KURŞUNUN ÖLÜMÜ/Sezai SARIOĞLU

Kalkınca ilk işi duşa girmek oldu. Suyla oynaşırken bedeniyle yeniden tanışmayı severdi. Su görünür kılardı her şeyi. Bedenindeki fark etmediği şeyler dikkatini çekti. Onlarla tanışmak için suya tuttu. Endam aynasında ıslak bedenine iyice baktı. Hep öyle yapardı. Her sabah bedeniyle yeniden tanışıp vedalaşır sonra da dünyayı değiştirmek için sokaklara koşardı. Bedeni aklından uçup giden annesi onu korku, heves ve merakla izliyordu. Annesi hep böyle yapar; seyrettiklerinden bazılarını gizler, aklından kalanları munis, evcil bir sesle kocasına anlatır, dilini kırar susardı. Aynayla vedalaştı. Pencereden sokağa baktı. 

Her sabah öyle yapardı. Evden çıkar çıkmaz, özenle tarayıp şekiller verdiği, siyaseten boyattığını zannettikleri doğuştan kızıl saçlarını militanca bir baş hareketiyle dağıttı. Eve, kapıya, pencerelere baktı. Hep böyle yapardı. Perde aralığından bakan annesiyle vedalaştı. Yürümeye başladı. Tedirginliği anlaşılmasın diye, kuşlara laf attı. Sokaklara, duvar yazılarına özenen "alıntı bakışlı" genç bir kadındı. Sabahtan akşama şekli değişmişti duvarların. Duvarlar yerinde duruyordu ama özenle yazdıkları yazılar gitmiş geriye sadece imzanın yarısı kalmıştı. Her cümlenin sıcak temas olduğu günlerdi. Durdu. 

Her gün çok öldürüldükleri yıllardı. Bakındı. Ezberlediği duvar yazılarını harman edip gelip geçene şiir olarak okuyan, mahallede “alık” muamelesi yapılan hangi siyasetten olduğu bilinmeyen gence rastladı. Onun, “Bu yazılardan bir şey anlamadım. Ezberleyeyim mi abla!” sözlerine acı acı gülümsedi. Herkesin acelesi olduğu zamanlardı. Cevap alamayan çocuk, hızla uzaklaştı. Birden bir silah sesi duydu. Sanki bir el ensesinden bir tutam saç çekmişti. Şekli bozuldu. Düştü. Günler sonra gözünü açtığında 12 Eylül olmuş, kitleler yanlış yıkanmış çamaşırlar gibi enden ve boydan kısalmış, "kadrolar" birbirlerinden zarar etmeye başlamıştı. Ziyaretine gelen bir akrabasının annesine söylediği, “Onu size zaman ve 12 Eylül bağışladı, ordu başa geçmeseydi bu çocuklar ziyan olacaktı!” cümleyi duyunca yüz ifadesiyle tepki verdi. Doktorlar, ölüm tehlikesini atlattığını, kurşunu çıkarmak gerekmediğini, söylüyordu. Göçer bir kurşundu bu, yıllarca uyur, uyanır, gezer tozar ve günün birinde terk ederdi bedeni.

 Kurşunun ölmesini beklemek gerekiyordu...

Aradan yıllar geçti...

Kişi başına düşen kötülük miktarı çoğaldı. "Gelecek güzel günler" çağırınca gelemeyecek kadar uzaklaştı. Günlerden bir gün, boynundan omuzlarına inen kurşunu yerinde bulamayınca panikledi. Kurşun alıp başını nereye gitmişti. Merak ve endişeyle işaret ve itiraz  parmaklarını kurşun mahallinden başlayarak gezdirmeye başladı. Sıkça adres değiştiren kurşunu bulup sırtında ikamet ettigini anlayınca sevindi. Kurşunun yolu aşağılara düşmüştü. Bu güzel haberdi. Doktorlar, kurşunun boyundan yukarıya beyin bölgesine gitmeyi huy edinmesinden korkuyordu. Kurşunun işi serseriliğe vurup kalbe ve omuriliği ziyaret etmesi de mümkündü...

Bu ihtimalle yıllarca, her sabah önce su altında sonra endam aynasının önünde kalp bölgesini taradı. Her seferinde bedeniyle yeniden tanışıyor, kurşunla vedalaşacağı günü bekliyordu. Kıymetli bir yas tutma ve iyileşme süreciydi. Yıllarca kitaplar okuyarak yaptığı “eğitim çalışmasını”  bedeninde yapıyordu. Heceleyip durduğu bir beden yazısıydı bu; her gün bedenini okuyor, okuduklarını siliyor ve yeniden yazıyordu. Kör kurşundu, yön bilmezdi. Ziyaretine gelip, “Kurşunlu bacı” ya da “kurşuni” diye takılan arkadaşlarına, “Şu kurşun çıksın, vurulduğum yerde kurşun döküp, şiir okutacağım”, diye takılırdı. Aradan kurşuni, hakî yıllar geçti. Unutmamak için tutup, her devlet ihtimaline karşı sakladığı “Kurşun defteri” notlarla doldu...

Hayat diyalektik rastlantılardan da ibaretti. Günün birinde, 12 Eylül'den sonra ona göre iyice bilgeleşen, ahaliye göre “iyice bi hoş!” olan o asi ve aksi gençle, bazı kelimeleri ölmüş bazıları yasayan bir duvar yazısının önünde karşılaştı. Pek çok arkadaşının, eski beden yazılarını silip, sabit kalemle devletin kutsallarıyla donattığını düşündükçe bu çocuğu eskisinden fazla sevdiğini düşündü. Çocuk; “Kurşunun çıkacağı ân'ı bekliyorum. Süreç bitti, her şey ân'da olup bitiyor” deyince elleri bedenine gitti. Bedenini yokladıysa da kurşunu bulamadı. Geçmişten geleceğe sekerek eve koştu. Devlete inat hiç uyumadan akan suyun altına girdi. Bedenine sabah yazdığı yazıları itinayla silip yenilerini yazdı. Kurşun kuş olup uçmuştu ama nereye konduğu parmaklarına malum değildi. Endam aynasının önünde, arama-tarama çalışmalarını sürdürdü. Annesi her zaman ki gibi eşikte nöbetteydi. Birden sağ ayağında ağrı hissetti. Ayağına sarıldı. Şişlik gördü. Dokundu. Aynadaki suretiyle göz göze geldi. Aynadaki suretine, “Buldum, haberin olsun!” diyerek işmar etti. O anda, bir mucize oldu. Bedeniyle yaşıt endam aynası yere düştü ama kırılmadı. Kurşun, içinden dışına çıkıp “çıt” diye aynanın üzerine düştü. “Çıt”layan kurşun ikiye çatladı. Kurşuna “çatlayan” ayna güldü. Anne, haberi babaya yetiştirmek için ayaklandı. Kadın, “Eylül bedenimden çıktı” diye mırıldandı...

*(TERS LÂ öykü dosyasından)