Sessizliğin Rengi/Fatma ALTUN

“Bir düşünün...! Simsiyah bir gecenin ardından nasıl bir sabaha uyanırdınız? Sınav sorunuz bu çocuklar. Şimdi, bu konuda yazmak için sadece bir sayfanız var. Ve şu andan itibaren sadece otuz beş dakikanız. Haydi başlayın! Sınavınız başlamıştır.”

Günlerdir uyumamıştı. Uykusuz geçen gecelerin ardından okulda geçirdiği gürültülü patırtılı gündüzler ona hiç yardımcı olmuyordu. Unutmak için bu kargaşa iyi gelir sanmıştı ancak yanılmıştı. Şimdi sınav için ayırdığı bu otuz beş dakika onun dinlenebilmesi için kaçırılmaz bir fırsat gibi duruyordu. Zihnini susturabilirse, bunu başarabilirse eğer geri kalan hayatı için alması gereken kararı düşünebilecekti. Ne yapacağını bilmiyordu. Hayatında ilk defa ne yapacağını bilemiyordu. Kafası karışıktı, gönlü karışıktı, hayatı karmakarışıktı. Bir kez, sadece bir kez yaralanmış bir gemi, batmaya mahkûm mudur? Su dolmaya başladıysa ne olmuş, boşaltılabilir. Kıyıdan kıyıdan yüzmek yerine yeniden açılabilir. Açılamaz mı? Açılır, neden olmasın? Zaten derinlerden uzaklaştığı için almıştı yarasını. Kıyıya yakın yüzmek zorunda kaldığı için parçalamıştı kendini. Şimdi kızağa çekmeliydi kendisini. Bunu yapmalıydı. Bunu kendime borçluyum dedi. Saatine baktı, kürsüye yürüdü. Masasının üzerine koyduğu çantasını yana çekti, dosyasını çekmecesine koydu. Ceketini çıkartıp sandalyesine astı ve oturdu. Ellerini ovuşturdu, kurumuşlardı. Çantasından çıkardığı krem ile rahatlattı tenini. Dirseklerini masanın üzerine koydu ve alnını birleştirdiği ellerine dayadı. Derin bir nefes alıp gözlerini yumdu. “Bir gün son nefesimizi alıp gözlerimizi son kez yumduğumuzda bu yaşadıklarımızın hepsi geride kalacak” dedi sessizce. Eline kalem alıp bu cümleyi yazdı önünde duran ajandasına. Yarın bitmiş olacak, her şey için son gün. Günlerdir düşünüyordu. Ne yapacağını biliyordu, sadece nasıl yapacağını, bunu nasıl başaracağını bilmiyordu. Yine de kendine inanıyordu. Biliyordu, bunun da üstesinden gelecekti. Şimdilik acı çekmekse, üzülmekse, adı her neyse onu yapıyordu. Rüzgâra bırakmak gibi, suya, dalgaya bırakmak gibi bırakmıştı duygularını. Hazır kalemi eline almışken sınav sorusuna cevap vermeye karar verdi. On dakika eksilmişti sınav süresinden ama olsun diye düşündü. Ben öğretmenim sonuçta, çocuklara on dakika avans verebilirim dedi ve yüzüne kondurduğu bir gülümsemeyle birlikte yazmaya başladı.

“Tek istediğim sessizlik olur bazen. Herkes, her şey sussun, hatta ben bile susayım. Kafamdakiler de sussun. İşte böyle anlarımda daha çok sustururum kendi dünyamı, susturmak isterim. Öyle bir sessizlik içinde olurum ki sadece kalp atışım duyulur. Bir de uzaklardan bir yerlerden bir kuşun sesi gelir kulağıma. Sonra rüzgârı duyarım. O kuşun kanadına takılıp gelir penceremin önüne. Etrafınızdaki her şeyi susturduğunuzda siz de duyabilirsiniz; o kuşu, kanat çırpışındaki rüzgârın sesini. Sessizliğini. Her sabah, gün ışırken benim yaptığım gibi sessizliği izlerken, o seslerle mutlu olursunuz belki. Belki siz de düşünürsünüz benim gibi; Bir kuş yanı başınızda kanat çırptığında, sizden milyonlarca kilometre ötedeki bir yerde, kim bilir nelere sebep olmuştur diye...

Demirden ve betondan yapılmış gulyabaniler gibi duran, gökdelenlerin camdan kılıçlar misali gri gökyüzüne saplandığı renkli bir şehirde yaşıyorum ben. Her semti farklı bir dünya, başka bir alem sanki. Gez gör bitmez, oku yaz bitmez, dinle anlat bitmez hikâyeleri olan bir şehir İstanbul...

Ben şanslıyım. Betonuna mahkûm, doğadan mahrum olmadığım bir semtindeyim. Beş sokağın birleştiği bir yerde, her iki tarafında iki ayrı parkı olan bir apartman dairesinde oturuyorum. Ayağım toprağa basmıyor evden çıktığımda ancak yine de doğaya uzak değilim. Çok yakınımda içerisinde asırlık çınarları olan yemyeşil bir koru, az aşağısında dünya harikası ‘İstanbul Boğazı’ var. Başımı kaldırdığımda ise sonsuz gökyüzü. Nedendir bilmem, Üsküdar’ın üzerindeki mavilik biraz ilerde griye döner hep. Bana sorsanız köprüyü geçer geçmez havası değişiyor bu şehrin. Daha bir gürültülü, karmakarışık bir hal alıyor sanki. Hem çok renkli bir ortam hem de silik, soluk renkler birbirine girmiş gibi. Kavgaya tutuşmuşlar hissi veriyor bana. Renklerin gürültüsünü duyuyorum resmen. O an, sessizliğin rengi nedir acaba diye soruyorum kendime. Mavi diyesim geliyor hemen. Sonra düşünüyorum bir süre. Siyah da olabilir diyorum içimden. Belki beyazdır? Galiba sessizliğin birkaç rengi var.

Benim gibi mavi diyenler, beyaz mı acaba diye düşünenler ya da kesin siyah olmalı diyenler dışında yeşil, sarı, turuncu, mor diyenleri duyar gibiyim. Kırmızı olmaz mı diyenler de var...

Anladım, sessizliğin rengi her yerde ve herkeste farklı. İnsanına göre değişiyor, insana bağlı bir durum demek ki bu. İnsan, iç sesini ne zaman sustursa etrafını da o zaman duymazmış. İsterse tabi. Buradaki sessizlikten kastım, sesleri duyamamak değil, dinlemek istemediklerini duymamak. İnsan nerede susabiliyorsa orada sessizlik vardır. Ormanda, denizde, gökte. Belki kıpkırmızı bir gülü koklarken ya da mimozayı. Leylaklara, sümbüllere bakarken de olabilir, bir kumsalda uzanırken de. Ya da Barış Manço’nun şarkısındaki gibi. “simsiyah gecenin koynunda” Evet çocuklar, size de sormuş olduğum gibi kendime de sormuş olduğum bu soru sayesinde düşünebildim. Akşama yazdıklarınızı okurken bir kez daha düşüneceğim. Şimdi son kelimelerinizi yazmanız için sizleri uyarmalıyım, malum sınavdasınız ve süreniz bitmek üzere. O yüzden ben yazmayı burada bırakıyorum.

“Beş dakikanız kaldı!” derken ellerini çırptı Ayşegül. Bitirenler kağıtlarını masasına koyarken her biriyle göz göze geldi. Bunu özellikle yapardı. Genç beyinlerinin içini görmek gibiydi bu onun için. Bazılarına sordu. “Sizce sessizliğin rengi nedir?” Bazılarına sadece gülümsedi. “Kara gün, kara doğmaz derler, sence de öyle mi?” dediği birine göz kırptı. Bütün öğrencileriyle ilişki kurmayı çok seviyordu. Etkileşimleri çok farklıydı. Öğretmen olmayı çok seviyordu bu yüzden. Dünyaya kaç kere daha gelse, kaç kere daha öğretmen olurdu bilmiyordu ama bildiği bir şey vardı; sadece öğretmiyordu. Onlardan da çok şey öğreniyordu. Son kâğıdı da aldıktan sonra sınıfta kimsenin kalmadığını görünce günü bitirmiş olmanın keyfiyle sırtına yaslandı ve derin bir rahatlama için derin bir nefes verdi. O anda gözü elindeki son kağıttaki başlığa takıldı. “Özlemek” yazıyordu. Kalkmak üzereyken vazgeçti ve yazıyı okumaya karar verdi. Sınav kağıtlarına kimse adını yazmazdı. Bu onun kuralıydı. Kâğıdın arkasına yazın adınızı demişti ilk gün. Nedenini hiç sormamışlardı fakat öyle yapıyorlardı. Yerinde doğruldu. Öğretmen ciddiyetini takındı ve okumaya başladı.

"Özledim. Çok özledim dedi kadın. İki yakasının bir türlü bir araya gelemediği o şehrin, iki yakasını da özlemişti ayrı ayrı. Kokusunu özlemişti. Beylerbeyi’ndeki manolyaların kokusunu, bir de Beşiktaş’taki ıhlamurlarınkini. Sesini özlemişti. İstiklal caddesindeki insani uğultuları, Süleymaniye’deki güvercinleri. Ama en çok da denizini özlemişti. Hem sesini hem kokusunu. Kayışdağı’ndan esen serin rüzgarını, bu rüzgâra takılan çam kokusunu Adalardan yükselen mimoza polenlerine karıştırıp dalgalandırdığı denizini çok özlemişti. Az önce kopan fırtınadan kaçan yük gemisiyle gelmişti bütün özlem sanki. Özlediği ne varsa o şehre ait getirmişti peşi sıra. Bir de beş kısa düdük öttürmüştü onu anlamayanlara rağmen. Gemilerin sesini özlemişti. Sabahları o şehrin sesleriyle uyanmayı özlemişti. “

Gözünde canlandı bütün özlemleri. “Ben de çok özledim” diyebilirdi ama demedi. Onun yerine bir damla yaş akıttı gözünden. Yanağından süzülüp kâğıda düşene kadardı hüznü. Sonra toparladı kendini. Akşama okurum diğerlerini, eve gidince yapacak bir şeyim yok nasıl olsa diyerek topladı bütün kağıtları ve dosyasına yerleştirip lastiğini taktı dosyanın kapağındaki düğmesine. Çantasını, ceketini ve dosyayı aldığı gibi çıktı sınıfından. Bu şehrin sessizliğini seviyordu. Bu saatlerde nereden peydahlandığı belli olmayan gürültüsüne tahammülü yoktu. Bir an önce evine kapağı atmalıydı. Pijamalarını ve terliklerini giymeli, demlediği kahvenin kokusunun odasına dolması için yeteri kadar bekledikten sonra ağır yudumlar eşliğinde okumalıydı sınav kağıtlarını. Bu çocuklardan bazıları kırk yıllık yazar havasında yazıyordu. Bazılarıysa çok daha basit ancak asla yok sayılamaz bir yeteneğe sahipti. Pencerenin önündeki koltuğuna yerleşti ve haberli gelen yağmuru izledi bir süre. Birkaç ay içinde okullar tatil olacaktı. Yağmurda özellikle ıslanan çocukların sevincine bakıp güldü. Büyüdükçe mutlu olmanın basitliğini unutuyoruz diye düşündü ve fincanı sehpaya bırakıp dosyadan bir kâğıdı çekti rast gele...

“ Mimozamın Gözyaşları.

İndim otobüsten. Deniz sağımda. Biraz yürümek istedim çarşıya varmadan önce. İskelenin önüne kadar gelmişim. Hop dedim kendime, nereye? Döndüm sola, çiçekçi Çingeneler sağımda kaldı. Oraya yürüyene kadar rastladığım neredeyse her kadının elinde çiçek vardı. En çok da mimoza. Bahar gelmiş kasabaya. Dünya kadınlar günü mü bugün, neredeyse bütün kadınların elinde çiçek var. Hadi dedim kendime, sen de bir çiçek al. Uzun zamandır yapmadığım bir şeydi, para verip kendime çiçek almak. İlk tezgâha bakış attım, ‘buyur abla’ dediler. Ne kadar? Elimle mimozaları gösterdim. “on beş abla.” Kolay gelsin dedim ve gülümseyerek ayrıldım çiçekçi kadının yanından. Arkamdan “on olur sana ablaaaaaaa” dedi, dinlemedim bile onu. En sondaki tezgâha kadar yürürken önlerinden geçtiğim bütün çingene kızları “on lira abla” dedi. Ama ben, en sondaki tezgahın başında çığırtkanlık yapan genç delikanlının yanına gittim. Dokuz on yaşlarında olmalıydı. Elimdeki on lirayı göstererek “sende ne kadar?” dedim. “Aynı abla, on lira” dedi. ‘Peki bir ricam olabilir mi?” diye sordum. Ne demek abla, söyle diyen çingene güzeli bu oğlana, bir buketi ikiye bölmesini söyledim. Anlamadı önce. Boş gözlerle baktı bana. “on liralık o buketi ikiye böler misin lütfen?” dedim. Neden dedi. Sadece kendimi değil, bir arkadaşımı da mutlu etmek istiyorum ve fazla param yok, o yüzden dedim. Çiçeğimi paylaşırsam mutluluğumu da paylaşabilirim değil mi diye sordum. “Bunu bölmeyeyim abla, şuradan vereyim sana” dedi ama yapılmış mimoza buketlerinin dörtte biri kadarlık bir dalı ve benzer bir başka dalı elime tutuşturdu. Dal mı? Buket değil de dalında çiçek. Kalakaldım. Tamam, çiçek alanım yok. Tamam, yeteri kadar param da yok ama her şeye rağmen kendime çiçek alma hevesim var. Bunun için çaba sarf ediyorum. Kibar kibar soruyorum. Samimi bir talepte bulunuyorum. Olmaz desene be çocuk. O ne yapıyor? İki dal parçasını tutup bana uzatıyor. Küçücük de olsa bir buketi hak etmiyorsun der gibi hem de. Çocuğun gözlerine bakıyorum. Yaptığı densizliğin farkında değil. Olsa da umurunda değil. Ekmeğine bakıyor doğal olarak. Ama bu davranışı beni çok kırıyor. Neden bilmiyorum o an, çok kırgın hissettim. Paramı geri istedim. Çiçekleri bıraktım ve teşekkür ettim. “İple bağlayayım abla” dedi. Gözümden akan arsız bir gözyaşını sildim ve “ablan olsaydım iki dal için bunca cümle kurdurmazdın bana” dedim ve yürüdüm. Tamam, daha çok gencim. Henüz on altıma girmiş değilim. Önünde koca bir ömür var dedim kendime. Seni üzmelerine izin verme dedim. Başımı kaldırdım, omuzlarımı da. Ve yürüdüm. Nasıl yürüdüm onca yolu bilmiyorum, eve gelmişim. Apartman kapısının önünde Arda abiyi gördüm. Ablamı görmeye gelmiş belli ki. Kucağında kocaman bir çiçek buketi. Mimozalardan yüzü görünmüyor. Ne güzeller diye düşündüm. Sahildeki çingenelerin sattıklarına hiç benzemiyorlar. Ablam bu akşam teyzemde kalacak Arda abi, söylemedi mi sana dedim. Ah Yasemin, merhaba. Ben de seni bekliyordum. Söyledi, biliyorum orada kalacağını. Az önce ayrıldık, Nergis’i teyzenlere ben bıraktım dedi. Şaşırmıştım. Burada ne işi vardı o zaman. Ben seni görmeye geldim dedi o an. Bunları sana vermeye geldim. Dünya kadınlar günün kutlu olsun. Nasıl da mutlu olmuştum. Ne kadar iyi hissettirmişti bu çiçekler bana kendimi. Cümlelerim düğümlenen boğazımda diziliverdiler. Hiçbir şey söyleyemedim. Sarıldım… “

Bu hikâyeyi çok sevmişti Ayşegül. Kâğıdın arkasını çevirdi ve kimin yazdığından emin olmak istedi. Gerçekten de Yasemin yazmıştı. Gerçek miydi? Ne önemi vardı ki, iyi hissettirmişti okuduğunda. Süresi yetmemiş belli ki. Daha da yazardı bu kız. Olay örgüsü, dil bilgisi, kurgu. Ufak tefek hataları vardı ama olsun. Genel olarak gayet başarılıydı. Bir iki düzeltme yapmıştı kendisi de. Silgi izleri vardı kâğıdında. Keşke hayatımızı da düzeltmek için bir silgimiz olsa diye düşündü. Kahvesinden bir yudum aldı ve koltuğuna yaslandı. Göğe baktı. Mimozaları düşündü. Hızlıca fırladı yerinden ve çantasındaki telefonunu aldı. Bir süre bir numarayı bulmak için gezindi telefon defterinde. Adamın adını hatırlamaya çalıştı. Bulduğunda arama tuşuna bastı ve cevap aldığında kısa bir hâl hatırdan sonra hemen konuya girdi. Yeni evinin bahçesine bir tane mimoza ağacı diktirmeliydi. Bir tane salkım söğüt ve bir de mavi çam. “Mehmet Efendi, bu üçünü o küçük bahçede rahat ettirebilir miyiz?” diye sorduğunda aldığı cevapla mutlu oldu. İç rahatlığıyla telefonu kapattı ve adamın hesabına para gönderdi. O ağaçlar bir an önce o bahçeye yerleşmelilerdi ki o evine gittiğinde onu karşılasınlar. Rüzgâr estiğinde, o bahçedeki kokuları birbirine karıştırdığında, evinde olduğunu bilecekti. Sınav kağıtlarını okumaya devam etmeden önce mimoza hakkında kendisinin de bir zamanlar bir şeyler yazdığını hatırladı. Neredeydi kim bilir? Defterine not aldı.

Mimozalar’ı Bul!

Yazdığı kelimenin altını çizdi. İki kere hem de. Bilgisayarında olsa kolay bulurdu da defterlerdeyse biraz zaman alacaktı. Bir zamanlar yazdıklarını dergilere de gönderirdi. Ne zaman vazgeçti? Önce yazdıklarını paylaşmaktan sonra yazmaktan vazgeçmişti Ayşegül. Yeniden başlamalıydı.

Yeniden başlamalıyım dedi. 

Yazmaya, yaşamaya yeniden başlamalıyım. Mimozalar gibi güçlü olmalıyım bu hayatta. Bulmalıyım yazdıklarımı. Daha sonra yazmak için not aldıklarımı bulmalıyım. Doğruldu koltuğundan ve bilgisayarının durduğu çalışma masasına oturdu. Ara tuşuna bastı ve yazdı; “mimoza” bilgisayar bir süre arama yaptıktan sonra ekranda iki tane dosya belirdi. Önce başlıklarına baktı sonra her ikisini de açtı ve okudu. Uzun zaman önce yazdıklarıyla yeniden karşılaşmak, eski bir dostuyla karşılaşmak gibi hissettirmişti ona. Buldu. Defterlerden birine not etmişti. Bir gün bir yazısında bahsetmek istediği her şeyi yazdığı gibi mimozalar hakkında da iki satır düşülmüştü o defterlerden birine. Şöyle yazıyordu; “Bir de mimozalar vardır. Büyük bir ağaç oluncaya kadar fazlaca emek istemeyen, zor coğrafi koşullarda bile çiçek açabilen mimozalar. Neşeli ve canlı renginden dolayı coşku ve umudun sözcüsü sayılmışlar. Kırılgan görünümlerinin arkasında gizledikleri güçlü duruşları sebebiyle de tüm dünyada ölümsüzlüğün, dirilişin, hassasiyetin sembolü olarak kadınların mücadeleci tavrının ve dayanışma ruhunun simgesi olmuşlar. Mimozayı sadece bir kez koklamış olanların bile, daha sonra fotoğrafını gördüğünde efsanevi kokusunu duyduğu söylenir.” Evet, mimozalar vardır; dirençli kadınların çiçeği. Dünya Kadınlar Gününün de sembolü olan çiçek, hatırladım şimdi der kendi kendine. Bununla ilgili bir yerlerde bir şeyler okuduğunu anımsadı o an. İtalya’daydı galiba diye hatırlamaya çalıştı okuduklarını. “Evet, evet İkinci Dünya Savaşı’nda, oldukça ağır kayıplar veren İtalya’da, kadınlar birliği üyesi olanlardan üçü düşünür ve insanlara umut aşılamanın yolunun kadınlardan geçtiğine inanarak ve aralarındaki dayanışmayı arttırmak için bu hareketlerine sembol bir çiçek seçmeyi teklif eder.” dedi kendisiyle konuşmaya devem ederek. “yaz kızım bunları da” diyerek devam etti. “Mart çiçeği olmasının yanı sıra baharın müjdecisi sayılan ve göz alıcı sarı çiçeklerinin güneşe olan benzerliğinden, mutluluk ve umut vererek savaşta yitirilen duyguların yeniden doğabileceğine dair inancı artırma ihtimali olabileceğinden, bir de en önemlisi, kırılgan ve naif görünümlerinin arkasında güçlü ve dayanıklı bir bitki olmaları, soğuğa karşı dayanıklı oluşu ve zorlu şartlarda dahi çiçeklenmeleri gibi sebeplerden dolayı mimozayı seçmekte hiç zorlanmadılar. Ve böylelikle 1946’dan bu yana mimoza; kadın gücünün ve kadın dayanışmasının eşsiz bir sembolü haline geldi.” diye yazdı bilgisayarında az önce açtığı dosyaya. “Mimozanın bu kadar çok sevilmesinin nedenlerinden biri de kendine özgü, pudralı, tatlı ve yumuşak bir kokusunun oluşu. Sıra dışı güzellikteki bu koku, uzak doğuda tütsü olarak kullanılır. Batıda ise dünyaca ünlü parfüm markalarının özellikle seçtiği bir kokudur. Mimozanın baş döndürücü kokusunu bir koklayan bir daha unutmuyor.” diye ekledi ve aklına bir düşünce takıldı. Meyvesi var mıdır bu ağacın diye düşündü. Yoktur kesin, olsaydı çiçeklerinin koparılması mutsuz ederdi herkesi. Hemen internette sorguladı. Öğrendi ki mimoza ağacının çiçeklenme sonrasında budanma ihtiyacı varmış ve çiçeklerin dallarına zarar vermeden kopartılması aslında ağaca iyi geliyormuş. “Buradaki hassas nokta, dallara zarar vermeden kopartılması. Yani bir budama makasıyla toplanırsa herkes mutlu olur.” Dedi ve kapattı bilgisayarını. O an kokusunu duydu. Bu nasıl olabilir diye düşündü. E hani resmine bakınca duyulurdu bunun kokusu dedi içinden. O kadar çok düşünmüştü ki çiçeğin ona hatırlattıklarını, kokusunu duymasına şaşırmadı. Bahçesinde onun da bir mimoza ağacı olacaktı artık ve budama yaptığında evinin her yerine koyacaktı çiçeklerinden. Hatta kurutup çayını bile içecekti. Şimdi sınav kağıtlarını okumaya devam etmeliydi ve işi bitince yazma işini bir kez daha düşünmeliydi. Akşam yemeğini de hazırlamalıydı. Hayat devam ediyor dedi, yemek gibi, temizlik gibi, ütü gibi meseleler de var sonuçta. Güçlü kadın olmanın basit meseleleriyle de ilgilenmeliydi. Güldü ve kağıtları okumak için pencere önündeki masasına geçti. Sokakta oynayan çocuklara baktı ve soğuyan kahvesinden yudumladıktan sonra dosyadan bir kâğıt daha çekti rasgele. Okumaya başladı…

“Körler için sessizlik hangi renk olur ki siyahtan başta? Düşünüyorum da sessizlik, gözleri görmeyeni karanlığa mahkûm eder. Ancak sağır biri, hiçbir karanlıkta değildir kendi sessizliğinde. Sağırların konuşmalarını hatırlayın; elleriyle kollarıyla, ne kadar da hareketliler. Onların da gürültüsü bu olsa gerek. Bizim ne çok gürültümüz var. Rengarenk giyiniyoruz gürültü, bağır çağır konuşuyoruz gürültü, el kol hareketi yapıyoruz gürültü. Sessiz kalamıyoruz ki renksiz olalım. Madem öyle sessizliğin rengi beyaz olmalı…”

“Acıktım. Kesin bunları yazan Ali’dir. Bu çocuk herkesten farklı bakıyor, olayları farklı değerlendiriyor. Aç karnıma anlayamam Ali’yi, bir şeyler yemeliyim” diyerek mutfağa yöneldi Ayşegül. O kadar emindi ki yazandan, artık çocuklarını cümlelerinden tanıyordu. “Keşke diğer insanları da cümlelerinden tanıyabilseydi. O zaman bu kadar incinmez, bu hayatı yalnız sürdürmeyi seçmezdi Ayşegül.” Kendisinden üçüncü şahıs gibi bahsederek konuşmayı severdi Ayşegül. Mutfağın kapısına vardığında konuşmaya devam etti. “Ama Bukowski ne demiş; ‘Seçilmiş bir yalnızlık insanın sahip olabileceği en büyük lükstür.’ demiş. Üstat boş konuşmaz değil mi?” Mutfağın lambasını açtığı düğmenin hemen yanında asılı olan Bukowski’nin bu sözünü okudu Ayşegül. Kapının diğer yanındaki aynaya göz kırptı ve akşam yemeğini hazırlamak için kollarını sıvadı. “Artık gerçek dünyadasın, burası mutfak. Hikayeler salonda kaldı. Daha sonra devam edersin canım. Ruhumuz doydu, şimdi sıra midemizde. Sessizliğin rengi nedir tartışılır ancak açlığın rengi kesinlikle sessiz değil”