Film Okumaları: The Words (Kelimeler)/Fatma ALTUN

Genç bir asker, evinden çok uzaklardadır ve bir gün gittiği bir kafede çalışan genç bir kıza ilk görüşte âşık olur. O bakış öyle bir bakıştır ki o güne dek tek bir kitap okumamış o genç adama kitap yazdıracaktır.

Ülkemizde “Çalıntı Hayat” adıyla vizyona giren 2012 ABD yapımı dram/romantik/gerilim ve gizem filmini daha çok televizyona çalışan Brian Klugman ile ilk uzun metrajını çeken Lee Sternthal'ın ortaklaşa yazıp yönetir. Filmde Bradley Cooper, Zoe Saldana, Olivia Wilde, Jeremy Irons, Ben Barnes, Dennis Quaid ve Nora Arnezeder rol almaktadır.

Sözcüklerin büyüsünden bahsedilen ve "yazarlık müessesi"ni merkezine alan filmde; bir yazarın hayatı ve onun çalınan kitabı üzerinden enfes bir hikâye anlatılmaktadır. Herkesin bir hikâye anlatabileceğini ancak bunu böylesine büyüleyici kelimelerle yapabilenlerin çok özel bir sırrı olduğunu savunan senaryo, ağır bir tempoyla ilerlese de birden çok katmanın bir arada işlenmesiyle ve filmin oyuncularının performansları sayesinde insanı derinden etkiliyor.

Düzenli bir işi ve harika eşi olan genç bir yazar, her şeyi bir kenara iter ve kendisini tam zamanlı olarak yazma işine verir. Yazmak onun için gelip geçici hevesten çok daha fazlasıdır. Yazarlığı fazlasıyla ciddiye aldığını, yaşadığı maddi problemler karşısında babasından yardım istemek zorunda kaldığında yaşadıklarına boyun eğmesinden anlıyoruz. Ancak son üç yıldır canını dişine takarak yazdıklarına "bu bir sanat eseridir" övgüsü alsa da romanını bastırmayı bir türlü başaramıyor. Yazarlık mesleğinde hayal kırıklığına uğrayan genç yazar Rory, tamamen tesadüfen bulduğu ve umutlarının tükendiği bir anda altına kendi imzasını attığı, başka bir yazarın öyküsü ve tamamıyla onun kelimelerini hiç değiştirmeden kullanarak yazdığı kitapla büyük bir çıkış yakalar. Başkasının eserini çalarak gözde bir yazar olan Rory’nin yaşadığı umut, hayal kırıklığı, büyük başarı ve son olarak da başa çıkılamayan pişmanlık gibi en zorlu duyguları başroldeki Bradley Cooper tarafından oldukça başarılı bir şekilde canlandırılmış. Sadece Cooper’ın yaşlı adam ile karşılaştıktan sonraki hislerini derinlemesine aktaramayışı onun genel performansını düşürür.

Bu arada filmin en sağlam performansını Jeremy Irons'tan izliyoruz. “The Window Tears” adlı kitabın asıl sahibi olan isimsiz yazardan… Yaşlı adamı canlandırırken, genç yazar ile arasında yaşananları, hiçbir maddi beklentiye girmeden de can acıtıcı ve yıkıcı olunabileceğini ispatlayan bir oyunculuk sergiliyor. "Ben, bana o satırları yazma ilhamını veren kadının peşinden değil, kelimelerimin peşinden gitmeyi seçtiğimde felaketimi de seçmiş oldum." repliğiyle de filme damgasını vuruyor.

“Hepimiz hayatta seçimler yaparız. Zor olan bunlarla yaşamaktır.”

İzlediğimiz filmde sadece hikâye anlatılmıyor, birçok soru da soruluyor; “İyi bir yazar nasıl olunur, yazarlık çok çalışarak mı yoksa ve kendini vakfederek edinilebilen bir meslek midir yoksa içten gelen, önlenemez bir dürtünün kelimelere, cümlelere dönüşmüş hali midir?” gibi… Film bu soruları ana öykünün çerçevesinde soruyor ancak çok da psikolojik derinliğine girmeden yapıyor bunu. Ayrıca "fikir hırsızlığı" ekseninde soruyor ve hırsızlığın yarattığı pişmanlık da sorgulanıyor. Bunu da en çok, genç yazarın eşi ile anlatıcının hayranı olarak karşımıza çıkan genç kadının yaptığını izliyoruz. Ahlak sorgulamasını da bu iki kadın yapıyor.

“Geceleri herkes uyumalıdır…”

Evet, tüm bu öykünün başka bir anlatıcısı daha var. Genç yazardan ve romanını daha doğrusu, kendi deyimiyle hayatını çaldığını iddia eden yaşlı adamdan hariç, üçüncü bir yazarın ağzından aktarılan hikâyenin sonunda, o anlatıcıyla ilgili fikrimiz de oluşuyor.


Her film izlediğimde üzerine düşünür, mutlaka bir şeyler karalarım. Bu filmin bana yazdırdıkları, filmin temasından çok da uzağında değil.


Bilmek kolay, anlamak değil… Anlamadığında konuşamazsın, yazamazsın, anlatamazsın. İçinde patlar kelimeler, mayınlar misali. Sen koymuşsundur onları oraya ve yine sen basarsın üzerlerine birer ikişer. Paramparça olursun kelimelerin ağırlığında. Her bir parçan dağılır gider bir yana. Sen de izin verirsin aslında, gitsinler istersin. Gidemeyenleri, sen gönderirsin…

Bakmak kolay, görmek değil… Görmezsen anlatamazsın, anlaşılmazsın. Anlaşılmadığında yine patlar o mayınlar. Ancak bu sefer, dışına dışına patlar o kelimeler. Döke saça eksilirsin kendinden. Öfkenden kaçar hepsi ama sen kovalarsın yine de onları peşi sıra. Ardına düştüğün her kelime de senden bir parçadır, duvarına tosladığın da. Bu yüzden iki kere acıtır seni senden olan, nedenini bilemezsin çoğu zaman…

Duymak kolay, duyurmak değil… Sustuğunda, yüksekten düşer gibi patlar o kelimeler sonsuzluğunda. Düşen de sensindir, düştüğün de… Kendi kendini ezersin aynı sessizlikte. Demirden bir zemine çakılırcasına düşersin de bir türlü varamazsın o yere. Sürekli düştüğün bir boşluktayken her an yere çakılacakmış korkusu eşlik eder yalnızlığına…

Ve oraya, o zamana ait olmadığını anlarsın… Ait değilsen, memleket dediğin gurbet olmuştur sana… Ve gurbet kelimeleri asla memleket cümleleri kurdurmaz insana. Bunu da anlarsın… Ve tekrar tekrar bir şeyi daha anlarsın, hiçbir yere olmadığını…