Göçebe/Mine KİRİŞ

Tüm yaşanmışlıklarını geride bırakıp üç beş parça eşyasıyla yaşadığı izbe yerden bambaşka bir şehre gelmişti Saye. İsminin anlamı gibi amacı sadece ruhunun derinlerindeki gölgeden kurtulmaktı. Yeni insanlar, yeni bir şehir, Kozmopolit, karmaşık yapısıyla İstanbul onu ürkütse de bu yeni yaşamı denemeliydi. Kaybedeceği ne vardı ki. 

Cebindeki üç kuruşla kiraladığı yaşamını sürdürebilecek vaziyette, gecekondudan hallice olan <span>bir yapının odalarından birine yerleşti. Hiç tanımadığı insanlarla aynı evi paylaşacaktı. Bu düşünce içinde tedirginlik uyandırsa da aldığı kararların arkasında durmayı, gelecek tüm bilinmezliklerle başa çıkmayı öğrenmenin zamanı gelmiş de geçiyordu

İçi kıyılır gibi oldu. Acaba tutulduğu bu sanrıdan mı midesi kazınıyordu? En son ne zaman yemek yediğini düşündü. Yıllardır, sırf yaşamak için beslendiği her halinden belliydi. Ayakları, çelimsiz bedenini güçlükle taşıyordu. Belki bir şeyler atıştırsam iyi olur, fikrine ayaklarını da yoldaş etti. Odadan dışarı çıktı böylelikle.<span> Bu şehir, geldiği yerden çok farklıydı. ve etrafına şaşkın gözlerle bakınıyordu.

Dinginlik kuytularda saklanmış, keşmekeşlik tan yeri ağarır ağarmaz gün yüzüne çıkmıştı. Hayat mücadelesi garip; maraton çocuk, yetişkin, yaşlı ayırımı yapmıyordu bu yedi tepe şehirde. Kazan kepçe misali sarmalanan, yuvarlanan insan yumağında kişiler kaybolmuş, yerine birbirine dolaşmadan hareket eden bir çile ipe dönüştürmüştü yaşam insanları. Onun aradığı şey de tam olarak buydu. Tanınmamak, ışığı olmayan sokaklarda kaybolmak…

Açlığını bastıracak bir iki lokma yedi, şehrin ışıklı tepelerini seyrederek, insan sarmalının içinden geçti düğüm olmadan. Şehrin bir türlü kesilmeyen uğultusu, gece çöktükçe artınca yorgun ayaklarını sürüyerek kalacağı yere döndü. Oda numarası altıydı. Altı, Saye’nin kendince şans numarasıydı. Bugüne dek bu batıl numara, ona bir şans getirmese de hayatta her zaman tesadüflere inanırdı. Odasının anahtarıyla kapısını açarken gözü, Her hallerinden buralı olmadıklarını anlatan insanlara ilişti.Kim bilir nasıl hayat hikayeleri vardı. Selam verdi, çekinmeden aldılar. Bir yakınlık gördüğünde dili çözülüveren bahtsızlar, yeni öğrendikleri sözcüklerle ahvallerini ortaya döktüler. Suriye’deki savaştan ülkeye sığınan milyonlarca sığınmacıdan biri olan kadınla baş başa kaldılar kapı önünde. Diğerleri yatmaya çekildiler.Sıralı tren vagonları gibi odaları yan yanaydı Faraz’la. Çocuklarını anaç tavuk gibi kanatlarının altına almıştı.

“O gece sabaha kadar konuştuk. Faraz ülkesinde kariyerinin zirvesinde hayli başarılı bir doktormuş. Buraya gelmek mecburiyetinde kaldığı için çok sevdiği mesleğini bırakmak zorunda kalmış. Eşini de savaşta kaybetmiş. Geldiği günden beri çocuklarıyla tek başına hayat mücadelesi veriyormuş, canını kurtarmak pahasına sığındığı bu ülke ve tek göz oda da. Ben huzur bulamayan ruhumdan; Faraz ise ülkesinden göç etmişti. Hangisi daha ağır diye sorguladım durdum odama girer girmez. Şımarıklık mı yapıyorum acaba, dedim. Hayat mücadelesi vermek en zor olanıydı. Üstelik hiç tanımadığı bir ülkede, yeniden başlamak daha da zordu. Ellerimi ve yüzümü yıkadım dinlenmek için yatağıma uzandım. Uzun yolculuk, bitap düşürmüş olacak ki derin bir uykuya dalmışım.”

Yeni bir güne sabahın ilk ışıklarıyla uyanan Saye, yanında getirdiği kitapları çantasından çıkardı. Kitaplar, bu şehirde yalnızlığına arkadaş olacaktı. Elektrikli plastik makinasıyla yaptığı kahvesini yudumlarken bir yandan da kitabını okuyordu. Ne kadar süre geçti bilinmez,derin bir uğultu işitti. Dışarıdan gelen bu seste haykırışlar, bir aile faciası yaşandığının belgesiydi sanki. Aklına yıllar önce yaşadığı anılar hücum etti. Onları terk edip başka bir kadınla giden babasının annesini sebepsiz yere acımasızca dövdüğü, en huzurlu kahvaltı masalarının bile babasının çıkardığı huzursuzlukla yerle bir olduğu geldi  gözlerinin önünde.

Yaşayamadığı çocukluğu, babasının onları terk etmesi, başka bir aile kurması, ruhunda derin yaralar açmıştı. Annesi geçimini devam ettirmek için yeniden evlenmiş, kendine yeni bir hayat kurmuştu. Öz babasından göremediği sevgiyi, ne ironiktir ki üvey babasından da görememişti. Bu zamanlarda kendine söz vermiş, hayatta hiçbir zaman annesine benzemeyecek, bir erkeğin esareti altında yaşamayacaktı. Saye, otuz beşine yeni girmiş çekici, alımlı bir kadındı artık. Bu zamana kadar hayatına girip çıkan erkekler olmuştu da  bir aile kuramamıştı bugüne dek. Yaşıtlarının kendi boyunca çocukları vardı. Eksikliğini hissettiği tek şey bir çocuğunun olmamasıydı belki de. Kendine benzeyen eksikliklerini üzerinde tamamlamak istediği bir çocuk dünyaya getirmek istiyordu. Zaten böyle değil midir insanlar?

 Yaşayamadığı duyguların esiri olur insan, kendine benzeyen ve çok da farklı olmayan yeni bir beden yaratır. Geçmişinin karanlık gölgesinden kaçıp yeni bir şehre gelen Saye, yeniden yaşanmışlıklarının içinde kaybolduğu için kendine kızdı. ‘İnsanın dönüşümü zihnindedir.’ diye geçirdi aklından. Sınırlar çizerek insan yine en büyük kötülüğü kendine yapar. Bu şehre, kendini gerçekleştirmek için gelmişti. Kafasını topladı ve yıllardır duygularını anlattığı günlüğünü eline aldı. Bir şeyler karalamaya başladı. Ruhu tekrar bunalana kadar yazdı, yazdı… Nice sonra kendini dışarıya attı. Amaçsızca yürürken aradığı cevapların bir kısmına ulaştı. Bütün mutlu insanlar, çocuklar mutlu ailelerin eseriydi. Sahip olduklarımızla yetinmeyip daha fazlasını istediğimiz içindir belki de mutsuzluğumuz. İnsan mutluluğu önce içinde keşfetmeli. Bir yerden bir yere göçmek, kuşların işi sonuçta. Kuş gibi özgür olmak da bizim işimiz. Belki de kaybolmak istediğim için bu kalabalık şehri seçmiştim ve Orhan Veli’nin İstanbul’u dinlediği gibi dinlemek istemiştim İstanbul’u. Ancak Ahmet Haşim’in şiirleri gibiydi örselenmiş ruhum. İnsana iyi gelecek şey, yaşadığı yeri değiştirmek değil, zihnini boş levhaya dönüştürmekti. Sütten yeni kesilmiş bebek masumluğuna geri dönebilmekti. Sanırım bu yüzdendi yeni doğmuş çocuklara hassasiyetim.

Tanıdık bir yüz yerleşmiş kolyeye. Oldukça tanıdık hem de. İnsan geçmişiyle de karşılaşırmış demek yıllar sonra. Belki istemese de. Konuştukça tanıdık bir sese iliştiğini fark etti, kolyedeki fotoğrafın geçmişinden bir merhabayı şu ana, şimdiye taşıması ne garip.

Tesadüflere her zaman inanırdı. Uğruna onları terk ettiği kadını ve ondan olan kardeşlerini görmüştü. Babası onları terk ettiğinde eksik kalmıştı ve şimdi de kardeşleri aynı eksikliği yaşıyordu. Ancak babasının ölümü onda hiçbir his uyandırmadı. Aynı kader, Faraz’ı ve çocuklarını yakalamıştı. İçi acıyla doldu. Saye, med-cezir ruhunun depreştiğini hissederek kararını verdi. Yüreği gibi kırık dökük eşyalarını çantasına yerleştirdi, ruhunun üşüdüğünü ve sıcak yerlere gitmek için odadan çıktı. Çünkü hayatın anlamını arayan insanlar olduğu yerde duramazdı. 

Onun bedeni değil ruhu göçebeydi ve yine yollara düşmüştü sonunda.