BİT MİT*/Erinç BÜYÜKAŞIK

Daha birkaç gün önce sunucu televizyonda muhtıra bildirisini okumuştu. Suratı bir karış o komutan, sıkıyönetimin ülke için zaruriyetinden söz ediyordu ekranda. Cümleleri akarken, zoraki gülümsediği de oluyordu. İçi sıkıldı Nesrin’in. “Sokağa çıkma yasağı demek, bu deli oğlanı tık eve başarabilirsen. Laf dinlemez ki hiç.” Kocası da üniversitede “Cadı avı başlar yakında,” demişti ya. Evdeki kitapları kolilere yerleştirip bodrum katında bir köşeye koymuşlardı korkuyla geçen. “Malum her darbede ilk günah keçisi kitaplar oluyor,” demişti kocası. “Eşek ölüsü gibi bu koliler,” diye ilenmişti Nesrin.

“Abi be, bunları daha güvenli bir yere saklasaydın ya. Belli mi olur adamlar buraya iner.” diye tedirgin olmuştu Aliye’nin kocası. Haklıydı da adamcağız. Evde kimse yokken bir sigara tüttürmek istedi. Oğlan televizyondaki o askerleri nasıl imrenerek izliyor. Çocuk işte. Polisçilik, askercilik oynamaktan başka bir şey bilmiyordu ki bu yaşta.  Ziya, gazetesini okurken gözleriyle Barış’ın darbe komutanının ipe sapa gelmez laflarını hayranlıkla dinlediğini görüp de dellenmişti yine. “Yok yok, kapamalı televizyonu. Tümden hem de… İyice zehirlenecek bu çocuk yoksa bu zırvalıklardan.” diye söylendi evde gün boyu. Ürküyordu ikisi de. Oğlanın yanında darbe komutanları hakkında konuşmamaya çalışıyorlardı ne olur ne olmaz diye. Çocuktur sonuçta, etrafa laf taşır bu oğlan.

“Ayakkabını içerde çıkar oğlum,” diye çıkıştı Nesrin oğluna. Gelişigüzel atmıştı yine bir tekini kenara. Hem de üstü başı toz toprak içinde dönmüştü eve çocuk. Nasıl da zırıl zırıl ağladı tüm gece. Göz pınarları kuruyana dek hem de…

“Yok oğlum, vallaha billaha çıkamazsın dışarı, Arif’le nerelerde gezip tozduğunuz belli değil.” Sitenin arkasındaki çöp yığınlarından söz ediyordu kadın.

“Aliye’nin o pasaklı velediyle dolandığın yeter valla! Mahallenin diğer ipsiz sapsız veletlerinin de peşine takılıp deli danalar gibi koşturuyorsunuz orada. O Arif, Aliye’nin veledi, asıl elebaşı o zaten.” Arif’le Barış bitlendi deyince nasıl da evhamlanmıştı apartman ahalisi. Geçenlerde Aliye’nin sıçan deliği dediği evini karafatmalar basınca telaşlandı apartmandakiler. Rutubetten her tür haşarat dadanıyordu bodrum katındaki daireye.

Hem şehrin ortasında böyle çöplük mü olurdu, belediyeye kaç defa yazmışlardı da kimin umurundaydı.

“Hemen çıkar üstündekileri. Yıkanacaksın hemen. Sabunu da köpürte köpürte... Saçındaki bitlerden zor bela kurtulduk.” Arif aşağıda bekliyordu onu. Sızlansa da nafile, suratını ekşitip odasına doğru yollandı ardından. Aliye abla ikisine muhakkak ekmek üstüne yoğurt sürmüş, üzerine de bolca şeker serpmiştir hatta. O çikolatalar kadar tatlı oluyordu şekeri yoğurt üzerine boca edince. Annesi hiç yapmazdı öyle şeyler. Yok yok arada mozaik pasta yaptığı oluyordu Nesrin’in. Hatta her pasta yaptığında kremanın tencerede kalanını yemesine izin veriyordu oğlunun. Arif, yine anasının kuzusu diye dalgasını da geçer çıkamadı diye. Niye böyle yapıyordu ki annesi. Odada kös kös oturmasını istiyor. “Bana ne ya. Ödev de vermedi ki öğretmen.”

Eski sınıf öğretmenlerinin yerine gelen o yaşlı erkek öğretmen ha bire gazete okuyordu sınıfta. Ne suratsız adamdı Kâmil öğretmen. Hep bağırıyor. Astığı astık, kestiği kestik adamın. Ders falan anlattığı da yok. Kulağını da çekmişti Barış’ın geçen. Nasıl da kızarmıştı kulağının teki. Çıt çıkmıyordu sınıfta o her bağırdığında. Hepsi sus pustu korkudan. “Ordumuz yüce milletimizin hizmetinde,” diye başlıyordu söze her ders. Herk Türk asker doğmuş adamın anlattığına göre. Arif’i bıraksalar koşa koşa cepheye giderdi. Kitaptaki okuma parçalarını deftere geçirtiyordu her gün bu öğretmen. “Canım Selim öğretmenim derste doğru cevap verdiğimizde çikolatayla ödüllendirirdi her doğru cevap vereni.” Hep parmak kaldırırdı o da Selim Öğretmeni küçük sepetindeki çikolatalardan birini verir diye. Bir seferinde de iki basamaklı bir sayıyı doğru çarpınca Sevdalı Bulut diye bir kitabı hediye etmişti. Bu habire yazı yazdırıyordu. Bir de İstiklal Marşı’nın ilk dört kıtasını ezberlemelilermiş. Öyle şiir falan ezberleyemezdi ki Barış, aklında tutamazdı ne kadar uğraşsa da.

“Canım öğretmenim ya, okulda yok ne zamandır. Kâmil öğretmen de ne zaman biri ondan söz etse susturuyor sınıftakileri sürekli.” diye geçiriyordu aklından Barış sürekli.

Okuldan gelir gelmez ikisi de apartmanın bodrum katındaki kapıcı dairesine inerdi hep. Hele de hava soğuksa. Yoksa dışarda oynamak olmazdı elbette. Yok yok, annesi bilmesindi dün Arif’lere gittiğini, bitlendi diye ne suçu olsun ki arkadaşının. Bu oğlanla geziyor diye sınıftakiler konuşmuyordu onunla. Konuşmayıversinler bana ne. Hem sanki o doktorun kızı Ayşin burnuyla oynamıyor her ders. Arif’i pis, pasaklı diye suçlamak onlara mı kalmıştı sanki. Hem Aliye abla da tek tek ayıklamıştı çocuğun kafasındaki bitleri. Koca leğenin içine sokmuş çocuğu, kaynar suyu başından aşağı dökmüş hem de. Nasıl da acımış canı Arif’in.

“Ben hiç ağlamam ki,” diyen oğlan kaynar suyun altında ciyak ciyak bağırmış da kadın, “Sus ulan! kes ağlamayı demiş”

“Oh olsun işte! Sen iyi okuyacan diye okula gönderek sen çöplüklerde tepin. Be gavatın oğlu, seni çöplükte mi doğurdum leyn, ne diye dadandın oralara.” diye yüklenmiş Arif’e. Allah belalarını versin hepsinin diyerek dört dönmüş evde.

“Gözüne mertek girse görmez apartmandakiler emme konuşuyorlar öyle ulu orta. Ev temizletmeye gelince Aliye gel, basamakları sildirmeye gelince yine Aliye, çöp atmaya Aliye.” Leğendeki kaynar suda sus pus bekleyen Arif’in kafasındaki sabunu köpürte köpürte yıkamıştı oğlanı. Acıta acıta hem de. “Vallaha ana, okuldaki diğer oğlanlardan bulaştı. Hem sınıftaki Ömer de bitlenmiş. Babası özel arabayla bırakıyor onu her sabah. He he, biliyon mu, hiç ellerini yıkamıyor. Bir keresinde küçük abdestini yaptı da ellerini suya değdirmeden çıktı heladan. Burnunu da karıştırıyor.” Annesi gibi Aliye ablası da başına sirke sürmüş, tek tek ayıklamış bitleri. Ne güzel de kaşınmıştı ikisinin kafası o bitler bulaştığında. Kaşımaya doyamadı iki oğlan da, tatlı tatlı hem de. “Ömür törpüsü bu velet,” diye söylendi Aliye Ablası oğlunun bitlerini temizlerken. Babasının dölüydü ne olacak. Onun gibi laf dinlemiyordu işte.

Barış öfkeyle balkondan attı yine oyuncaklarını. Hem de amcasının Almanya’dan getirdiği pilli arabaları. “Ben Arif’le oynayacağım, bana ne bana ne,”” diye sızlandı durdu evde.

Mızmız, huysuz oğlan. Laf dinlemez misin sen? Kocaman oldun artık. İnat yapıyorsun biliyorum. Sırf bu oğlanla görüşmeni yasakladım diye.” Hiç sevmiyordu annesi Arif’i. Neymiş, üstü başı kirli geliyormuş eve. Aliye ablası oğluna eski kıyafetler giydiriyor diye söylüyordu bunu besbelli. Hani geçen de komşuları Zeynel amca oğlunun artık ona küçük gelen pantolonunu, kazaklarını vermişti Aliye Abla’ya Arif için. Annesi ona da içerliyordu muhakkak. Aliye ablası yamalık da yamarmış, oğlunun kıyafetleri sökük görünmesin diye. Arif’le evde de oynasalar olurdu, çıkarırdı arabaları salonun ortasına, yarışçılık yaparlardı hem de.

Nesrin, odanın içinde öfkeyle dolandı. Kapının zili çaldı o sırada. Aliye ablaydı gelen. Öyle renkli renkli bir elbise giymişti yine. Kırık arabaları bir poşete koyup getirmiş. Kuşlar var elbisenin üzerinde, dört bir tarafa kanat açmıştı her biri. Tatlı tatlı gülümsedi Barış’a kapının eşiğinde.

Sitelerin arkasındaki boş araziyi çevresindeki bir iki dükkân, lokanta, pastane koca bir çöplüğe çevirmişti ne zamandır. Arif’le oyun alanıydı ikisinin burası. Çöp ayıklayan, toplayan bir iki kişi daha olurdu yakınlarında. Arif, elindeki sopayla çöp birikintisini eşelemeye başlamıştı. Köşedeki pastanenin attığı bayat pastalar, tatlılar, poğaçalar dağılmıştı çöp yığınlarının bir köşesinde. “Biraz ekşimiş ama yenmeyecek gibi değil,” diye saldırmıştı kremalı, meyveli pastaya. Nasıl da iştahla yiyordu avuçladığı pastayı. “Sende mide yok mu oğlum, bayat bunlar, bayat,” dediyse de dinletemedi. Annesinin evde kuru ekmekten yaptığı şerbetli tatlıyı anlatıyordu bir yandan ballandıra ballandıra.

“Var ya kuru ekmekleri üstüne şerbetleri döküyor. Öyle tatlı tatlı oluyor ki... Eve köyden ceviz geldiğinde ceviz de serpiyor üstüne annem. Onları eziyor elleriyle…”

“Obursun lan sen, obur,” diye alay etti Arif’le oğlanın ağzındaki pasta parçasını görünce. Obur mobur ama iskelet gibi çocuktu, kemikleri sayılacak neredeyse. Akıl erdiremiyordu buna Barış bir türlü.

“O attığın oyuncaklar var ya?”

“Eeee…”

“Onları yapıştırdım. Yere düşünce paramparça olmuş o polis otosunu da. Babamın fabrikadan getirdiği japon yapıştırıcıyla eskisi gibi yaptım onu biliyon mu. Her şeyi yapıştırıyor vallaha billaha o japon yapıştırıcı.”

“Onlar oyuncak değil bir kere. Pilli araba. Amcam, ‘kumandalı olanlarda da getireceğim,’ dedi son gelişinde. Sen de seviyorsun o arabaları, bilmiyor muyum sanki?” Alay ediyordu Barış’la sabahtan beri bu oğlan. “Okula başlamış çocuk hala oyuncak arabayla mı oynarmış,” diye geçti dalgasını.

“He he, apartman bebesisin işte.”

“Hadi be sen de! Sen sanki apartmanda oturmuyorsun.” Işıkları o rengarenk trenle beraber oynamışlardı kaç sefer üstelik.

Nasıl da büyülenmişti Arif tren halının üstünde çuf çuf yol alırken.Geçen attığı itfaiye arabasını da iç etmemişti sanki bu oğlan yok yok, bende o, diye ertesi gün söylemişti Barış’a. Tamir etmiş arabayı, yapıştırmış kırılan tarafını da. Pil koyunca sireni de çalıyor üstelik. Ne becerikli çocuktu. Güzel de resim çiziyordu üstelik. Barış gibi çöp adamlar değil hem de.

“Valla sen gelince oynarız diye koltuğun altına sakladım biliyon mu? Hani çikolata getirecektin bana.”

“Ne çikolatası oğlum?”

“Amcanın Alamanya’dan getirdiğinden lan. Çok ucuzmuş oralarda, hem de tadı bizimkilerden güzelmiş.” Kim bilir yazın amcası geldiğinde getirirdi yine.

“Benim de babam Alamanya’ya gidecek. Öyle dedi valla. Fabrikadakileri atıyorlarmış, grev mi varmış ne. ‘Yemin billah bir yolunu bulup giderim ben de Alaman memleketine beni kovarlarsa’ dediydi. ‘Yılların ustabaşısıyım, bana iş mi yok orada,’ dedi geçen. Hem de annemle beni de alır yanına. Alır değil mi?” Gözleri ışıl ışıldı bunu söylerken.

Martılar çığlık çığlığa uçuşuyordu çöp tepesinin üstünde. Boğuk boğuk çıkıyordu sesleri. Her biri o kadar çığırtkandı ki. Red Kit yine takılmıştı peşlerine. Boş arazide oynarken bu uyuz hayvan da gelirdi arkalarından. Karnı şişmişti iyice. Herkese hırlardı da hayvan ikisine ses etmezdi. Hem kel hem uyuzdu Red Kit. “Memeleri süt dolu mu lan bunun? Annemin de memeleri öyleydi Zehra doğduğunda.” Gülmeye başladı ikisi de. Barış’ın zihninde Aliye’nin memeleri belirdi bir an, hoşuna gitti kadını öyle anadan üryan görmek. “Dişi köpeğe ne diye Red Kit diye çağırıyon lan?” Güldüler ikisi de. “Kovboyluk var ruhunda oğlum bu itin. Ondan adı Red Kit”. Öyle yara bere içindeydi ki hayvan, kavgacı bir şeydi zaten. Başka köpek yanaşamazdı yanına. Arazinin bir bölümünü savaş cephesi belirleyip tünediler bir köşeye mahalledeki diğer oğlanlarla. Şapşal köpek ağzını şaplata şaplata, kuyruğunu dikmiş çöplüğe konan martıların peşinde koşuyordu o sırada. “Şu itin kıçına bak hele,” dedi Arif. Sanki boya tenekesine batıp çıkmış gibi… “Bembeyaz kıçı gördün mü?” diye seslendi arkadaşına. Savaşçılık oyunlarında yanlarından ayrılmadığı için severlerdi Red Kit’i. Kim bulaşmak istese onlara hırlardı hemen.

Çöplükte gördüğü mukavvayı evirip çevirip asker üniformasına benzetmişti. Komutan yine o olacaktı belli ki. Çer çöpten yaptıkları silahlarla ipini koparmış deli danalar gibi koşturuyorlardı boş arazi boyunca. Kim daha iyi silah çekiyordu diye yarışıyorlardı aralarında. Bir de düldülleri olsaydı tam Kovboy filmlerine çevirirlerdi oyunlarını. Hınzır hınzır Red Kit’i gösterdi Arif, üstüne çıksalar mıydı düldül diye. “Yok lan, ilişme hayvana. Görmüyon mu, kendini zor taşıyor zaten,” diye tersledi Barış oğlanı. Ter içinde kalana kadar savaş oyunu devam ediyordu boş arazide. Arif’in sigara tüttürüp elindeki sopayla toprağı eşeleyip bir şeyler çiziktirdiği de oluyordu.

“Onlar buradan gelirse bekleyecez oğlum şu köşede. Taktik bu, taktik. Kâmil öğretmen demişti ya geri çekilirmiş gibi yaparmış bizimkiler de sonra hoop! saldırırlarmış düşman üstüne. Biz de öyle yapacaz.” Tembihlemişti Barış’ı, tellendirdiğini annesine falan söylemesin diye.  Bazen çaktığı tahtaları yaptığı tüfeği çaprazlayarak düşmanın saldırabileceği köşeleri toprak üzerinde çizerdi. Televizyondaki asker amcalara nasıl da özeniyordu bu oğlan. Haberlere çıkan o yaşlı amca gibi konuşuyordu hatta arada sırada. Gökteki yıldızlar kadar yıldızı var üniformasında sanki demişti adamı televizyonda gördüğünde. Tepedeki yoldan zırhlı bir araç geçti o sırada. Arif, hayranlıkla baktı askeri kamyona. O da seviyordu askeri arabaları. Hele tankları. Geçen sefer okulun köşesinde görmüştü iki tankı, tepesinde askerler gelen geçeni izliyordu.

“Bunların hepsi G-3 piyade tüfeği taşıyor, uçan sineği vururmuş valla o tüfek. Ama ben çok MG-3’lere bitiyom valla. Savaşa gidince hep onu kullanıyormuş cephede bizimkiler.”

O askerlerin kamuflajlarını da oldum olası severdi zaten. Babasının askerlik hikayelerini ha bire anlatırdı Barış’a. Nasıl da havalı havalı geziniyorlardı sokaklarda. Hele okulun orada bekleyen askerlere hayranlıkla bakıyorlardı ikisi de. Birisi komutanlarıydı herhalde, yanlarına gitmişlerdi de adam yanak almıştı Arif’ten. Ama babası hiç sevmiyordu o asker amcaları. Televizyona çıktıklarında yüzü ekşiyordu hep. Televizyonu da açtırmaz oldu annesiyle bir olup son günlerde. Darbe falan dediydi de babası, o nedir diye sormuştu annesine. O da cevap vermedi Barış’a.

Güneş çöplüğün üstüne ince ve yassı gölgeler halinde vururken Arif’le Barış birer gölge gibi koşardı çöp tepeleri boyunca. Boyunlu bir kazak geçirmişti üstüne, büyücek bir çizme vardı ayağında. Çırpı bacakları koca çizmenin içinde öyle gülünç görünüyordu ki. Babasının askeri parkasını giymişti de içinde kaybolmuştu oğlan.

“Nereden buldun lan bunu,” diye alay etti Arif.

“Bu gocuk var ya, babam askerdeyken giymiş bunu, Kars’ta öyle soğuk olurmuş ki saatlerce nöbet tutmuş bu üstünde. ‘Hiç üşümedim bunu giydiğimde,’ dediydi babam. Geçen kar yapınca annem sandıktan çıkardı da verdi giymem için.” Sevimli sevimli, gülerek anlatıyordu bunu. Elleri parkanın kollarına yetişmiyordu bir türlü.

Arif’i hiç hor görmezdi Barış. Kapıcı çocuğu diye sınıfta onunla konuşmayanlar da vardı. Savaş oyunu biter bitmez toprak yolun bir köşesinde otururlar, Arif mırıl mırıl bir şeyler anlatırdı ona. Babasının güçlü kuvvetli, pazulu babalardan olmasından dolayı nasıl da övünüyordu.

“Babam var ya babam, kahvede bilek güreşinde herkesi yeniyor. Boşa mı ustabaşı yaptılar onu o koca fabrikada.”

“Kendine baksana sen!” deyiverdi gülerek Arif. “Çöp gibisin ulan.” Sahiden Ali amcaya hiç benzememişti bu oğlan. Duymazlıktan gelip anlatmayı sürdürdü Arif.

“Biliyon mu, babam pos bıyığıyla, ben uyuyorum sanıyor bazen beni de yanağıma öpücük kondurduğu oluyor arada. Sarılmaz ama hiç, sırtına aldığı da oldu köyde beni. Omzumdan tutup hoplatmıştı evin bahçesinde.” Barış dalgınca baktı etrafına. Babası annesine okulda dersleri nasıl diye sorardı da onun da sarıldığı olmamıştı oğlana. Olsundu, severdi babası onu da. Arif o sırada dişlerinin arasında bir sap çiğniyormuş gibi geveleyerek konuşuyordu. Gülünç geldi konuşurken arkadaşının gerekli gereksiz vurguları, kelimeleri çoğu kez yutması. Dedikleri bazen hiç anlaşılmıyordu bu çocuğun. Ala şafağa kadar sokaktaydılar yine, annesi demediğini bırakmayacaktı. O da yine yüzünü ekşitip, inatlaşır, dikleşirdi Nesrin’e. Odaya kapanır küserdi hatta. Dayanamazdı besbelli kadın buna.

Apartmanın sıvaları dökülmüş duvarlarında otomat yanıp söndü. Zifiri karanlıktı apartman boşluğu. Aliye ablası açmıştı kapıyı. Bodrum katı küf kokuyordu. İçerde bir çekyat, sehpa, kerevetten başka bir şey yok. Başını özensizce örtmüştü kadın. Ekmek arasına yoğurt sürmüştü yine Aliye. Bolca şeker de serpmişti içine. Yine üzerinde kuşlu, çiçekli o elbise.

“Annen duymasın buraya geldiğini, kızıyor zaten Arif’e ikiniz bitlendiğinizden beri.” Nereden duyacaktı ki, diye geçirdi aklından Barış.

Arif çoktan itfaiye arabasıyla haftalar önce Barış’ın balkondan attığı polis arabasını getirdi odaya. Televizyonda askeri üniformalı, o yaşlı paşa ülkenin asayişinden söz ediyordu. Ürkütücüydü sesi. Barış, savaş oyunlarının komutanı Arif’le alay etti: “Sen de giyecek misin o asker amcanın giydiğinden. Bol bol yıldızı da var hem, he he belki çıkarsın televizyona sen de onun gibi. Bir şeyler okursun bağıra çağıra. Kâmil öğretmenin okuduğu şiirler gibi okursun.”

“Hele ortaokula geçeyim. Görürsün ardından askeri liseye de gidecem bir kere oğlum.”

“Bizim okulun orada Mehmet amca vardı ya?”

“Hani kırtasiyeci olan mı?”

“Bana okuma kitabı vermişti geçen. Çok sevmiştim verdiği kitabı. Küçük Karabalık mıydı neydi? Evet, hani resimli resimli, yazıları büyük büyük olan. Asker amcalar dükkâna gelmişler de götürmüşler Mehmet amcayı. Kaç gündür kapalı dükkânı. Kırtasiyedeki tüm kitapları da almışlar.”

“Küçük Kara Balık’ı da mı?”

“He ya. Oğlu dörtte okuyor hani. O söyledi.”

“İyi adamdı ya, bana renkli kalemleri ucuza satardı hatta. Hapse mi atmışlar yoksa?”

Televizyondaki sunucunun muhtıra haberini pek de bir şey anlamadan dinledi ikisi. Aliye tedirginlikle izledi ekrandaki adamı. Grevlerin belirsiz süre yasaklandığını söylüyordu sunucu. Darbe değil halkın ihtiyacından doğan bir muhtıraymış bu, fitnecileri dinlememek gerektiğini, askerin halkın huzurundan mesul olduğunu söylüyordu sunucudan sonra çıkan yaşlı paşa. Darbe neydi ki cidden? Asker amcalar neden hapse atmıştı Mehmet amcayı? Barış’ın kafası iyice karışmıştı. Selim öğretmenleri neredeydi sahi? Kâmil öğretmen Selim öğretmeni gibi resimli resimli kitaplar da okutmuyordu onlara. Çikolata da vermiyordu derste parmak kaldıranlara.

Çekyatın altından iki oyuncak araba çıkardı o Arif. Yüzünde o sırıtık ifade yine. Çöplüğü eşelerken bulmuş. Hem de yepyeni diye güldü o sırada. Deli mi ne bunu atan, diye güldü ardından. Şimdi odasında bir başınaydı Barış tüm bunları düşünürken. Odanın ortasındaki oyuncaklara bakıp kapının eşiğinde dolanan annesini düşündü. Oynayası yoktu hiçbiriyle.

Annesi söyleniyordu yine. “Sokakta bulmadım oğlumu ben. Sanki iki ay önce sarılık olmadı. Aliye zapt etsin veledini. Ne öyle çöplüklerde it gibi koşturmak. Baban da tembih etti zaten, okuldan doğru eve. Sokağa çıkma yasağı var üstelik. Yatmadan önce yıkanacaksın hem de.”

Baygın, iniltili bir uykudan uyandı o sabah Barış. Ipıslaktı vücudu terden. Karabasanlar görmüştü hep. Kapıya polisler, askerler dikilmiş de alıp götürmüşlerdi babasını ite kaka. Odadan çıktığında annesinin salonun bir köşesinde elleri dizinde düşüncelere dalmış halde usul usul camdan baktığını gördü. Ağlamış mıydı ne? Odada sigara tüttürüyordu. İçmezdi pek diye geçirdi aklından. Rüyasında görmüştü. Kapıda iri yarı iki polis belirmişti. Bir asker de vardı yanlarında. Hem de bol bol yıldızı olanlardan. Köşe bucak evin her yerini aramışlardı da üstelik. “Oğlanı uyandırmayın.” demişti annesi. Zaten top atsan uyanmazdı da Barış. Televizyonda sunucu yeni bir sıkıyönetim bildirisini okuyordu o sırada. Ülkenin huzuru adlı komitenin gözaltına alınacaklar listesiydi okuduğu. Annesini dalgın, gözleri ağlamaktan kızarmış görünce, “Babam nerede?” diye sordu Barış. Ne cevap vereceğini bilememişti kadıncağız. Oğlan uyanmasın diye dökmediği dil kalmamıştı zaten askerlere. Ziya, bir şey söyleme demişti Barış’a.

“Bir şey soracaklarmış babana, onun için bir iki asker ve polisle karakola kadar gitti. Akşama döner muhakkak.” Babası onların bilmediği neyi biliyordu ki? Hem de babası hiç sevmezdi asker amcaları. Ne zaman o paşa çıksa küplere biniyordu babası. Zarar verir miydi gelen o asker ve polisler babasına? İyice kafası karışmıştı çocuğun. İçinde korku birikti. Kapı çaldı o sırada. Aliye ablasıydı muhakkak. Çöpü alırdı bu saatlerde. Kapının eşiğinde Aliye’nin tedirgin, korku dolu yüzüyle karşılaştı ikisi de. Arif yanındaydı.

“Abla bizimkini fabrikadan karga tulumba götürdüler. Girme sendika işlerine dedimse de dinletemedim zaten. Bilmiyon mu abla, o fabrika müdürü puşt var ya, boyu devrilsin inşallah. Sevmezmiş oldum olası benim herifi zaten. O vermiştir adını eskerlere. Bizim eskerle, polisle ne derdimiz olur ki vallaha.  Malını it, yakasını bit yesin inşallah puştun.” Arif’in avucunun içinde kırık farları yapıştırılmış tank duruyordu. “Milletin hakkını aramak sana mı kaldı, başımıza gelene bak. Kızı da zor uyuttum. Babası evde değil diye huzursuz.” Nesrin’in bakışlarını kolladı o an. Yine renkli, kuşlu elbisesini giymişti. Bir “hım” yankısı bekledi sanki. İki kadının da bakışları dalgınlaştı.

“Bir sorar soruştururum, Ziya’yı da aldılar. Üniversiteye gitmeden sabahın köründe hem de... Bırakırlar akşama, besbelli bir hata olmalı.”

Kapının eşiğinde ikisinin de omuzları düşmüş, tedirgin beklediler bir süre.

“Neyse ben çöpü alayım. Karakoldan bir haber gelirse Ziya abi için falan, bizim herifi de yoklarsın değil mi abla?”

“Bir avukat arkadaş var, konuşacağım onunla. İçini rahat tut sen.” Nesrin, Arif’e gülümsedi bir an. İlk defa öfkesiz, sevecen bakmıştı annesi arkadaşına. Sonuçta iki iyi arkadaştı Barış da Arif de. Aliye’yle kaç yıldır komşulardı üstelik. Bit mitten dolayı araya husumet niye girsin ki?

*Bu öykü yazarın Sınırlar Kapalı kitap dosyasında yer almış ve Yeni E dergisinde yayımlanmıştır.