GÜNLERDEN BİR GÜN/Evrim AKDAĞ

Karnını balkonun demirlerine dayayıp başını aşağı sarkıttı. Kapıdan çıkar çıkmaz güya çaktırmadan izleyecek Ömer Efendi'yi. Adamın hangi yöne gideceğini, sol eline göre daha ufak kalmış sağ elini bir çırpı şalvar pantolonun cebine atıp telefonunu çıkaracağını, uzun uzun cümlelerle konuşarak yolun sonuna varacağını, yolun sonunda sağa kıvrılarak bütün cismiyle kaybolacağını…Yutkunmadan tuttuğu tükürüğü ağzının içinde çevirip durdu. Git bakim git, yine hangi karının koynuna gideceksin.

Dallarını tuttu badem ağacının, kokladı, içinde kımıldanan kımıldandıkça göğsünden, karnından akıp duran sıcaklığı duyumsadı. Eline sinen kokuyu vaktiyle Ömer efendinin çarşaf altında okuduğu, okurken yüzüne üflediği nefesin kokusuna benzetti. Benzetmekle kalmadı, yüreğinde kuşlar uçuşup kollarından bacaklarına pır pır etti. Bir vakit herifin kapısına paspas olmuştu neredeyse. Bakirliğin üstünde bir bakirlik anlayışına sahip Ömer Efendi ise o zamanlar sakız gibi bembeyaz gömlek ve altında keten pantolonla gezinir, titizlikten günde iki kez giysi değiştirirdi. İşte bir gün Ömer Efendi'nin o bodrum katındaki evinde sıranın kendisine gelmesini beklerken kapı aralığından adamı yarı çıplak görünce apışıp kalmış, evin gündelikçisine sebebini sorduğunda kadın alaycı bir gülümsemeyle sıcaktandır hanım ablam, bazen ateş vurur hoca efendiye, terler de terler, demişti de hemen inanıvermişti. İşte şimdi içini rahatlatan kokuyu o esnada almıştı. Almaz olaydı, delilik, nereden bilecek. Bütün bunları anımsarken sesi yükünden ağır bir kamyon geldi, durdu yolun ortasına. Merakla aşağı bakındı. Birkaç parça ev eşyasının çıkarıldığını gördü kamyonun kasasından. Aralarında Kahveci Yusuf’un büyük oğlu da vardı, eğilmekten kambur olmuş sırtına çamaşır makinesini yüklemiş, salına salına giriyordu apartmana. Yeni evlenecek diyorlardı bu oğlan için, kim bilir belki kendi eşyasını taşıyordur, gerçi evlense babası davetiye vermez miydi, yok canım verirdi, vermese bile kahvenin önünden geçtiğinde nazikçe yaklaşıp ,düğünümüz var buyurun gelin, demez miydi? Derdi tabi. Hay Allah yoksa kendisi mi evlenecek, neden olmasın, ama iyi adamdır Yusuf. Tatlı dilli, sevecen. Üstelik napsın acılıdır da Geçen sene kaybetti ya karısını. Evden dışarı adım atmaz bir kadındı karısı, zavallı. Sadece bir kez görmüştü onu kocasının koluna girerek çarşıda gezinirken. İmrenmemiş de değildi hani. Döneninki bir kere bile elini tutmamıştı el alemin içinde. Aşk meşk ne gezer, işi gücü yok adamın, badem ağacı diker bir tek. Öç alma isteğiyle elini kaldırdı Döne, ucu keskin bir baltayı tutar gibi sımsıkı tuttu parmaklarını.

Bademci Ömer: Malum Hoca olunca, efendisi sonradan konmuş isminin yanına. Ömer Efendi'nin babası vaktiyle bir çiftlikte çalışır, orada otla, ağaçla, toprakla ilgili her şeyi bilirmiş. Hangi ağacın hangi mevsim dikildiğini, dallansın meyve versin diye nasıl aşılandığını babasına baka baka öğrenmiş. Babası hastalanıp da yatağa düşünce elini Ömer’in elinin üstüne koyup bundan sonra sen devam edeceksin, yoksa yattığım yerde sızlanırımdemiş. Bunu fırsat bilen Ömer işin sırrına erdiğinden bir süre çiftliği idare etmiş, sonra nedense badem ağaçlarına merak salmış. Çünkü kuru badem muhabbete, acı badem doğru söze, tatlı badem iman güzelliğine delaletmiş. İşte bizim Ömer Efendi yememiş içmemiş allah ne verdiyse boy boy badem ağacı dikmiş. Hatta muhabbetten, doğru sözden, iman güzelliğinden öte, zevke kadar ilerletmiş badem ile ilişkisini. Keramet meğer diktiği bademlerde değil,nefesindeymiş. Yoksa etrafta bir çoğu da çıkıp gizli saklı badem dağıttıysa da hiç biri Ömer Efendi gibi işini yürütememiş.

O gece geç saatte geldi eve. Kapının çengelini takıp oturma odasına geçecekken ‘Döne’ diye seslendi. Yırtık Döne, şişman döne, evine döne, inşallah. Televizyonun karşısından uyuklayan Döne, Ömer efendinin sesine irkildi. Burunun ucuna düşmüş kalın çerçeveli gözlüğünü yukarı ittirip rüya ile gerçek arası bir yerde esneyip durdu. Şalvarını olduğu yerde aşağı indirdi Ömer Efendi. Gömleğini çıkardı nefes nefese. Lastikli uzun paça donunu da çıkaracaktı ki vazgeçti.Banyonun önünde iki minik karartı gördü. Döne, gözlerinin ağırlığını bütün kuvvetiyle attı üstüne.

‘Nereden geliyorsun be herif gecenin bu saatinde?’

Çabucak banyoya girip musluğu sonuna kadar açtı. Açmışken koltuk altını, ensesini, kasıklarını bir güzel ovaladı. Kes sesini be ey kukumav kuşu, yaşın geldi elliye, değişen bir şey yok halinde, ağzın gibi elin de çalışaydı evi böyle bok götürmezdi. Ellerini ovaladıkça sabun köpüğü doldu lavabonun içi.

Döne usulca yaklaştı yanına. Diliyle reçele bulanmış kırmızı, ıslak dudaklarını yaladı.

‘Karşı binaya kim taşındı bil bakalım?'

Sinsi sinsi güldü etekliğini iki yana çekiştirip.

‘ Şu kahveci var ya, hani şu bizim…’

Yanağına pat diye düşen beliği parmağına doladı, dişlerinin arasına aldı. Yaslandığı yerden omzu kayınca sendeledi.

‘ Ee, n’olmuş ona?’

Havluya sarınarak banyodan çıktığında sakallarının üstünde al al olmuştu elmacık kemikleri.

Döne ses çıkarmayıp kollarını birbirine bağladı bu kez, heyecandan mı korkudan mı bilinmez bir hareket içindeydi bedeni. Adamı ne zaman gaza getirmek istese damarlarından akan o soğuk şeyin kuvvetine tutunur, tutundukça da karşı konulmaz bir korkuya kapılırdı. Anası boşuna belletmemişti aman ha kızım idare et, erkek milleti, hep bir adım beri dur diye. Der tabi, her akşam sofra dağıtan babasının karşısında solgun bir heykel gibi kalıp gıkını çıkarmazdı. Sus kızım, aman sus, sesini çıkarma, saçın uzun aklın kısa. Sağı solu belli olmazdı Ömer efendinin. Bir zaman bak ki kadının ağzına tıkamış bin türlü bademi, sonra nefes nefese keyiflenmiş, salmış yelkenleri, dikmiş antenleri.Bir zaman bakmışsın öfkeden deliye dönen boğa misali boynuzlarını geçirmiş üstüne üstüne. Konuyu açtığına pişman bir ifade belirdi yüzünde. Sonra ne olursa olsun diyen dudakları sarkıtlar gibi büzülerek aşağı düştü.

‘Bizim karşı binaya taşınıyorlar, haberin var mı, kendisi mi yoksa oğlumu taşınan? ‘

Adam elma dilimi gibi ince, uzun parmaklarını sakallarının arasına soktu da sanırsınız bir ormanda kayboldu. O esnada pis kokulu, sanki hayvan leşi değmiş gri dallı ağaçların gölgesi değdi yüzüne yüzüne.

“Bana ne be el alemin adamından, kim taşınırsa taşınsın’

Başaramadı, zaten hiç başaramaz herifi kıskandırmaya. Bir süredir yüzüne baktığı da yok, görüyor o aşüftelerle işini.

'Belki yalnızlıktan sıkılıp da kendi gibi yalnız birini bulmuştur, ee hakkı, genç yaşta dul kaldı adamcağız, tek başına zor tabi’

Pantolonu paçasından tutup kadının yüzüne fırlattı Ömer Efendi.

‘Kim kiminle istiyorsa yaşasın, sana ne lan, al da yıka şunları’

Döne etrafında döne döne sinir küpü olup herifin pantolonunu çekiştirdi, çekiştirince üç tane badem yuvarlandı yere. Birini alıp ısırdı, ağzının içi acımsı bir tatla doldu, ettiğinden pişman gözlerini açtı kocaman. Bir badem bir muhabbet diye bulmuştu Ömer Efendi'yi o zamanlar, ısırınca aklına geldi de içlendi nedense. İlk kocası olacak herif evi terk ettiğinde fena hırslanmış, hocaların, falcıların peşinden ayrılmaz olmuştu. İşte öyle tanıdı Ömer Efendi'yi. Biliyor kız, valla da billa da biliyor, diyen komşu kadının peşine takılarak çıkmıştı karşısına. Her ziyaretinde kesesinden bir badem çıkardı Ömer Efendi, okuyup üfledi, al ısır, dedi Döne’ye. Öyle bir iştahla ısır ki kocanı ısırmış olasın, yönünü çevirsin sana, lakin bu adamın aklı başkasında diyerek yedirmişti bademleri. Ne bademdi. Döne zevk almaktan mı, vermekten mi, yoksa niyetini gerçekleştirme hayalinden mi bilinmez bademleri yedikçe resmen müptelası olmuştu adamın. Her gidişinde elinde tencerelerle Ömer Efendi'nin sevdiği yemekleri yapıp götürmüş, parmak kalınlığında sardığı sarmaları elleriyle yedirmişti. Bir zaman sonra adamın evini kendi evi gibi bellemiş, temizleyip paklamış, her ne kadar kıskansa bile randevusu gelen hanımları bile karşılamıştı.

Dişinde bir şeyi çıkarır gibi diliyle şişirdi yanağını.

‘Kim bilir kimin koynundan geliyorsun? ‘

O esnada koltuğa iyice yayılan Ömer Efendi'nin her nefes alışverişinde yukarı kalkıp inen göbeğinden garip garip sesler duyuldu.

'Kes sesini karı.’

‘Karımı, ne karısı be, kaç tane karın var, sürü gibi maşallah. ‘

Her yaptığının hayırlara vesile olduğunu düşünen emin Ömer Efendi içi rahat, uzun uzun esneyerek gözlerini yumdu. Döne elinin tersini elektrik düğmesine yapıştırdı. Sağa sola değmesin diye etekliğini toplayıp usulca yaklaştı adama, nefesini tuttu, gözlerini kırpmadan öylece baktı. Ömer efendinin İki parçaya ayrılmış ağaç dalı gibi duran bacaklarının arasına dokundu hevesle, okşadı, hay aksi işte yumuşaktı, üstelik badem de bulamadı.

Ağzının aralığından sarı kaplama dişi göründü Ömer Efendi'nin hınzır bir gülümseyişe döndü yüzünün kıvrımları, zevkten dört köşe hali, avuçlarında bademler, acı, tatlı, ekşi, muhabbete gelmeler, midesi tutanda öğürtü, ağaç dalları sarkık, bademler yerde, bir tane atıyor ağzına bademi, Ömer Efendi gülüyor, gülsün, keyifleniyor, keyiflensin, çarşafın altında dualar, okunuyor, okunsun, gebe kalamayanlar yüklensin, kısmeti açılanlar evlensin, kapıda sıralanıyor her biri, al bademi, ver bademi, oh yarasın, ağaçlar çiçekleniyor bir zaman, bir zaman dallar kelleşiyor, bir sıcak ,bir soğuk, iniltiler çoğalıyor, sevaptır diyor analarla babalar, sus kızım, git kızım, ver kızım, helali hoş olsun.

Dokunduğu yeri yumuşak bir hamuru yoğurur gibi iyice yokladı. Sonra nedense eli el oldu da kendine ait olan uzvu tanıyamadı. Bir zaman sonra hissizleşti, sanki yoktu eli. O hissizlikle elini yüzüne yaklaştırıp tuhaf tuhaf bakarken hayalinde ucu keskin bir baltanın gölgesi yansıdı duvara. Kırıp, öldürmek için değil elhamdülillah, kökünden bitirmek içindi bu işi. Telefona ilişti yavaşça, üç sayıya bastı. Duvara yansıyan gölgede küf kokulu, hayvan kanı değmiş gri dallı ağaçlar yapraklarını döktüler birdenbire. Artık ne bir ağaç ne bir badem ne de içli bir nefes olacaktı. O bademler eğer biterse dedi kendi kendine. ‘ Sen dur hoca efendi, sen dur’. Üç harfle karşılık verdi telefondaki. Ağzında ne varsa ahizeye kustu Döne. Öyle kustu öyle kustu ki sanırsınız gerçekle hayal arası bir yerde, yok canım bir bahçe bu, çatır çatır seslere iniltiler karıştı bulutların arasından, bulutlar gelinlik kız, gencecik, çatır çatır… Gölge daha sonra ayaklara benzedi, üniformalı ayaklara, ardı sıra ineceklerdi hepsi duvardan atlayıp. Ahizeyi bu kez karşısına alıp bağıra bağıra kustu. İş işten geçmiş, Döne’nin havada asılı kalan eli masumane bir tehditten çok öteye gitmişti.

Bütün bunlar olurken avucunda anasının heykel gibi donuk gözleri belirdi. ‘ Sus kızım, aman ha’. Böğründe elinin yettiği bütün dallara dokundu sonra, söküp atarcasına bir ses midesinden çıkarak mahallelinin fısıltılarıyla birleşti.

Daha bir gün önce her şey kendi olağanlığında bir nesneyken ortalığın bir anda kopuvermesiyle kusurlu bir özneye dönüşüverdi. Yıllarca kendi hallerinde geçinip giden, bir bademe bin mana yükleyen, bunun için başlarına gelen en ufak bir husumete bile karşı koymadan adeta susmak için sözleşen mahalle sakinleri artık hep bir ağızdan orayı konuşur oldular. Bademleri...

Göz yaşı dökeni de oldu, Oh olsun, diyeni de.

Sabaha karşı resmi plakalı arabalar ardı sıra giderken bodrum katının demir kapısına kırmızı mürekkepli bir not iliştirildiği görüldü.