Sistemin Arızasıyım/Emine AYDOĞDU

Gülümsüyorum. Ölüme gülümsediğim gibi yaşama da gülümsüyorum. Neden, niçin, başlangıç ve sonuç aramadan gülümsüyorum. Gülümsemelerim, nedenlere, niçinlere ve zamana sığmayacak kadar büyük. Yaşamayı göze alabilmek için önce ölümü göze almam gerektiğini öğrendim; ölmeyi göze alamayan, yaşamayı da göze alamaz, demiştim; ardından da gülmüştüm. Başkaları da gülmüştü. Onların gülüşleri benim gülüşüme benzemiyordu; dudaklarından dökülen küçümseyici sesleri ayırt edebiliyordum. Yaşamamın amacını hissetmek ve bağlarımdan kurtulmak için farklı bir düşünce sistemine gereksinimim vardı. Bunun ne olduğunu, uzun uzun düşündüm. Zihnimde durmaksızın dönen bilinç tekerleğine yönelmem gerektiğini anlamam kısa sürdü. Bilinç tekerleğimin yönünü değiştirdiğim için seslerin yükü artık beni incitmiyordu. Şimdiye değin yüklendiğim şeylerden kurtuldum, beni ağırlaştıran yoluma engel olan her şeyi bıraktım; artık tüy gibi hafifim, taşıyacak hiçbir şey kalmadı, keşkeyi, pişmanlığı, suçluluğu, kızgınlığı, öfkeyi ve hüznü kucaklamaktan vazgeçtim. Geçmiş, olduğu yerde duruyor, dertleşmek istediğim zaman ona uğruyorum.

Sikik kapitalist cehennemin metalarından kurtuldum. Bir şeyler satın alarak özgürleşmediğimi, içimdeki boşluğun dolmadığını anladım. Bugünün neşesini, coşkusunu, umudunu ve hayalini kucaklayıp, düşüncelerimin dışındaki her şeyi terk ettim. Düşüncelerim bir hayli ağır, onların ağırlığı beni neşelendiriyor. Zihnime kazınan bu düşünceleri oluşturmama katkı sağlayanları saymaya kalkarsam, upuzun bir liste olur. Beş yüz yıl önceden yazanlar da var, bugün yazmaya devam edenler de.

Hayâlci biriyim, hayâllerim olmadan, yaşam bir anlam ifade etmiyor, bazen ölmeye karar veriyorum. Bu kesinlikle kötü bir şey değil. Karar verme anlarını çok severim. Kendimi bildim bileli tutkuyla bağlı olduğum ve anlamlı bulduğum şeyler yıkılıp yok olunca, yaşamaya devam etmek bana anlamsız geliyor. Hayâllerim ve mücadele biçimim, istediğim zaman hayata veda etme hakkını bana fazlasıyla veriyor.

Kendi tarihimin en utanç verici dönemini yaşıyorum. Herkes kendini kurban sayıyor, hiç kimse kendini suç ortağı saymıyor. Aslında her kurban kendi celladını bilerek veya bilmeyerek yaratıyor ve tapınma sonsuza değin sürüyor. Daha fazla para, daha fazla yaşamak uğruna alçaldıkça alçalıyor. Alçalmanın bir sınırı olmadığını anlamam oldukça şaşırtıcı oldu.

Marketin önündeki yaşlı kadın cüzdanındaki paraları sayıyor, bir daha sayıyor, tekrar sayıyor, içeri girip yüz gram kıyma alıyor, en ucuzundan, sakatattan yapılmış olandan, bir de ekmek. Oto tamircisinde günlük otuz liraya çalışan oğlan, yırtık pantolonun cebinden çıkarıp avucunun içinde sıkıca tuttuğu parayı kasiyere uzattığında kasiyer çocuğun yüzüne değil; yaşlanmış, çatlamış, parmak uçları kanamış, eline bakıyor, paranın üstünü almak isteyen oğlanın eli boş kalıyor, kasiyer bozuk paraları metal tezgaha sertçe bırakıyor, eline dokunmak istemiyor. Çocuk olanların farkında değil, o, buz gibi soğuk kolasını içiyor. Kömür madeninin kara tozunu solumaktan ciğerleri çürümüş otuş beş yaşındaki Hasan, kan kusuyor. Odayı temizleyen işçi kadın yüzüne tükürür gibi bakıyor. Bu sahneleri izlemekten utanıyorum. Utancım, reddiyeyi doğuruyor.

Emeği ve yaşamayı kutsallıkla tanımlayan bütün doktrinleri, dogmaları reddediyorum. Bugüne değin bunları düşünmeden kabul ettiğimiz için yalnızca çocuklarımıza değil, doğaya ve bütün canlılara, anı olarak bir utanç dönemi bırakıyoruz. Korkarak, susarak, sinerek, ihbar ederek, çalarak, görmemezlikten, bilmemezlikten gelerek, duymayarak; bir merdiven alttakinden kendimizi üstün görerek, her daim çarkların dişlilerinden biri olarak, bütün hayatımızı diz çöküp, önünde secdeye durduğumuz para için harcadık ve adına yaşamak dediğimiz, yarı ölü hayatı sürdürdük.

Bu zavallıca hayatı sürdürdükçe sikik kapitalizmin harabeleri altında ezildik; alçaldık, alçaldık, alçaldık ama mücadele etmedik. Mücadelenin ne olduğunu bile bilmiyoruz. Hiçbir şey yapmadan mucize beklemek, devrimi hayal etmek, pencere kenarında saksıda büyüyen bitkiler nasıl ki bahçedeki toprakta ne olup bittiğini bilmiyorsa masa başı muhalifleri olarak mücadelenin ne olduğunu, nasıl verilmesi gerektiğini bilmiyoruz. Yalnızca konuşuyoruz, çöplüklerden elde ettiğimiz paçavra bilgileri, düşünce diye boyun damarlarımızı şişirerek oturduğumuz masalarda savunuyoruz. Kibrit alevine benzeyen savunmalar, anlık bir pırıltıdan geriye kalan siyah küle benziyor. Yaşama dair tek bir iz yok içinde.

Gerçeği düşman saydık, özgürlüğü de düşman saydık, ütopyanın hayatın döngüsü içinde büyüdüğüne, hayatın içinde ve bugünde saklı olduğuna hiçbir zaman inanmadık. Onun çok uzaklarda, erişilmez olduğunu düşündük. Özgürlüğü basit bir şey gibi algıladık, onun ne olduğunu bilmeden, onun uğruna ölmeyi öğrendik. Hep geleceği bekledik. Gelecek hiçbir zaman kendiliğinden ve bizim istediğimiz gibi gelmedi. Hayatta kalmak için, umuttan, erdemden, onurdan, özgürlükten, hayalden, ütopyadan, vazgeçtik. Köleliğin ve alçaklığın tarihi ancak böyle yazılabilirdi, biz de yazdık, nasıl zavallıca bir durum bu?...

Bazen aklımı kaçırdığımı, dünyanın renginin kaybolduğunu, harabeye dönen kentlerden gelen çığlık seslerini ve açlık kokusunu düşünüyorum, saçlarım diken gibi dimdik oluyor. Oğlunun ölüm haberini alan Gülsüm Ananın simsiyah saçları bir gecede ağarmıştı. Saç tellerim bana delirdiğimi söylüyor, zaten önce saçlar delirirmiş ve beyazlaşırmış. 

Bugün, ölmeye karar vermiştim. Her şey hazırdı. Üzerinde çok fazla düşünmedim, bir sandalye, bir çamaşır ipi yetiyordu. Sonra vazgeçtim, şimdilik ölüme karşı direnmiştim, ipi sakince koluma dolayıp, sokağa çıktım, koşmaya başladım, yağmurdan sırılsıklam oldum, gülümsüyordum, neşeliydim, yağmurda ıslanmak ne hoş bir duyguydu. Hayâllerimi ve düşüncelerimi seviyordum, onları hiç kimseyle hiçbir şeyle değişmem. Onların içinde bugün, yarın ve gelecek var; geçmiş de.

Çoğu zaman gözlerimi kapatıp yürüyorum. İlk kez aşık olduğumda denemiştim. Onu hayâl ederek yürüyordum. Omzuma dokunduğunu hissettim. Toprak kar altındaydı, karaçamların olduğu bir parkta durdum. Çok sevdiğim türküyü söylemeye başladım. Gökyüzü duyuyor, uzaktaki denizin dalgaları da dinliyordu beni. Yakınlarda uçan kuşların cıvıltıları, toprağın neşeli kokusu, sokak köpeğinin kocaman sarılma hissi, mutluluğumun göğünü aydınlatıyordu. 

Dünyanın dışında başka bir gezegenin bahçesindeydim, sonra kara çama çarptım; yere yuvarlandım, ardından gülümseyerek ayağa kalktım. Dünyanın kurduğu bütün tuzaklardan kurtulmuştum. Özgürdüm. Ne yaptığımın, niçin yaptığımın, nerede olduğumun, nasıl uyandığımın, kaç kez hata yaptığımın, kiminle seviştiğimin, sevişmediğimin, başarısızlıklarımın, başarılarımın hiçbir önemi yoktu.

Ütopyadaydım, ölümü ve hayatı seviyordum. Hiç kimseye bir açıklama borcum yoktu. Ne düşündüğüm, ne hissettiğim, ne yaptığım kimseyi ilgilendirmiyordu. Yaşadığım koca bir hayat ve seçtiğim eşsiz bir ölüm vardı. Öğrenmiştim, benden başka hiç kimsenin beni mutlu edemeyeceğini. Rüzgârı arkama alıp, yola çıkmıştım. Sikik kapitalist cehenneminin kapılarını sonsuza değin kapatmış ve alçalmaktan kurtulmuştum.