Hepimiz kendi yanlışlarımızla birlikte yol alıyoruz. Keşke tanısaydık, bilebilseydik yanlışlarımızı. Onları nerelere taşıdığımızı, taşıdığımız yerlerde nasıl pusuda beklediklerini, durup dinlendiklerini, bizi teslim almak için büyüdüklerini, yalnızca bizi değil, bizimle beraber her şeyi acımasızca yok ettiklerini, keşke bilebilseydik.
Sorulduğunda hiçbirimiz mutlu değiliz. Ama görülüyor ki tümüyle mutsuz da değiliz. Hayatından memnun olanlar var, olmayanlar da var. Durumunu değiştirmek isteyenler var, kılını dahi kıpırdatmayanlar var. Bir de annem gibiler var. Mutsuz olduklarını bilen ama başka da bir şey bilmeyen… Neden mutsuz mesela ya da ne yapmak lazım gelir, bilmeyenler… Bilenler ama unutanlar var, hatırlamayanlar… Bir çeşit yok oluş ya da kayboluş gibi…
Gülümsüyorum. Ölüme gülümsediğim gibi yaşama da gülümsüyorum. Neden, niçin, başlangıç ve sonuç aramadan gülümsüyorum. Gülümsemelerim, nedenlere, niçinlere ve zamana sığmayacak kadar büyük. Yaşamayı göze alabilmek için önce ölümü göze almam gerektiğini öğrendim; ölmeyi göze alamayan, yaşamayı da göze alamaz, demiştim; ardından da gülmüştüm. Başkaları da gülmüştü.
İnsanın bir sevdiği öldüğünde gönlünde kırk mum yanar, bu mumlar gün geçtikçe birer birer sönermiş. Ama kırkıncı günün mumu öyle bir yanarmış ki asla sönmezmiş. Kırk gün önce sabaha karşı binlerce insanın aynı anda gidişinin ağırlığı çöktü yüreğine. Ölüm fena, binlerin ölümü daha fena, on binlerin aynı anda ölümü çok fena. Hem gidenlerin hem de kalanların acısı sinsi bir yılan gibi göğsüne çöreklenip kaldı. İlk o acıdan kaçmak istedin ama öyle bir dondun ki yerinden milim kıpırdayamadın.
Bir zamanlar memleketin birinde, “üç paralık” deyiminden kinaye “Paralı” isimli ticaret yeteneği yüksek biri yaşarmış. Paralı, düşünmüş taşınmış, memleketi karış-karış gezip tozmuş ve sonunda ülkesinin en önemli ihtiyacının “ayna” olduğuna karar vermiş. İster inanın ister inanmayın; isterseniz ilk rastladığınız aynaya sorun, o ülkede hiç ama hiç ayna yokmuş. İnsanlar aynanın ne olduğunu bilmediklerinden yüzlerini de tam olarak bilemiyorlarmış.
Hafızam, sayısız alçaklığa ev sahipliği yapsa da tek bir istisnâsı olduğunu gönül rahatlığıyla ifade edebilirim. Bu istisnâ, öyle bir yüce yan ki, düşlerin ve mucizelerin gerçekleşeceğine ilişkin inancını asla yitirmiyor. Tanrı gibi ödüllendirilmeye, bağışlanmaya, düzeltilmeye, var ya da yok olmaya gereksinim hissetmiyor.
Zamansız insan... Ah zamansız insan…Kelimelerin yetmediği dünyada, kendine ve de başkalarına yetmeye debelenen zamansız insan… Var mı ki gören, duyan, bilen senden başka seni? Zamansız insan düşündü. Çok fazla şey yaşadım. Anlattığım veya anlatmadığım, paylaştığım ya da paylaşmadığım, söylediğim ya da söylemediğim, hissettiğim ama hissettirmediğim; çok fazla şey… Tüm bunları içimden geçirerek söyledim. Kendi kendime yani, kendimi kendim dinledim sonunda.
nsanlar dik başlı biri olduğum konusunda hemfikirler. Haksız da sayılmazlar. Genetik aktarım, kabul ediyorum. Ancak bana rağmen, benim de ara sıra başım öne düşer. Yere bakarım, toprağa. Üzerindeki çimene, açmışsa bir çiçeğe, dalından düşen bir yaprak varsa ona. Sonra önüme bakarım. Yürümek gerek çünkü. Yürürken de önüne bakmalıdır insan. Ben de öyle yaparım çoğu zaman. Ve ara ara, durup etrafıma da bakarım elbet. Ancak durmakla vakit kaybetmemek gerek. Yolda olmak, yürümek gerek…