Coşkulu Dağınık/Turan HORZUM

Sonsuzluktan atılmış gibiyim bu insansız kente. Ne zamandır burada yaşıyorum, bilmiyorum. Tapucu olarak atandığım üçüncü kent. Rüşvet yiyen birilerini ispiyonladım. Yer beğen dediler, ben de büyük şehirde yalnızlığıma gömülürüm diye düşündüm, bu soğuk şehri seçtim. Günler çok yavaş geçiyor. İşte de evde de.

Saatlerdir uzandığım yataktan kalktım. Yan komşunun kapısı sürekli çalıyor ve kimse kapıyı açmıyor. Bu dairede bir şeyler olduğuna inanıyorum. Tedirginim.Atıyorum dışarıya kendimi.

Kaldırımdaki sonbahar yaprakları ezik. Yüz bin kez yazılmış olsa da sonbahar yaprakları hep yazılmalı. Dertleri anımsattığı gibi azaltma yönü de var. Gözünün önünde eziliyor, ruhum gibi. Nereye gitmeliyim şimdi? Ayaklarım hiçbir yere götürmüyor.

Çaresiz ve biraz da şahsiyetsiz olduğumu düşünüyorum.

İsteksiz otuz altı dairelik apartmandaki evime dönüyorum. Açıyorum bilgisayarı, tüm kadınları aşağılıyorum. Banyoda kendimi çukura atıyorum.

Yan komşunun kapısı çalmaya devam ediyor. Bir kadın sesi, siktir git, diyor, satılmış defol! Heyecanla dairemdeki kapının deliğine yöneliyorum. Kadının sözleri tahrik ediyor beni. Çıksam mı dışarı? Desem, ben seni satmam. Sonbahar yaprakları gibi ezmem.

Kapının sesi suratıma kapatılmış gibi geliyor, ben de dönüyorum oturduğum yere. Odanın tüm noktalarına yeniden bakıyorum. Oda açık sarıya boyanmış, yerler kirli kahverengi. Duvarda Charlie Chaplin resmi. Eve gelen olursa diye, tüm resimleri kendisinin yaptığını söyleyen Eğik Sami adlı bir dükkân sahibinden almıştım. Ben Eğik Sami, demişti adam, ressamım. Aldığım resmi odanın en görünür kısmına astım. Henüz uğramadı kimse ama biliyorum bu kapıdan girecek birileri. Dışarıdaki sesler de iyice kesildi.

Yeniden çıktım dışarı.

Eğik Sami’nin dükkânın yanından sağa döndüm, geniş Maltepe Bulvarına yöneldim. Yetmişlerin taksim pavyonları bu bulvarın vazgeçilmezi. Daha pavyon kapısından girmeden o bildiğiniz korumalar hafifçe başını eğer ama nereye geldiğinizi biliyor musunuz, der gibi baş ve kaş aynı anda kalkar.

Korumaya aldırmadan girdim içeri. Baktım etrafa. Boş masaya gittim oturdum.

Yan tarafımda yalnız oturan bir kadın. Karşıda loş ışıkların altında bar sandalyesine oturmuş, Sadece uzun bacakları olduğu izlenimini veren başka bir kadın şarkı söylüyor:

Loş ışık altında

Görünmeyen kalbim

Saklı bir başkasında

Gözümü yan masaya deviriyorum. Yalnız kadın, sigara dumanını yavaş yavaş bana doğru üflüyor.

Servis tepsisini karnına yapıştırmış garson yanıma yaklaşıyor, bir bira söylüyorum. “Kadın gelsin mi abi?” diyor, “Gelsin,” diyorum.

Kadın yavaşça yanıma sokuluyor. Süzgün bakışlarını yayarak “Merhaba,” diyor. Alıyorum selamını. Hafiften boynumdan yukarıya doğru kokluyor, geriye doğru çekiliyor, “Ne iş yaparsın sen?” diyor. Kısa, net, kendine çok güvenir bir havada; iyi bir tapucu olduğumu, yalnız yaşadığımı, en önemlisi bir dairem olduğunu ve resimden hoşlandığımı söyleyiveriyorum.

Gülüyor. “Öyledir,” diyor, “onurlu insanın yanında onursuz hemen kendini belli eder. Şimdi sen, çok mutluyum, burada öylesine bulunuyorum da dersin.”

“Yok,” diyorum “yalnızım ve hep yaprak gibi eziliyorum.”“Çıtır çıtır mı?” diyor, kadın, “ezim ezim.”

İçimde bir anlatma isteği. Böyle göğsümde bir kabarıklık. Yalnızım ama çoğalmak istiyorum, müdürümü, çalışma arkadaşlarımı, komşu kadını yanıma alıp sizi seviyorum demek istiyorum.

Demedim.

Ama iyice sokuldum kadına. Teninin sıcaklığı ergenliğime döndürdü beni; heyecan, saflık, bütün varlığımla ona teslim olma duygusu. O da uzaklaşmadı benden, daha da hissettirdi cinselliğini.

“Madem yalnızsın, iyi bir tapucusun, dairen var, sahip çık bana,” dedi.

Göğsüm yanında, omuzlarım da genişledi sanki. İşte beni de seven biri olacaktı.

Bu sefer viski söyledim ağzım tavanda.

O sıra masamızın başında bir adam belirdi. Tanıdık mı tanıdık. Ama çıkaramıyorum. Yanımda oturan kadına sert sert baktı. Gitti, yan masaya oturdu. Bana bira söyleyen garsonu işaret etti. Konuştular. Garson bizim yanımıza biraz telaşlı biraz muzip geldi, kadına bir şeyler söyledi. Kadın bana döndü. Sokuldu göğsüme doğru; kolumu sımsıkı tuttu, çenemin altından hafifçe öptü. Garsona heyt der gibi bir bakış fırlatarak; “Buldum ben erkeğimi, söyle o pezevenge,” dedi. Garson şaşkınlıkla baktı bize. Sonra yeni gelene. Hızla mutfağa doğru yöneldi.

İçimdeki deniz coşkusu sıcak bir rüzgâra dönüşmedi değil ama eğilmek yoktu.

“O kim biliyor musun?” dedi kadın, “ona Eğik Sami derler.”

Şimdi çıkardım, dedim, kendi kendime. Kadın konuşmaya devam ediyordu: “Hep başını önüne eğmesinden öyle ad takılmış. Bir sürü hikâye var onunla ilgili anlatılan ama ben hiçbirine inanmıyorum.”

Biraz geri kaykıldım, kadının dudak kenarındaki hafif açılımı gördüm, gülecek ama bekliyor. Adama doğru da uzun saçını sallandırıyor. Yüzüne tüm sevecenliğini oturttu, iki yanağıma bembeyaz tombul ellerini koydu, “Ne diyorsun,” dedi, “beni götürecek misin?”

Tam kolunu tutup kaldıracaktım, Eğik Sami yanı başımda belirdi. Müzik sesi durdu. Şarkı söyleyen kadın uzun bacaklarıyla belki bizi seyrediyordu. Garson elinde tepsisi işin yavaşlamasından mutlu, aldırmadan bakıyordu.

Eğik Sami, sağ yanağıma başını hiç kaldırmadan olanca gücüyle öyle bir tokat vurdu ki kadınla ikimiz savrulduk bir yana. Daha doğrusu benim başım kadının kucağında, kollarım da belinde.

Kadın önce kollarımı çözdü. Başımı aldı, koltuğa yasladı, karşıma geçti,“Hadi,” dedi, “erkek ol.”

Dışarı çıktım.

Kapıda bekleyen, seni halletmişler, ben dokunmayayım, der gibi baktı bu sefer de. Maltepe’nin ışıklar altındaki geniş bulvarına yeniden daldım. Bir tekel bayiinden üç bira aldım. Birini hemen açtım. Dibine kadar içtim. Hergele Meydanı’na doğru yürüdüm. Meydana geçişi sağlayan büyük köprünün altına oturdum. Bir bira daha açtım.

Evime döndüğümde yan komşunun kapısına bir adam yaslanmış, kapıya yavaş yavaş vurarak, “Aç kapıyı,” diyordu, “aç.”

Loş ışıkta Eğik Sami’yi görür gibi oldum.