Cık Kadar Daha/Yücel KARTAL

İki üç günden beri aralıklarla lapa lapa yağan kar, akşama doğru kesilmiş; kuru bir soğuk başlamıştı. Kulağı radyoda, gözleri dışarıdaydı. Akşam olunca mahallenin bütün çocuklarını, gençlerini okul dönüşü eve sokmadan yemeğini yemeyen emekli mutemet, elektrik direklerine asılı sokak lambalarının aydınlattığı merdivenli sokağa bakıp bakıp geçmişe dalıyordu bir taraftan. “Bekçi Ali’nin oğlu da geldi nihayet!” dedikten sonra radyodaki haberlere dikkat kesildi.

 "Sayın Dinleyiciler, Şanlı ordumuzun 20 Temmuz 1974’te Ada’ya barış getirmek için başlattığı harekât, bugün Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin ilan edilmesiyle nihai hedefine ulaştı. 

Çiçeği burnunda Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin ilk cumhurbaşkanı seçildikten sonra konuşan Rauf Denktaş…”

Radyonun sesini biraz daha açtı. “Çok şükür!” diye geçirdi içinden. Hanımı marul salatasını koydu sofraya. Harı geçmiş kömür sobasının üstündeki çorba tenceresinden kâseleri doldurdu. Çorbalarını içtiler. Arkasından hanımının “Kuru fasulye, pilav var daha!” demesine fırsat vermeden “Bana koyma, iştahım yok nedense?” dedi geriye çekilirken. O yemeyince hanımı da yemedi. “Salatayı bitirelim bari!” dedi sadece. Salataya da dokunmadı ikisi de. Sofradaki sabunlu bezle ellerini sildi, cam kenarına çekildi.

Şoför Haydar’ın küçük oğlunu anlatmaya başladı hanımına. Anlattıkça neşelendi. Arada güldü, arada anlattı. Yumurcak ne kadar sevinmişti gofreti kapınca. “Annesiyle eski gazetelerden külah yapıp bana getirmişler.” derken hâlâ gülüyordu gözlerinin önüne gelip gelip giden ufaklığa. Küçük bakkalı en çok da bunun için çalıştırıyordu emekli mutemet. Çocuklar, gençler “Hasan amca! Hasan amca” diye içeri girdikçe yüzünde gül bahçesi açılıyordu ihtiyarın.

“Allah, sana bir çocuk vermemiş ama bak mahallede bir sürü çocuğun var şimdi seni seven; iyi ki açtık şu bakkalı” dedi öğretmen emeklisi ikinci hanımı. Onun sözlerinden sonra tekrar cama dönüp uzaklara daldı. EKİ’de işe yeni başladığı gençlik günlerini hatırladı. Arkasından ilk hanımıyla tanışmasını, evlenmelerini… Yıllarca bir başlarına yaşadıktan sonra kendisi gibi çocuk özlemiyle yanıp kavrulan ilk hanımının vereme yakalanmasını, çöpe attıkları onlarca kanlı mendili… Bayramlarda eve gelen hısım akraba çocuklarına vermek için aldığı mendiller bitmişti ilkin. Kutu kutu mendil taşımıştı sonra her hafta çarşıdan.

Kucağında can veren hanımının vasiyetini hatırladı ardından. “Benden sonra hayata küsüp de bekar kalma; sen kendine bakamazsın, birini bul evlen!” deyişini getirdi gözünün önüne. İki yıla yakındı ikinci kez evlenmesi. Nebahat Hanım… Daha doğrusu Nebahat Öğretmen… Bütün köylüleri, akrabaları böyle hitap etmişti ilk günden beri: “Nebahat Öğretmen!”

Hanımı sofrayı topladıktan sonra “Hadi, Mehmetler'e gidelim; biraz laflarız.” dedi. Kısa zaman içinde beyini tanımayı başarmıştı Nebahat Hanım. Onu sıkıntılı gördükçe bu çare gelirdi aklına. Hemşerileriyle laflamak, eskilerden konuşmak, memleket hasretini dindirmek iyi gelirdi eski mutemet, yeni bakkala. Çabuk kavramıştı başka kimi kimsesi olmayan, öğretmen okulunda okuduğu yıllar dışında taşrada hiç yaşamamış olan Nebahat Öğretmen; beyi için hısım akrabanın, hemşerinin ne demek olduğunu. Üstelik el üstünde tutardı bütün hemşerileri, akrabaları Hasan Amcalarını. Çoğu zaman Nebahat Hanım teklif ederdi beyine “Hadi, falancalara gidelim.” diye. Öyle kendini beğenmişliği falan yoktu ya yine de bütün hemşeriler çekinirdi ondan. Ne de olsa yaban kızıydı işte! 

Evden çıktılar. Zaten seyrek geçen arabaların pek de bozmadığı, bembeyaz ağaçlarla çevrili kar kaplı yolda mis gibi havayı ciğerlerine doldurarak hem yürüdüler hem lafladılar. Nebahat Hanım, bir ara denk getirip sordu.

-Rahmetliyi severler miydi?

-Kimler?

-Canım köylülerin işte, akrabaların…

-Severlerdi ya… Ayşe Hanım da yabancıydı ama alışmışlardı birbirlerine…

-Bana da alıştılar mı sence?

Emekli mutemet, ellerini sırtına bağlamış yürürken kocaman taşlı kehribar tespihini şakırdatıyordu bir yandan. “Kafana takma bunları, zamanla her şey yoluna girer.” diye cevap verdi bir zaman sonra.  

Kapıyı evin küçük kızı açtı. Misafirlerin elinden öpüp hoş geldin dedikten sonra Hasan amcasının verdiği şekeri alıp içeri koştu. “Anne, Hasan amcalar geldi!” diye seslendi. O giderken babası geldi içerideki kapının önüne. Misafirlerin paltolarını alırken “Hoş geldiniz, hoş geldiniz; buyurun, buyurun!” diyordu bir taraftan. “Ayaklarınıza su dökelim, hangi rüzgâr attı böyle? Hasan Amca, bizi unuttu diyorduk daha dün akşam.” diye ekledi ardından. Evdekilerin farkında olmadığı, dışarıdan gelenin içeri girer girmez burnunun direğini sızlatan kokuyu önce Hasan Amca aldı. Sonra da hanımı… Nebahat Öğretmen, ne olduğunu anlamaya çalışarak birkaç kez burnuna çekti kokuyu içeri girerken kimseye çaktırmadan. Karın altından topladığı mancarla yaptığı kavurmayı sofradan kaçırırcasına mutfağa koyduktan sonra kapıya doğru koşturan evin kadını “Buyurun, buyurun!” dedi peş peşe tıpkı kocası gibi. “Kaynananız seviyormuş Hasan Amca, biz de sofraya oturuyorduk.” diye ekledi arkasından. Nebahat Öğretmen, “Sağ olun, biz o vazifeyi yaptık; size afiyet olsun!” diyerek beyinin önünü kesse de sofradaki yazma ekmekleri gören Mutemet Hasan “Hanım, sen oturmazsan oturma. Ben bu yazma ekmeğin tadına bakmadan gitmem buradan.” diyerek oturdu sandalyeye. Bir saat önce yemediği marul salatasının aynısı duruyordu sofrada. Kaşık kaşık döşedi ekmeğin içine salatayı vakit kaybetmeden. Bir güzel sarıp dürdüğü yufkanın alt tarafını büktükten sonra takma dişlerine inat başladı ısırmaya. Aldığı lezzeti abartırcasına sesler çıkardı dolu ağzıyla.

Misafirler içeri girerken mutfağa kaldırdığı mancar kavurmasını düşündü Fadime Kadın. “Acaba çıkarsa mıydı ortaya?” Nebahat Öğretmen’den çekindiğinden vazgeçti sonra. “Neme lazım?” diye geçirdi içinden. Yabancıydı ne de olsa! İyi kadındı hoş kadındı ya… Belki küçümser kendince diye kurdu kafasından. O vazgeçerken lokmasını bitiren Hasan Amca girdi lafa. “Şimdi bu yazma ekmeği yerken ne geldi aklıma, biliyor musun Fadime Hanım?” dedi. “Ne geldi Hasan amca?” diye sordu Fadime Kadın yaşlı akrabasının gözlerinin içine bakarak. “Hani köyde bu yazma ekmeğin arasına mancarı sarar sarar da yerdik ya! O geldi aklıma.” Fadime Kadın, anladı onu. Mancar kavurması var Hasan Amca, yer misin diye soruverdi Nebahat Öğretmen’in küçümseyeceği endişesini aklından tamamen silerek. “Sen ne konuşuyon, yimem mi?” diye yanıtladı Hasan amcası onu köy ağzıyla.

Biraz önce marul salatası doldurup sardığı yazma ekmeğe mancar kavurmasını döşedi bu sefer. Nebahat Öğretmen, yerinden usulca kalkıp muzip bir ifadeyle konuşarak yanaştı sofraya. “Neymiş şu mancar kavurması, ben de tadına bakayım hele!” Ev sahipleri keyiflendi onun samimiyetini fark ederek. En çok da küçük kızın hoşuna gitmişti Nebahat Öğretmen’in sofraya yanaşması. “Ne iyi biri…” diye geçirdi içinden kıkır kıkır gülerken. Göz kırptılar birbirlerine.

Ayranları doldurmak için bardak getirdi sofraya Fadime Kadın. Önce sofranın ortasında duran koca ayran tasından doldurdu bardaklara. O bitince mutfağa seyitti. Ayran çalkaladığı kabı getirdi.  Bir daha koştu. Yazma ekmek getirdi. Kimi yufkaya mancar sarıyor, kimi ayran yudumluyor, kimi dürdüğü yufkayı dişliyordu iki eliyle çekerek. “Canım, sizin mancar mancar dediğiniz bu muydu; karalahana değil mi bu?” diye sordu Fadime Kadın’ı daha da rahatlatan sesiyle Nebahat Öğretmen. “Pek de lezzetliymiş!” dedi ardından. Bir kez daha gülüştüler. Fadime Kadın, misafirinin takdirini kazanmanın verdiği cesaretle “Ben senin seveceğini bilsem saklar mıyım mutfağa? Bizi dağnarsın, horlarsın belki diye hani?” deyiverdi giderek kısılan sesiyle. Cümlesini bitirirken bir kocasının bir de Hasan Amca’nın gözlerine baktı yanlış bir şey söylemiş olmanın endişesiyle. Hasan Amca umursamadı bile. “Hum hum” diye sesler çıkarıp ağzını şapırdatırken Nebahat Öğretmen baktı bu sefer kocasına anlamadığını belli eden tebessüm dolu yüzüyle. “Yani ayıplarsın, küçümsersin diye çekinmiş.” diye cevap verdi lokmasını yutmaya çalışırken. Sonra tabağını uzattı Hasan Amca Fadime Kadın’a. “Hele cıkgada daha goyve!” dedi yine köy ağzıyla! Kahkahalar yükseldi bu sefer. En çok gülen, küçük kız oldu. Onun gözündeki mutluluğu ise Nebahat Öğretmen yakaladı sadece. Sonra kocasının gözlerine baktı çaktırmadan. Aynı sevinci onun gözlerinde de gördü. Eline şeker verilen her çocuğun gözünde görülen türden… Bir süredir elinde beklettiği mancar dolu yufkayı kibarca ısırırken huzurla gülümsedi sofradaki herkese. “Bi akşam da bize buyurun. Birlikte yiyelim yine böyle!” dedi. Fadime Kadın’la göz göze gelip birbirlerini onayladılar. “İnşallah!” diye cevap verdi Fadime Kadın, kendi eliyle açıp sofraya gururla getirdiği yazma ekmeğe yine kendi eliyle yetiştirdiği mancarı sararken!