Koca Şehri Dolaşan Soru İşaretine Dair/Erinç BÜYÜKAŞIK

Geniş ve büyük boşlukları sevmezdi yaşamında. Anlam arayışında çözemediği her sorunun bir heyula gibi gözlerinin önünde birikmesinden pek de haz ettiği söylenemezdi. Hele de hafta sonunun geçip bitmez gibi görünen boşluk hissini hiç kaldıramamıştı. Akşam saatinde (Saatine baktığında yedi buçuk olduğunu kavramıştı. Gözleriyle zamanı belirlemenin en iyi yolunun akrep ve yelkovanın saatin rakamları üzerindeki olağan deviniminde gerçekleştiğini düşündü.) yağmurlu İstanbul’u kalabalıkların arasına karışarak keşfetmeyi düşündü, küçük bir semtin de kentin fotoğrafı için yeterli olabileceğini düşünmek istedi zihninde. Caddenin akışını izleyecek, uğrak yeri saydığı kafede bir iki demli çay içip, kitaplarını karıştıracak, notlar alacaktı ajandasına. Beyninde dönüp dolaşan söz dizgesini kağıda dökmek en doğrusuydu şu an. Işıkları kapatıp evin dış kapısını kilitlemeden önce kedisinin aymaz bakışlarına rast geldi. Ağzındaki pelüş oyuncakla oyununu sürdürmüştü bu kısa bakışın ardından. Apartman kapısına varana kadar içinde görece bir rahatlama keşfetti, dış kapıdan çıktığı an yüzüne çarpan soğuk rüzgar bu rahatlamayı pekiştirdi. (Demek ki yaşıyor, deviniyor, tüm bedeni doğanın içindeki canlılığını koruyordu). Sokakta yürüme kılavuzunu geçirdi zihninden, madde madde anımsıyordu:

1. Kalabalığın içinde amansızca çarpan erkek ve kadın bedenlerinden zarar görmeden uzaklaşmayı bilmeli.

2. Sokağın çığırtkanı esnafın duyma eşiğini zorlayan seslerini duymazlıktan gelmeli.

3. Göz göze gelmeden aşmalısın kalabalığı, göz teması karşındakinin kayıtsızlığıyla düş kırıklığına dönüşebilir.

4. Omzunla çarptığın birinden özür dilemek suçun vebalini ödemek demektir. Boş yere toplumun günah keçisi olmaya gerek yok?

Maddeler sıralandıkça sıralandı zihninde. Kitapçıları da gezmeli, kitap raflarında gözlerini dinlendirebilirdi, her kitap başlığında yazacağı taslak metni düşünecekti. Kafka, Camus, Beckett ve Genet tüm saçmalıkların kamusallığına itiraz mıydı? Taslak metnin varoluş krizi de besbelli gündelik hayatın çoğul sesleriyle içinden çıkılmaz hale gelmiş. Dergiler, kitaplar, yeni albümler, kenti olağan akışından yer yer çıkaran ses, yazı, resim ve bir dizi entelektüel sağaltımı ardında bırakıp kafedeki masaya ulaşmalıydı. Son zamanlarda şehri yazmaktan ne derece sıkılsa da yaşadığı her anılar toplamının (başkalarıyla kesişen anılar da yer alıyordu bu toplamda.) bu şehirle bir bağı, kesişmesi vardı. Ansınan her şeyin içine giriyordu şehirlerin gürültücü karmaşası.

Her zaman oturduğu köşe boştu, çocuksu bir sevinçle yerleşti masadaki yerine. Alışkanlıklarını seven biri olarak masada kitaplarıyla, ajandasıyla kurduğu düzenden haz aldı. Alışkanlıklar sürmeli; “Bir çay, her zamankinden”, çantasından çıkardığı kitaplara göz atmalı, yazının ‘bütünlüklü’ bir şehirlilik çözümlemesi olması gerekiyor. Sokakta yükselen liseli jargonunun gürültücü varlığına öğretmenlik boyunca alışık olduğunu düşünmüştü yol boyunca ilerlerken. Bu taslağa Kadıköy Çarşısı’nın, bir sel gibi akan insan selinin de hak ettiği yeri olmalıydı anlatı taslağında. Belki de taslak denilen şey metnin kendisine dönüşecek, yontulmadan, eğreti müdahaleye gerek kalmadan; anlatıcı da yazarının düşünden, gelgitlerinden ve günahlarından payını alacaktı kuşkusuz. Okura da bulaşmalı bu şehirlilik hali, dedi içinden.

Boşlukları sevmezdi, her birinin koca bir bulmacaya dönüşmesinden korktuğu sorular birikmişti hâlbuki.

Soldan Sağa:

1.İşsizlik, tekdüzelik, bezginlik gibi sebeplerden doğan ruhsal yorgunluk.

2.İstenmeyen ses veya ses kirliliği.

3.Çok katlı yapı. Metropol

4. Bir varlık, bir nesneyi karşılayan gösterim

5. Etik açıdan fail, eyleyen ve bilen kişi.

Bulmacanın yarattığı boşluklarla boğuşmaya başlamıştı bu sefer. Art arda sıralansa da bir anlam oluşturmayan karelerin çevrelediği boşluklardı her biri. (Kendi tekilliğinde anlamları olsa da bulmacanın bütünlüğünü bozan bir dizge vardı: Sıkıntı (Yedi harf), Gürültü (Yedi harf), Gökdelen, apartman gerek, dedi ardından. Gecekondu da olabilir, ne de olsa çok katlısı makbuldü artık. Sözcük, kendi sözcüklerini yitirmiş kalabalığın içinde yitmeyi istemişti. Yanıtlar değil sorulara yönelmeyi düşündü diğer boşluğa geçtiğinde. Özne, hayatımızın öznesi miyiz hepimiz. Soru onu izleyen diğer soru…

Çarşıda hızlı adımlarla ilerlerken ‘şehirde yürüme kılavuzu’nun kurallarına uymayı sürdürüyordu. Göz göze gelmeden kısa bakışlar, kadınlı erkekli kalabalığın içinden çarpmadan, ezilmeden sıyrılma başarısı, Nietzsche'nin güçlü insanı olmuştu yoldaki insan selini ardında bıraktığında. Gazete manşetlerine gözü takılmıştı kalabalık toplamın içinden tümüyle uzaklaştığında. Gazete bayisinin standındaki tüm gazetelerin başlıklarına göz gezdirdi:

“Hastane Patronu, Sağlık Bakanı Oldu” 

“Kabineye Taze Kan”

“Kara para trafiği ülkeyi gri listeye soktu.”

“Avukatların Savunma Haklarını Gasp”

İç sıkıntısının toplumsal bir nedeni olduğunu kavradı o sırada. Hayli politik, trajik ve travmatik bir sıkıntı. Her mahalleye bir milyoner dediler, her sokağa bir torbacı yerleşti. Gecesinde yine kargaşa vardı sokağında. Polis arabaları, karşı apartmandaki Rıza’nın bir iki polisle enseye tokat muhabbeti. Zor uyandı zaten sabahında. Karın ağrısıyla, iç sıkıntısıyla. Caddede ilerlerken aymaz, didiklemeyen bir ruh halini kuşanmak istedi. Sorularla yaşıyordu COĞRAFYANIN KADER OLDUĞU kabullenmişliğinden bezdiğinde.. Sigarasını yaktı, derin bir nefes çekti içine. Sorular geçici bir suskunluk yaşadı nikotinin ciğerleriyle temasında. Cep telefonundan, bilgisayar ekranındaki yazışmalardan sıyrılmıştı bir süredir. Sadece kitaplar, taslak yazısı, sigara ve çayın hükümranlığında geçirmişti son bir iki gününü.

“Bir çay” diye seslendi karşı masadaki başörtülü kızla sohbete dalan garson kıza. Uysal, dingin bir gülümsemeyle bu isteğini onayladı kız. Mekanın müdavimi bu adamın değişkenleri yoktu zaten, demli bir çay ve şekersiz. Kitapları taramalı, sırt çantasından çıkardığı tüm kitapları masanın bir köşesine yerleştirmişti. Her kitaptan yazısının fikriyatını besleyecek cümleler, yargılar altı çizilmiş halde bekliyordu onu. Eagleton’ın Hayatın Anlamı’nda söylediği ve kendisinin de altını çizdiği cümleleri gözden geçirdi önce. Yeniden okudu onları:

Nietzsche’’e ve Oscar Wilde’a göre biz, eğer cesur olabilsek ellerinde hamurla kendini zarifçe özgün bir şekle sokmayı bekleyen en büyük benlik sanatçıları olabilirdik.”

‘Cesaret Yoksunluğu’  diye not aldı sayfanın kenarına.

“Cinsellik, kârlı bir meta olarak ambalajlandı?" “Yorgun bir dünyada yüzüstü bırakılmış doyumculuğun birkaç kaynağından biriydi cinsellik?” (Garson kızın bakışlarındaki çekici ifadeyi yakaladı satırlara göz gezdirirken.) “İnsanoğlu artık hiçbir değer adına ölmeye hazır değil.” (Değer Kaybı, Anlam Kayması diyerek not aldı bu sefer sayfanın kenarına. Mürekkebin yayılışıyla sayfadaki yazılar yer yer silikleşmişti bu sefer de.) Her cümlenin arasındaki bağlamı kavramaya çalıştı. Yorgun dünyada yalnızlık hali, toplamın yazgısı, BİR AN ÖNCE NOT ALMALI.  “Akıl, çıkarcı hesap mantığıyla yozlaştırılmıştır. “ Üzerinde düşünülmeli bu cümlenin, didik didik ederek hem de. Gazete manşetlerinin, televizyonun ekranının aklı mıydı yozlaşan, dikkatle not aldı bu savını da. Ya da sokağı kuşatan gürültülü seslerin, anlamını arayan insanın yitirdiği şey miydi akıl? Birkaç gün öncesinde izlediği  ’11’e 10 Var’ı geçirdi zihninden. Aklını ve belleğini yitirmemek için yaşadığı her anı yıllar boyunca toplayan koleksiyoncu yaşlı adamın ses kayıtlarına benzetti yazdığı notları. Film üzerine notları ekledi taslağına:

“Notlar: İstanbul’un değişenleri içinde koleksiyoncu yaşlı adam, apartmanın kapıcısı. 60 yıldır toplanan gazeteler, saatler, şişeler. Unutmamaya direniş ? Filmdeki yaşlı adam gibi kaydediyordu her ayrıntıyı. Beyninde ve taslağında bir düşünce çöplüğü yaratma endişesi duydu ardından.”

Nietzsche’den bir alıntıyı kaydetti ajandasına bu sefer, sözleri yontmadan değiştirmeden aktarmalıydı. Her kelimenin bir kokusu vardır; kokuların dolayısıyla kelimelerin de uyumluluğu, uyumsuzluğu vardır? (Karşı masadaki başörtülü kızın ikinci sigarasını yaktığını fark etti. Cep telefonunda yazdığı mesajın ardından keyifli bir gülümseme belirdi kızın yüzünde. Nietzsche’ce uyum diye düşündü o an. “Yaşlanmış dar görüşlülüğümüzle dünyanın kalabalıklaşması olarak tabir ettiğiniz şey, umut dolu olana daha büyük bir görev yüklüyor; İnsanlık bir gün tüm dünyaya gölgesini düşürecektir.” Pencereden arada izlediği insan selinin Arnavut kaldırımlarda oluşturduğu gölgeleri izledi ı an. Felsefece yordamalı, düşünmeli çevresini kuşatan kalabalığın ve kendi tekil hallerinin hikayesini. Aslında tüm hikayeler örtüşüyordu birbiriyle. O halde yaşadığı şehri bütün canavarlaşmasına karşın anlamaya çalışmalıydı. Bir süre önce Ekümenepolis’i izlerken evinin dışındaki yoksul mahallelerin nasıl bir rant uğruna yok edildiğine tanık olmuştu. Koca bir site, gökdelenler dikmişlerdi yerine. Yeni gerçek gerçeğin bozulmuş hali. Kentin yaşadığı ekolojik tahribatı, kendisi büyürken giderek kendini de yiyip bitiren bir deve dönüşmesini, yıllarca yaşadıkları, doğdukları mahallelerden çok uzaklarda çeperlerdeki toplu konutlara hapsedilen mahalleliyi düşündü filmin sahnelerini gözünün önüne getirdiğinde. Allı pullu modernleşme öykülerinin, gök kafeslerin şehirde yok ettiği şeyin ‘toplu bilinç’ olduğunu saptadı zihninde. Ajandasına not almalı, taslağın şehrin bu hikayesini de kaldırabileceğini umuyordu. Notlarına yeni ifadeler eklemeliydi:

EK NOT: Faustian bir sözleşmeyle ruhunu şeytana satan şehir, şiirini de uyumunu da yitirmişti. Olsa olsa daha büyük ve içinden çıkılmaz karmaşalara gebeydi şehir. Her şehirli yaşadığı dört duvarın dışında bir yaban olmanın öfkesiyle geziniyordu sokakta.

Kitapları taramaya devam ederken Ümit Aktaş’ın daha önceden altını çizdiğini fark ettiği cümlesini yazdı bu sefer ajandaya. “Şehrin cangıllarında karşılaştığınız ve kendinizi sakınmak mecburiyetinde olduğunuz “Öteki”siniz artık.” Yapay şehirlerin yapay ve yabanıl varoluşlarından dem vuruyordu yazar. Yazarın, cümlelerindeki metafizik, içkin ruhun arayışını çok da savunmasa da şehrin değişenlerinin farkında olduğunu not aldı kitaba dair ajandaya. (Kafenin penceresinden caddeyi kesen kalabalığı izledi. Midyeci çocuk, marketin önünde bekleşen sevgililer, bankamatiğin önündeki çok da çabuk tükeneceğe benzemeyen insan kuyruğu; insanların şemsiyelerinden kurtulduklarını anladığında yağmurun da durduğunu düşündü. ) Haşim’in dizeleri geçiverdi zihninden bu akışı seyre dalarken:

‘Sana yalnızca bir ince taze kadın

Bana yalnızca eski bir budala diyen bugünkü beşer

bu sefil iştiha, 

bu kirli nazar bulamaz sende bende bir mana’

Haşim gibi kaçıp kurtulma düşleri kurmuyordu şiiri zihninde akıtırken. Gidilecek yeni bir şehrin arayışından öte, şehrin içindeki anlamları ayrıntılarda arayan safdil bir gezgine benzetti halini. Yazdıkça, sözü kağıda döktükçe değişir mi şehir, kaydedilmesi gerekli bir soru görülebilirdi bu da. Zihnindeki sorularla savaşını ‘Guarnica tablosundaki savaş betimlemesine benzetti, küçük bir gülümsemeyle deftere not aldı bu sefer:  ‘Picasso, Guarnica’  

Kitaplara danışmalıydı yanıtsız kalan sorular için. Ferid Edgü’nün uzun anlatısından alıntıladı düşüncelerini bu sefer. Kendince yontarak okumak istedi Hakkari’deki öğretmenin anlatısını. ‘Kendine başka bir yurt arama. (Burda mı doğdum ben, burda mı öleceğim)’ Alıntıyı zihninde yontarak dönüştürmek istedi. Nuri Bilge’nin Kasaba’sındaki karla kaplı köydeki sınıf atmosferini düşündü.

NOT: Pencerenin kenarındaki çiçek, sınıftaki yoksul köylü çocukları, bezgin, umutsuz öğretmen, bir tüyün sınıf içinde yarattığı umut dalgası. Pencerenin yanında miyavlayan sarı bir kedi, ‘Sarı Gelin’ diye bildiğimiz aslı Ermenice şarkının sözlerinin karşılığı: ‘Dağlarının Rüzgarına Öleyim’.

Her dönüşmeye açık alıntı okuru ve yazarının aşırı yorumuna açıktır, dedi içinden. Okuru da yazara dönüştürmeli o halde.

“Gereksiz sorular sorma. (Mutluluk soruların bittiği başlıyor olmalı. Öyle mi?)", “Onları dinle, onları duy!” Kulaklarını açıp seslere, gürültülü sokağa yöneldi. Zihni yine bir film sekansında kaybolmuştu. Araf’taki Zehra’nın taşradan, kasabasından kaçış özlemine benzetti eski kaçış düşlerini, halbuki biliyordu artık kökleriyle bu şehre bağlandığını. Bu şehrin dışında nefes alamayacak kadar birleşmişti kendi zihni şehrin toplan zihniyle. Zehra da kaçamamıştı kasabadan, aşık olduğu, gebe kaldığı kamyon şoförünün köksüzlüğü ve korkularıyla onu yüzüstü bırakmasından başka elinde kalan bir şey yoktu. Aslında elinde kalan da koca bir yalnızlıktı. (Filme dair notları kayda geçirmeliydi ajandasına.)

Yeniden yaktı sigarasını, bir nefes çekti, tekrar bir nefes. Nikotinin boğazında bıraktığı acı tadı duyana kadar çekti sigarayı. Sokağa taşan Münir Nurettin şarkısına kulak verdi o an: ‘Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın’. Nereden çıkmıştı bu şarkı, merdivensiz ve çıkışsız olduğunu düşünmemişti hiç. Taslak metnine yeni notlar eklemeliydi, nesnel ve bilimsel veriler yargılarını güçlendirecekti.

Notlar: Metropol:Anakent, bir ülkedeki sosyal ve ekonomik bakımdan en önemli ve en büyük şehirlerine verilen ad (Tanımların yavan ve sıradanlığını fark etti not alırken. O halde yine düş gücüyle beslemeli yazıyı. Edgü'den aldı alıntısını.

‘Her şeyden önce olduğun yeri iyi belirle.Harita üzerinde işaretle.’

İmleyecekse şimdiden başlamalı İstanbul, Kadıköy. Pencereden bakarak tanımlamaya çalıştı görünenleri: Beş katlı büyük camekanlı İşhanı, tabelalar, bankamatik, karşı sokaktaki postaneyi de eklemeli notlara. Adres: Muvakkithane Caddesi (metne gerçeklik kazandırmak adına gerekli olabilirdi.) İşhanının önündeki zenci seyyar satıcı, ucuz, kaçak saat satıyor tezgahında (Bu şehirde göçmen zencilerin başka bir işi olmamasına şaşırdı.). On yaşlarında bir oğlan kendinden üç dört yaş küçük kız kardeşiyle tezgahtaki saatleri inceliyor. Rota çizme işini yarıda bırakmak istedi, her anlatının yolunu şaşırmış bir anlatıcısı olmalı, o halde rotayı okura bırakmalıydı. Yine de kaybolduğunu açık etmek istercesine not aldı bulunduğu yeri. Sigaranın külü dökülmüştü ajandaya, mürekkebin dağılmasına yol açtı acemice külü temizleme girişimi.

Yeni Not: Bir şehirde her yeni açılan yol, köprü çevresine yerleşimi tetikler. Nüfus artışı kadar, trafiğin ve şehir hayatının içinden çıkılmaz hale geldiği metropoller bir zaman sonra devasa bir canavara dönüşür. (Kişisel yargılar eklemeliydi bu nota. Koca kalabalıklar ve yalnız şehirliler sadece gürültücü değil, patlamaya hazır bir bombaya da dönüşür zamanla.)

Kazazededir insanoğlu’  yazıyordu altı çizili satırda. Herkesin bir kazazede olduğu şehirde kaybedilmişlikler ve kabul edilenlerle yaşamak zorunda olduğumuzu düşündü satırlar arasında gezinirken. Necatigil'in dizeleri aktı zihninden ardı sıra:

“Çıkar yalnızlığından boşluk dönerken

Bir yalnız bir yalnızı çeker yalnızlığına.”

Zihninde dönüştürdü dizeleri, sokağın ve hayatın toplu yalnızlıklarına tanıktı artık. Göz altları şişmiş, kemikleri belirmiş zayıf ve cılız yalnızlıktı geçen köşeden, diğer taraftan süslü, şişman, sarışın bir yalnızlık geçiyordu, çocuk saflığıyla darbukasıyla annesinin peşinden ilerliyordu yedi yaşlarındaki yalnızlık. Herbiri akıyordu sokak boyunca, ilişmeden ve kesişmeden. İzlediği filmdeki mimarın yoksul ve evsiz kalan mahalleliye “Örgütlenmelisiniz” uyarısını geçirdi aklından. Sokağı izledi, temassız, birbirinin ayrımında olmayan binlerce yalnızlık akıyordu cadde boyunca. Beklentisiz, aymaz yürüyüşlerin ardından kayboldu gözleri. Eve dönmeli artık, dedi içinden. Bir çay daha içmek, bir sigara daha nefeslenmek istemedi. Eve dönmeli, teknesi batmış rotasız bir kaptan gibi karaya mahkum karışmalı kalabalığa. Kalabalığın gözlerine derinleşmeden bakmak istedi. (Yürüme kılavuzunu ihlal ediyordu)Yüzüne çarpan soğuk rüzgarla irkildi, yaşamanın ve diriliğin belirtisi olmalı üşümek. Taslağın ayrıntılarını eve dönünce ayıklayabilirdi, evde yazmaya devam etmeliyim, dedi içinden. Başlamak ve bitmek zorunda değildi aslında anlatısı, akmalı ve sürmeliydi yalnızca ama anlatıcısını dilaltı etmeli, gizli köşelerde bekletmeliydi. Sözcükler körelmeden eve varmalı, yazmalı arılaşarak ve damıtarak. Buyrukları onaylayan, yazgısının altında ezilen şehirli olmaktan çıkmalıyım, dedi zihninde. Ters yüz etmeli gerçeği, onaylanmış şehirliliği reddederek yürüdü eve doğru, yazacağı anlatının masalsı bir gövdesi, iyimserliği olacaktı böylece. Şehrin ortasında koca bir soru işaretini dikmeliydi tasarladığı öyküde. Şehrin tüm caddelerinden görünmeliydi bu soru işareti, şehirliler yanıtlarını aramak için uyanmalıydı bu sefer.