Bir Ruhun Hikâyesi: “Dorian Gray’in Portresi”/Enver KARAHAN

Oscar Wilde bu eserinde; iyilikle kötülüğün, güzellikle çirkinliğin, yaşamla ölümün, ayrımını belirtiyor; kendine hayran, gençliğe, ölümsüzlüğe, güzelliğe düşkün bir adamın narsist duygularının girdabında savruluşunu ve kaçınılmaz yaşlılık ile ölümün kollarına nasıl teslim olduğunu anlatıyor. Bir genç adamın büyümesini, eğitimini, gelişimini, kendini ve inançlarını keşfetmesini işleyen Dorian Gray’in Portresi için Oscar Wilde, ‘Bir ruhun hikâyesi’ demiştir.

Bir portre var karşımızda. Basil’in ellerinde yaratılmış; Dorian Gray’in tüm güzelliğini, zerâfetini ve gençliğini yansıtan; Dorian Gray’in bile kendisini hayranlıkla izlemesini sağladığı bir portre. Dorian Gray, ruhunun yansımalarını bu portrede görmenin şaşkınlığını yaşıyor fakat, sonra bu durumu yaşantı kontrol nesnesi olarak hayatına dahil etmek zorunda kalıyordu. Hayranlığının zamanla kabusa dönüşeceğini ve ruhunu esir alan duyguların onu bambaşka bir insan olarak katlanılması güç bir duruma sürükleyeceğini kim bilebilirdi ki? Oscar Wilde’nin yazdığı tek roman olan Dorian Gray’in Portresi’nde üç ana karakter vardır. Ressam Basil, soylu bir aileden gelen Lord Henry ve bu ikisinin dostluğunu kazanan Dorian Gray.Lord Henry, dış güzelliğe önem veren, hayatta en önemli değerlerin zevk ve güzellik olduğunu düşünen bir karakterdir. Ressam Basil ise dış güzellik yerine iç güzelliği savunan duygusal yönü ağır basan bir karakterdir. Ve iki zıt karakterin dostluğunu edinmiş, herkesin hayranlığını kazanmış genç ve yakışıklı Dorian Gray. Basil, Dorian Gray’den oldukça etkileniyor ve portresini yapmaya karar veriyordu. Lord Henry ile Dorian Gray’in karşılaşması işte bu portrenin yapıldığı bir güne denk geliyordu ve Lord Henry aykırı fikirleri ve olağanüstü keskin zekası ile Dorian Gray’i etkisi altına alıyordu. Lord Henry ile başlayan dostluk, Dorian Gray’i yavaş yavaş kendisi olmaktan çıkarıp bambaşka bir insan yapıyordu. Dönüşümü gerçekleştiriyordu.

'Dorian Gray genç biriydi ama, acımasız değildi.
Ta ki Lord Henry’i tanıyana kadar."

Dorian Gray, resmine doğru yaklaştı ve hayranlıkla kendisini izlemeye koyuldu. Sevinçten yanakları kızarıyordu. Fakat içine birden bir hüzün yerleşmişti. Kendi güzelliğine bakarken aklına düşen şey ise, bir gün yaşlanacağı düşüncesiydi. Yüzünün kırışacağı, gözlerinin renksizleşeceği, zarif bedeninin biçimsizleşeceği bir gün gelecekti. Dudaklarının kızıl rengi gidecek, altın rengi saçları kalmayacaktı. ”Ben yaşlanırken bu resim hep genç kalacak” diyordu Dorian. ”Keşke tam tersi olsa. Ben hep genç kalsaydım da bu resim yaşlansaydı.” sözü dökülüyordu kızıl rengi dudaklarından.

Dorian Gray, Basil’in kültürsüz olduğunu Lord Henry’e söylerken, Lord Henry ise Basil’in içinde olan ne varsa sanatına koyduğunu belirtiyordu.

Lord Henry, iyi sanatçıların herşeylerini sanatlarına aktardıkları için kendilerinin tamamen yavan kaldıklarını söyler. Muazzam bir şairin tüm varlıkların en şiirsel olmayanı olduğunu ve kalitesiz şairlerin ise tüm yanlarıyla büyüleyici olduğunu düşünür. Kafiyeler ne kadar kötüyse görüntüleri de bir o kadar etkileyicidir, der.


Dorian Gray, Sibyl Vane’i hakaretler ederek terk ettiği gün, eve girdiğinde kendi portresiyle yüz yüze geliyor ve şaşkınlığıyla dilinden şu cümle dökülüyordu: ”Zalimlik, zalimim ben!” Sibyl Vane’nin sahne performansının başarısız geçmesi Dorian’ı öfkelendiriyor, arkadaşlarına olan mahcubiyetinin verdiği duyguyla nişanlısına hakaretler ediyor, onu bir daha görmek istemediğini, ona olan sevgisinin bittiğini haykırıyordu. Genç kızın gözyaşlarına aldırış dahi etmiyordu. Portresindeki değişimi anlamlandırmaya çalışıyor, sanki zalimliğinin yarattığı etki portrenin üzerinde kendini gösteriyordu. Kendisinin genç kalmasını ve portresinin yaşlanmasını büyük bir içtenlikle dilemişti. Portre günahlarının ve zalimliğinin yükünü sırtlıyor; Dorian Gray ise pişmanlık ve keder durgularının ağırlığıyla koltuğuna gömülmüş , portredeki değişimin acı ifadesini seyrediyordu.

Yine de o güzel ve bozulmuş yüzü, o zalim gülümsemesi ile portre onu izliyordu. Parlak saçları erken gün ışığında ışıldıyordu. Mavi gözleri kendisininkiler ile buluşmuştu. Sınırsız bir acıma duygusu geldi üstüne, kendisi için değil, kendisinin resmedilmiş tasviri için. Halihazırda değişmişti zaten, daha da fazla değişecekti… İşlediği her günah bir leke bırakacak ve güzelliğini bozacaktı. 


Dorian Gray, sevdiği kıza hakaret ederek onu terk ettiği günün ertesinde, Lord Henry’den Sibyl Vane’nin intihar ettiğini öğreniyordu. Tekrar ona dönmenin hazırlığını yaparken böyle bir haberle tüm duyguları, düşünceleri altüst oluyordu. Daha önce türlü günahlara, ahlak dışı davranışlara bulaşmış ve bunların artık normalleşmesi ve sıradanlaşması karşısında herhangi bir vicdan muhasebesi yapmamıştı. Fakat bu ölüm onu derinden sarmış, kendisinin sorumlu olduğu bir ölümün vicdan azabını tüm ruhunda hissetmişti. Ama Lord Henry’nin onu yücelten sözleri, gençliğinin ve güzelliğinin onu ne kadar değerli kıldığını ve önünde çok güzel maceraların olacağını söylemesiyle, hayatını, kendini ve en önemlisi de portresini şekillendiriyordu.

Seçim yapmasını gereken zamanın çoktan geldiğini hissetti. Yoksa seçim zaten yapılmış mıydı? Evet, hayat onun yerine karar vermişti, hayat ve kendisinin hayata dair bitmek bilmeyen merakı karar vermişti. Sonsuz gençlik, tükenmez tutkular, incelikli ve saklı hazlar, vahşi sevinçler, daha da vahşi günahlar… tüm bunlara sahip olacaktı. Portre utancının yükünü taşıyacaktı: hepsi bu.

Dorian Gray, ruhunu yansıtan portresini Basil’e gösterirken         ”Benim ruhumun yüzü bu.” diyordu. Cennet ve cehennemin hepimizin içinde olduğunu büyük bir ümitsizlikle haykırıyordu Bassil’e. Basil terleyen alnını silip şaşkın bakışlarını portrenin üzerinde gezdirirken, dilinden şu cümleler dökülüyordu:              ”Tanrım, nasıl bir şeye tapmışım ben! Şeytanın gözleri var bunda.” Dorian Gray; büyük, korkunç, ona kabuslar yaşatan, ruhunu paramparça yapıp avuçlarına bırakan sırrını artık tek kişiye, eserin yaratıcısı Basil’e açmıştı. Üzerinde ağır bir yüke dönüşen bu sır; kilitli odada, küf ve örümcek ağlarıyla çevrili yerde günlerdir bekliyordu. İçinde öfke, nefret, rahatlık, şaşkınlık, günahlar, suçlar ve birçok karmaşık duyguyu barındıran Dorian Gray, hayatın içinde bu duyguların kontrolsüzlüğünü yaşamanın ızdırabına gömülmüştü. Dorian Gray’in içindeki nefret, Basil için yanıyordu şimdi. Onu bir suçlu gibi görmekten kendini alamıyordu. Kendi resmine baktığında içindeki nefretin doruğa ulaşması gerçekleşmişti artık. Basil onun gözünde nefretinin tek sebebiydi.

Kapıya gitti, anahtarı çevirip açtı. Öldürdüğü adama dönüp bakmadı bile. Bu işin sırrının olayın farkına varmamak olduğunu düşünüyordu. O ölümcül portreyi, tüm bu ıstırabının sorumlusu olan o portreyi resmeden arkadaşı hayatından çıkmıştı. Bu yeterliydi.

Dorian Gray, değişmesinin, kötülüğe ve zalimliğe varan eylem ve düşüncelerinin tek suçlusunun portre olduğunu düşünüyordu. Basil’in baş eseri olan bu portreye yıkıyordu tüm suçu. Günahlarının ve hatalarının ana kaynağının bu portre olduğunu düşünerek, kendisini bir nebze aklama yoluna gidiyordu.

Geçmişi düşünmemek en iyisiydi. Hiçbir şey değiştiremezdi onu. Düşünmesi gereken kendisi ve geleceği idi. Alan Campbell bir gece laboratuvarında kendini vurmuştu ama bilmek zorunda bırakıldığı sırrı ifşa etmemişti. Basil Hallward’ın ortadan kaybolması ile ilgili heyecan yakında geçerdi. Azalmıştı zaten. O konuda kesinlikle güvendeydi. Doğrusu zihnini en çok sıkıştıran şey Basil’in ölümü değildi. Kendi ruhunun yaşayan ölümüydü onu rahatsız eden. Basil hayatını mahveden o portreyi yapmıştı. Bu konuda affedemiyordu onu. Tüm bunları yapan portreydi. Basil ona tahammül edilemeyecek şeyler söylemişti ama o yine de sabırla katlanmıştı bunlara. Cinayet, bir anlık bir delilikti. Alan Campbell’a  gelirsek de intiharı kendi eylemiydi. Bunu yapmayı o seçmişti. Dorian ile bir alakası yoktu.

Dorian Gray, portresine, onun yaratıcısı olan Basil’e yaptığının aynısını yapmak için harekete geçiyordu. Belki böylelikle bu kabustan uyanıp tekrar eskisi gibi olabilirdi. Portre parçalanmıştı ama Dorian Gray’in bilincinde. Aslında parçalanan kendisiydi. Eski halini alan sadece portreydi, ya kendisi?

İçeri girdiklerinde efendilerinin fevkalade bir portresini duvara asılı halde buldular, tüm o olağanüstü gençliği ve güzelliği ile onu son gördükleri hali gibiydi. Yerde ise kalbine bıçak saplanmış smokinli ölü bir adam vardı. Çürümüş ve buruşmuştu, iğrenç bir yüzü vardı. Yüzüklerini inceledikten sonra kim olduğunu anca anlayabildiler.