ne işi olabilirdi ki? İçerdi babası, dövmeden içerdi. İncitmeden, kırmadan içmeyi bilirdi, çalgıcı çengicilerin en munisiydi belki de. İki çocuğunu da sevmeyi bilerek sarhoş olurdu nihayetinde. O da yeterdi iki velede.

Ev boğuyordu kızı, ev küf ve alkol kokuyordu. Sevgisizlik, sinmişti dört duvara.

Aceleyle çıkıyordu ilk zamanlarda evden, yanında da ufak kardeşi. Görünmeden, evdeki o bildik meydan muharebelerine bulaşmadan. Şehrin işlek caddeleri, şehir hatları vapurları onlarındı. Çaldığı bir iki şarkıyla bir gün içinde azımsanamayacak bir dinleyici kitlesi bile kazanmıştı.

On dördüne basınca evlendirmeyi de düşündü kızı, üvey babası. Kadın, cılız, çirkince kızının deli bozukluğunu, huysuzluğunu bildiğinden zar zor caydırdı anası bu adamı kararından.  "Beladan başka bir şey olmaz bu osuruğu dibinde velet, diyerek sevgisini mi belli etmişti kadın, hiç anlayamadı bunu çocuk aklıyla. 

Akordeondan yükselen ezgiler tüm sokakta dağıldı bir süre sonra. Bir sirk hayvanını izlercesine alkış tutarak izliyordu sokaktakiler kızı. Kutunun ağzına kadar bozukluklarla dolduğunu fark etti iki kardeş. Yemek parası çıkmıştı en azın- dan. Yaşlı kadınlar gibi kabuk bağlamış parmak uçlarına bak- tı, emanet gibiydi akordeon bir süredir, elâleme maymunluk etmekten bunalmıştı gittikçe. Çaldıkça, kafesin ardında yemiş atılan sirk hayvanlarının zavallılığını duyumsadı. Gök bol yıldızlı, salkım saçak gök. Halbuki kirli bir sarıydı birkaç saat öncesine kadar. 

Anası için katlanılmaz bir diş ağrısıydı kızı aslında. Daha başından beri kadının evlenmesine de razı olmamıştı ki za- ten. Anasının mutluluğuna bile tahammülü yoktu. Aklınca kadının ömür boyu matem tutmasını bekliyordu zilli. Herifçioğlu iyi adamdı aslında. Koca dediğin kollar, sahip çıkar çoluğuna çocuğuna. Aç açık değildi oğlan da kız da. Akşamları birkaç kadeh içiyorsa ne kabahat vardı bunda. Rahmetli kocası da zil zurna  dönerdi eve. En azından evin yolunu biliyordu bu adam. Rahmetliyi sokaklardan toplardı mahalleli. Bu kızın içine cinler, şeytanlar girmiş diye düşündü anası. Sanki zorla almışlardı okuldan onu. Okulu bıraktığında zil takıp oynayacaktı neredeyse. Eli ağırdı, az dayağını yememişti herifin ama kolluyordu, koruyordu evini. Kızın arada birkaç tokat yediği olurdu, sarhoşken üvey babasından. Öğrensin dik başlı olmamayı. Tekin değil bu kızın bakışları. Akşamları onun soğuk, ketum hallerine illet oluyordu oldum olası .

"Bıraksan sokakta yatacak kardeşiyle. Kurşun döktürmeli bu kıza. Kızın gözleri iyice şaşılaştı, öldürür gibi bakıyor adama. " Kızınının doğumunu düşündü. Sancı öldüresiyeydi doğduğu gece, daha ana rahminde kan kusturmuştu ona. Kucağına aldığında da sevememişti, içi ısınmamıştı bu kara kuru, çirkin bebeğe.

İki gün önce eve erken dönmüştü ikisi de. Adamın keyfi yerinde, anası yemek yapmış, ailecek yiyecekler. Masanın bir köşesinde rakı bardağını avucunda gezdirdi üvey babası. Kıza baktı uzun uzun. Çürük, eksik dişli ağzını aça aça sırıttı karısına. “Bak ne güzel de çalışıyor ikisi, eve de üç beş kuruş daha giriyor” diyerek keyiflendi. Kızın bakışları öfkeli, tiksintiyle baktı kamburu çıkmış herifin yağ bağlamış gövdesine. Yine yanak aldı kızdan; ıslak, bol tükürüklü bir öpücük kondurdu yanağına. Anası keyiflendi. Babalık ediyor bu adam, yine huysuzluk etmese bu ya. Arada, kızdırma adamı, gönlünü et işte, dediyse de nafile. Kızın suratı mahkeme duvarı. "Bu kız kesin, rahmetlinin tarafına çekmiş olmalı. Huysuzluğunu, şirretliğini ayyaş amcasından aldığı kesin."

Akordeonun tuşlarında gezinen parmakları aynı şarkıyı çalmaktan yorgun düştü. Sokak boşalmıştı iyiden iyiye. Tek tük insanlar dolanıyor ışıltılı sokakta, mağazalar birer birer kapanıyor. Açlıktan içi bulandı kızın. Kardeşinin yorgun, sus- kun bakışlarını yakaladı gözlerini ona çevirdiğinde. Yumuşak bir gülümseme belirdi oğlanın yüzünde. Küçüğü mutlu etmeli, köşedeki lokanta kapanmadan köfte ziyafeti çekmeli ikisi de, yanına da birer ayran. Akordeonu bıraktı kaldırıma. Üstüne çekidüzen vermek istedi. Üzerindeki anasının basma kumaştan diktiği, eprimiş elbiseyi çekiştirip düzeltmeye çalıştı. Bir ziyafet çekeceklerdi. İlkokullu kızları anımsatan örgülü saçlarından kurtulmalıydı önce. Simsiyah saçlarını omzunun üstüne bıraktı. Oh be, anası oruspu deyiversindi. İçini ılıtan bir rahatlamayla kalktı. Oğlan peşinde. Akordeonu omzuna asıp lokantaya doğru ilerledi.

Bir sigara daha yaktı kız. Bir nefes çekti, nikotinin acı tadından tiksindi. İkinci nefesin ardından öksürüverdi. Gecenin karanlığında gri bir bulut yerleşti. Issız, kuytu sokaklardan geçip derme çatma konduların arasından ilerlediler. Asfalt yoldan otomobiller hızla geçiyor. Evlerinin bulunduğu sokak, toz toprak içinde. Kedilerin delik deşik ettiği torbalardan çöpler savruluyor rüzgârla. Birkaç evin balkonuna asılmış çamaşırlar sert esen lodosla çırpınıyor. Eylül akşamları sert olur. Birkaç gün öncesinin dingin, süt liman havasının esamesi okunmaz olmuş. Kız dalgın, düşünceli. Oğlan birkaç adım önünde. Ablasının ağır adımlarına uyumsuz, koştururcasına hızlanıyor ara ara. Ablası öfkeyle durduruyor kardeşini. Ne acelesi var ki? Tabakhaneye bok mu yetiştiriyor sanki.

Evin sokağına sapınca üst üste yığılmış kiremitler, boyasız evler çıkıyor karşısına. Herbiri biçimsiz, bacakları gibi çarpık çurpuk. Köşedeki ev onlarınki. Çatısız, çıplak dam. Sokağın belalıları yok bugün. Mahallenin liseden terk oğlanları bir haftadır bulaşır olmuştu kıza. “Ucube!”, “Erkek Fatma”, “Kız memelerin var mı senin”ler yankılanıyor kulaklarında. Uğraşmayı severdi kızla, mahallenin ipsizleri. Ağzını açtı mı ana avrat düz giderdi kız, her sataşmalarında. Sokak ıpıssız. Oğlanlar çoktan başka sokaklarda belalarını arıyordur besbelli.

O da oradaydı iki akşam öncesinde. Sokağın bir köşesinde kendilerine kuytu bir yer bulmuş; biralarını içiyorlar, bağrışıp çağrışıyorlardı. Oğlanın bakışları uysal, ötekiler gibi öfke yok onunkinde. İçi bir hoş olmuştu kızın, oğlanın kaçamak bakışını yakaladığında. Uzun, ince, sevimli bir oğlan. İlkokulda yan sınıftaydı. Birkaç sefer beraber top oynadıkları da ol- muştu. Kız kısmının futbolla işi olmaz demişti oğlanlar. Ama kızın mahallenin arkasındaki toprak sahada attığı çalımları, top hâkimiyetini görünce “Oynasın.” demişlerdi şaşkınlıkla. Üç yılda nasıl da boy atmıştı oğlan. Çocuk halleri yitip gitmiş, bıçkın bir delikanlı oluvermişti. Ötekiler bulaştıkça çocukları dizginler olmuştu; eleşmeyin kıza, diyordu oğlanlara hiddetlenerek. Bu deli oğlanın yüzünde bir melek vardı sanki, yumuşak bir gülümsemeyle bakardı kıza. Boş sokakta oğlanın bakışlarını aradı kısa bir süre.

Evin bahçe kapısını açtı kardeşi. Sıvasız, çıplak evlerine baktı ikisi de. Evlerinin resmini çizmek ne kolaydı. Çöp adam çizmek kadar zahmetsiz. Anasının, üstü kiremitlerle kaplı duvarın diplerine yerleştirdiği saksılardan menekşe, kasımpatı kokuları yayılıyor. Keskin, baygın. Tek katlı gecekondunun ışıkları sönük. Zıbarmış olmalı herif, anası da uyuyordur muhakkak. Yastığının altında bir süredir sakladığı bıçağı düşündü. Anası odaya girmediyse yerindedir muhakkak. Evin kapısını usulca açtı. Kapının birkaç adım ötesindeki masaya ilişti iki kardeşin de gözü. İçi boş yetmişlik, masada. Yanında yarım bırakılmış mezeler. Bütün gece dibini bulana kadar içmiş. Hınçlandı. Yine rezalet çıkarmış it, besbelli. Yediği dayak yetmemiş; anası, seksen kiloluk hayvanı yatağa taşımış muhakkak. İtin dölüyle kan bağı olmamasına sevindi.

Odaya girince bir titreme tuttu, evdeki soba saatler önce sönmüş besbelli. Karşılıklı iki yer yatağı her zamanki yerinde. Nohut oda bir sofa ev küf kokuyor. Rutubet sarmış her köşeyi. Oğlan battaniyenin içine gömülüp bir an önce uyumak istiyor. Uzun kesintisiz bir uyku. Işığı açtı. Pencere kenarlarından gelen soğuğu iliklerine dek hissetti. Oğlana pijamasını giydirip yanağından öptü. Battaniyenin içinde tortop olup ısınmaya çalıştı oğlan. Çarçabuk uykuya daldı. Çeneleri tıkırdadı kızın. Pencere kenarlarına anası çift kat gazete kâğıdı çektiyse de nafile. Yastığının altına uzandı eli. Orada, bıraktığı yerdeydi . İçi rahatladı. Yatağın yanındaki pijamaya gözü ilişti. Alelacele soyunup giyindi pijamasını. Kardeşinin elinde kutu, peşi sıra şehrin tüm sokaklarını kızla dolaştığı geldi aklına. Fareli köyün kavalcısı masalını anımsadı. Babası anlatmıştı ona beş yaşındayken. Elinde akordeon sokak sokak dolanıyorlar. Arkalarından gelen fareler yok ama. Bu akşam vapurda o beş kâğıdı kutuya sıkıştıran orta yaşlı adamın, gözleriyle onu neredeyse becerdiğini hatırladı. Ufacık göğüslerine dokundu elleri. Kadın olmak istemediğini anladı. Küçük bir çocuk kalmalıydı; tüm yüklerden, koca koca dertlerden uzak bir çocuk. Yastığa gömdü başını, tüylü battaniye ağzının kenarlarında gezindi, sırtı ürperdi, dişleri kamaştı o an. İçinde döllenecek hiçbir veledin anası olmak istemiyordu. Üvey babalara mahkûm veletlerin de... Yumuşak yastıklardaki erinç veren düşe yatmak istedi. Isınmıştı. Geceleri güvensiz uykularındaki sığınağına dokundu eli, oradaydı. Bir kâbus gibiydi her şey.

Bir kâbus olmalı. Bir ağırlık var üstünde, soluk aldırmayan. Üvey babası kızın üstüne çullanmış, bir eliyle kızın eşofmanını indiriyor, diğer eliyle bacaklarını okşuyordu. Acıtıyordu koca parmaklarıyla kızın bacaklarını. “Dellenme kız.” dedi inleyerek. Sertliğini külodunun üstünde hissetti. İri kıyım adamın tiksindiği gövdesinden kurtulmak istese de kurtulamıyordu. Yüzünde itin çürük kokan nefesi geziniyor. Midesi bulandı, kusmak istedi. Kardeşi bir köşede derin uykuda, geceleri top atsa uyanmazdı zaten. “Dur kız, deli bozuk şıllık” diyordu elleri külodunun içinde gezinirken. Yastığın altındakini anımsadı. Yastığa uzandı eli. Ani bir hareketle havaya kalktı bıçak. Gözünü kan bürüdü kızın. Cinayet planlarını yaptığı o düşlerden biri olmalıydı bu. Bir kez daha sapladı bıçağı. Cılız bedenindeki bu güce o da şaştı. İkinci darbeyle koca bıçak adamın sırtına tümüyle saplanmıştı. İnliyordu it ama hafifti iniltileri. Üzerindeki hayvandan kurtulmak istedi, altında ezilmekten korktu.

Kan, kopkoyu, pıhtı pıhtı kan... Adamın sırtından akan koyu kötülük, yatak örtüsünde bir gölcüğe dönüşmüştü. İnliyordu puşt, elleri ve gövdesi titremeye başladı. Adamın dev gövdesinin altında eziliyordu o sırada. Çığlık atsa daha boka saracaktı her şey. Zar zor sıyrıldı herifin titreyen gövdesinden. Yatağın kenarına devrilmişti üvey babası. Kız, pijamasına bulaşan kandan tiksindi. 

Suskunluk doldu odaya. Üvey baba devinimsiz yatıyor yatakta. Adamın sırtındaki bıçağı çıkarmak istedi. Anlaşılmaz bir rahatlama vardı içinde. Kan kokusu geldi burnuna. Bir yükten, bir beladan kurtulduğunu duyumsadı. Bir iç dinginliğe aralanan kapı gibiydi bu duygu. Ölünün başına saracağı belayı düşünmek istemedi. Yeterince boktan olan hayatında ne değişebilirdi ki? Gebermiş olmalı. Adam boş gözlerle bakıyordu etrafına sanki. Pencereden soğuk giriyor, titremeye başladı. Evden çıkmalı. Yatağın yanındaki dolaptan bir kazak çıkardı, geçirdi üstüne. Kardeşini bırakıp gidemezdi. Uyandırmalı onu. Bir süre itin soğumaya başlayan bedenine baktı. Gazetede sabah gördüğü fotoğraftaki kızın bakışlarını anımsadı adamın boşlukta kaybolan gözlerini yakaladığında.

Dolunay odadaki gölgeleri belirginleştirdi. Şimdi ikisi de birer solgun gölgeydi o gece.