Suya Gazel/Erinç BÜYÜKAŞIK

     Cihan-ârâ cihan içindedir ârâyı bilmezler Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler”                                                                                                                         Hayâlî



Arif'le akşamın kör saatlerinde kasabanın sahil şeridinde dolanıyorduk. Okulu asmıştık. Gömleklerimizi pantolonlarımızın dışına atmış, ceketlerimizi, kravatlarımızı eprimiş, ahı gitmiş vahı kalmış sırt çantalarımızın içine tıkıştırmıştık. Kayalıkların dibinde oturup demlenecektik. “Balık tutalım,” demişti. Naylon, büyükçe bir poşetin içine kutu biraları yerleştirmiş, sahildeki dükkândan iki de olta almıştık. Kayalıklara vardığımızda sigarasını tüttürmeye başladı. Elindeki sigarayı uzattı, “Bir fırt çeksene ulan,” dedi. “Yok içmeyeceğim,” demiştim utana sıkıla. “Ne süt oğlanısın sen be,” dedi tüm alaycılığıyla. Burası lüfer kaynardı bu saatlerde. Misinanın ucundaki iğnelere yemleri takmış, oltalarımızı denize fırlatmıştık. Misinanın sudaki her hareketlenişinde çocuksu bir mutlulukla balık sürüsünün yeme dadanmasını bekler olmuştuk. Biralarımızı yudumladıkça zihnimiz dağılıyor, yıldızlı gecede gözlerimizle karanlık ufuk noktasında kayboluyorduk. Bir cesaretle Arif'in sigarasından nefeslenmek istedim. Otlakçı, diyerek uzattı sigarayı. Dumanlı gecemizde fenerin ışığında düşler kurmaya başlamıştık. Burunda sessizce denizi aydınlatan fenerin cılız aydınlığındaki suya dalmıştı gözlerimiz.

“Yine haşladı bizi edebiyatçı,” dedim sigaradan bir nefes daha çektiğimde. Tüm aldırmazlığıyla “Sittir et,” dedi. Çakırkeyiftik. Misinanın her hareketlenişinde coşkumuz artıyor, ivedi hareketlerle ayağa kalkıyorduk. Oltayı hızla çektik bir iki sefer. Ufak balıklar dışında uğrayan yoktu oltamıza. Balıkların iştahı yoktu anlaşılan bu gece. “Evden bekleyecekler.” dedim fısıltıyla. Sert bakışıyla susturdu beni. Anası alışıktı eve geç gelişlerine, ses etmezdi sabahın köründe tahta kapıyı gacır gucur açışına. “Bugün yavrularını göndermiş bu lüferler”, dedi gülerek. Uzaktan ağır ağır gelen yük vagonları sözcüklerimizi bölüyordu. “Senin baban puşt oğlum.” dedi, trenin düdüğü inatçı şekilde öterken. Sustum. Babamın bir gece önce zil zurna sarhoş eve döndüğünü biliyordu. Babam bir önceki gecelerdeki gibi öfkeyle üzerime yürümüş, “Eşşoğlu, çift dikiş mi yapacaksın!” diyerek tekme tokat dövmüştü beni. Çökmüştüm. Pısmış gövdeme indi sert darbeleri, bu acınası halimi gördükçe daha da ilenmiş, bir tekme savurmuştu böğrüme. Dişlerim kenetlendi gövdemi korumaya çalıştıkça.

Omuzları çökük, feri kaçmış gözleriyle bu acınası adam hele birkaç kadeh içti mi içindeki canavar peydah olurdu. Adamın keyifli zamanlarında yüzüne yerleşiveren yılışık gülümsemeyi, salyasını saça saça attığı kahkahaları da dayanılmaz bulurdum aslında.

Dün gece annemin bütün umutsuz seslenişini duymazdan gelmişti, koca kıllı elleriyle suratıma inen tokatla odanın kuytusuna sindim. Hızını alamamış canavar höykürerek anneme yöneldi bu sefer. Üzerine yürüdükçe annemin yalvarmalarını küfürlü cümleleriyle savuşturmuştu. Burnumdan ince ince akan kanı ellerimin sarsak dokunuşuyla silmeye yeltendim. Annem sofanın köşesinde iki büklüm ağlıyordu. Anlattıklarımı öfkeyle, gözlerinde ateşler birikerek dinleyen Arif “Puşt herif!” dedi yeniden. Ben, <span>“</span>Sınıfta kalacağız bu gidişle,” dedim, inatla evdeki meydan savaşlarını unutturmak istiyordum. Aslında okulu, dersleri çok da umursamazdık. İte kaka geçiyorduk ikimiz de sınıfı nasıl olsa. Deyyus edebiyatçı dışında kimsenin gözüne battığımız söylenmezdi. Bir ruh gibi soluk alıyorduk sınıfta. Kimseye bulaşmaz, uykunun derinliğinde sıralarımıza sinerdik çoğu kez. Hocalar da ilişmezdi bize. Suat her zamanki vurdumduymazlığıyla sittiri çekmişti sesini yükselterek. Lafı inatla değiştirme çabama sessiz kaldı. Sigarasını yakıp bir nefes çekti. Kesik kesik öksürdü o an.

Kendi içime dönmüştüm:

– O iti hacamat etsem, dünya bir pislikten kurtulur, aslında ben de anam da.

İstifini bozmadı. Donuk bakışlarla kös kös dinledi.

– Har başına mı vurdu lan senin, senin benim gibi arkası yufkaları kodeste kim kollar sanıyorsun. At bu zırvalıkları kafandan.

Susmuştum. Gece eve dönünce, feneri nerde söndürdün ulan, diye çıkışıp pöstekimi çıkaracak babama dair kötücül düşüm sigaralarımızın dumanında dağılıp gitmişti. Kalbinde alası kazası olmayan Arif, karıncaya kıyamayacağımı bilirdi. İki ayaklı itlere bile ilişemezdim. Bir süre sonra sus pus oldum yanında. Sonsuzmuş gibi gelen suskunlukta gözlerimiz karanlıkta kayboldu.

“Çoğu kez şu sandala atlayıp kaçasım geliyor buraya gelince.” dedi Arif. Balıklar gibi yalnızdık ikimiz de, derya içre olup deryayı bilmeyenlerden. Gözleri kıyıdaki sandala takılmıştı. “Nereye gideceksin?” dedim gülerek. Birbirine bakışık iki deli fişek daldık uzaktaki karanlığa. Her çakırkeyif zamanında kaçası gelirdi Arif’in. Kimi zaman bir sandal, kimi zaman da bir transite atlar giderdi uzaklara bu zamanlarda.

 “Gidecek bir yer bulunur.” dedi uysallaşan sesiyle. Sudaki hareketlenmeyle gidip devinen oltalarımızla dağılmıştı düşüncelerimiz. Oltamı çektikçe misina suya batıyordu. “Bu ne inatçı balıkmış.” dedim. Kocaman bir lüfer bu inadından yorulmuş misinayla birlikte kayalıklara çarparak çıktı sudan. Çırpınıyordu inatçı balık. Arif özenle iğneyi çıkardı balığın ağzından. “Aferin ulan bize, kocamanmış bu derya kuzusu” dedi keyifle. 

Arif’in de oltası sallanmaya başladı. Yeme saldıran balık sürüsünün zokayı yutmasını bekledi bir süre. “Şanslısın yine,” dedim Arif’e. Şaşkınlıkla baktı yüzüme.“Ustalık derler buna oğlum” dedi balıklar sudan çırpınarak çıktığında. Oltayı bir iki çekiştirdi. Şanslıydı bu oğlan. Babası iki yıl önce Almanya’ya büyük fabrikalardan birinde çalışmaya gitmişti. Yılda bir izin günlerinde uğrardı kasabaya. Anasıyla mutlu mesut yaşardı. Höyküren, ayyaş babaların yer aldığı kâbuslar da görmezdi geceleri. Arif ’in eve kaçta geldiğine, çoğu zaman kör kütük sarhoş eve dönüşlerine de anası hiddetlenmezdi. Üzülürdü, kahrını içten içe yaşardı. Ses çıkarmazdı yine de. Biraz surat assa da oğlancığının kadının yanağına kondurduğu kocaman bir öpücükle avunurdu çoğu kez. Tedirgin, huzursuz, uykusuz oğlunu bekleyen kadının yüzünde geniş ve aydınlık bir gülümseme belirirdi o an.

Koca bir sürü misinadaki yeme saldırmıştı anlaşılan. Arif’in inadıyla balıkların sudan çıkmamak için direnci tarih hocasının ballandıra ballandıra anlattığı meydan savaşlarını anımsatmıştı bana. Koca koca lüferler havada devinerek çarptı kayalara. Bir süre sonra lüferlerin dala asılmış olgun meyveler gibi sallanışına coşkuyla bakan Arif muzaffer bir komutan edasıyla balıkları iğnelerin çıkardı. “Tam ızgaralık bunlar” dedi birasını keyifle yudumlarken. “Birkaç kutu bira daha alsa mıydık?” dedi poşetin giderek boşaldığını fark edince. Gözüm onunla birlikte poşetteki açılmamış kutulara ilişti. Kayalıklarda iki büklüm sızmış halde uyuyasım yoktu. “Bir fırt versene,” dedim parmakları arasındaki sigarayı işaret ederek. “İyice otlakçı oldun ulan. Tüm gece döndüreceğiz desene bu meredi,” dedi elindeki yarım sigarayı uzatarak. “Şurada çatır çatur yanan ateşte kızartıp afiyetle mideye indirmek vardı her birini.” Bakışları gecenin körleşen karanlığında kayboldu bu sırada. Bakışlarımız ayın tabak gibi suya yansımasına takılmıştı.

Kayalıklara bağlanmış sandala ilişti gözü. Son posta treninin düdüğüyle bakışları dağıldı. Coşkusunu yitirmiş, heyecansız, durgun çekti sigarasını yeniden. Benim gözlerim kovadaki lüferlerin azıcık suda çırpınışlarına takılmıştı. Pörtlek gözleriyle baktılar sanki bana. Ne acayip mahluklar bunlar, dedim içimden. Dayakçı, ayyaş babaların hışmına uğramamış lüferlere imrendim bir an.

Bir hamleyle sandala yanaşmış, küreklere tutunarak sandalın bir köşesine seyirtmiştik. “Babalara içelim” dedi Arif iki kutu birayı poşetten çıkarınca. Şaşkınlık içinde  “Hangi babalara?” demiştim. Gecenin alacasında elimizdeki bira kutuları “Şerefine!” sesleriyle yükseldi. Şerefelerimiz bir hayli alkollüydü.

“Kaçmayanlara ulan,” dedi. Yüzü bol yıldızlı gecede kaybolmuştu iyice. Sesim acınası bir halde yükseldi:

“Eşşeoğlusu diye diye tekme tokat dövmeyenlere,” diye bağırdım ben de. Sesimin bağırganlığı ürküttü beni. İlençli sesimin yankısını duydum bir an. Al bastı yüzüme. Duyarlar mıydı karşı kıyılardan bizi, sesimin yankısının sonsuz suda yitip gittiğini düşündüm. Susmuştuk. Sandalın içinde iyice büzüşmüş, ufaldıkça ufalmıştık sanki.

Arif sandalın içinde gözlerini ışıl ışıl parlayan yıldızlara dikmişti. “Kaçmalı,” dedi kırık cümlelerin ardından. Her sözcüğü çakırkeyifti. Bir gemiye atlayıp Tuna kıyılarından Almanya’ya varışını, babasının öve öve bitiremediği Köln sokaklarını anlatıyordu bu sözcükler. Sigarasının dumanında Köln’ün tertemiz sokakları; sarışın, beyaz tenli, dolgun ve diri göğüslü kadınları canlanmıştı. Dumanın bir köşesine yerleştirdi kendisini.

Arif’'i dinlerken bakışlarım kovadaki balıkların yavaşlayan devinimlerine ulaştı. Dedemin anlattıkları canlandı zihnimde. Bir defa karaya çıkartılan balık iflah olmazdı dedeme göre. Suya atsan da ömürleri kısa olurdu. Yine de kimse kopartılmamalıydı döl yatağından. Bir hışımla kovayı boşalttım. Acınası, yenilmeye layık hayatlarımızda bu zavallılara bir şans vermeliydik. Bunu yaparken öfkeli, canavarlaşan bakışlarından korkuyordum. Lüferler dökülüverdi durgun suya. Cenazeleri kalkacaksa alıştıkları sularda olmalıydı. Şaşkınlığı öksürüklerle kesilen koca bir kahkahaya dönüşmüştü. Sandala düşen balığa ilişti gözümüz. “Kala kala tek balık kaldı desene,” dedi kutudaki biranın son yudumunu içerken.

Balık sandalın bir köşesinde son nefesini vermiş, pörtlek gözlerini ikimize dikmişti. Dönmeliydik artık. Burada iki büklüm uyuyacak halimiz yoktu. Rüzgâr soğuk soğuk yaladı yüzümüzü. Bu kuytuda derin bir uykunun dibine düşmek korkusuyla bir hamleyle kalktım ayağa.

Fenerin ışığı düştü yola; Arif uzaklaşmıştı bile. Hareketleri hantal denecek kadar yavaştı. Tutuk bir gülümsemeyle izledim gidişini. Tek balığını sallıyor elinde. İstasyona yedi dakikada, evine on dakikada varır. Anacığının yanağına konduracağı öpücükle alır kadının gönlünü yine. Babamın meymenetsiz yüzünü çekmeye değmez bu saatte. Susmuştum, zihnimde herhangi bir kavga, savaş, gürültü kalmamıştı. Yine de dönmeliydim eve, dönmememin acısını annemden çıkaracaktı babam. Başımda dayanılmaz bir ağrı, midemde bir bulantı. Kusmalıydım, öğüre öğüre atmalıyım içimdekileri. Yoluma devam etmek için adımlarımı hızlandırdım. Bir an duraladım, çalıların arasından geçerken tükürdüm. Balgamım karanlıkta kayboldu. Hâlâ atasım var içimdekileri. Babamın tiksinç yüzünü, annemin bir köşeye pısmış halde içine attığı gözyaşını, Arif’in Köln sokaklarında yalpalaya yalpalaya babasını arayışını, annesinin tek göz odalı evin camından oğlunu bekleyişlerini, edebiyatçının ilençli bakışını... Hepsini böğürerek, gözlerimden ırmaklaşan yaşları akıtarak attım dışarı.

Döndüm. Denize inen yolun başındaki ışığın sandalı aydınlatmasını bekliyorum. Eve gitmem uzun sürer. En azından on beş dakika; üşeniyorum. Usanç geldi bu yoldan. Günlük ağaçlarının sıra sıra uzandığı yolda bir başınayım. Babam kızmış, kapının sürgüsünü gene sürdürmüştür anneme.

*Bu öykü "Suya Gazel", "Dehlizler ve Rüyalar" kitaplarında ve Varlık dergisinde yayımlanmıştır.