BİR PARÇA/Gülru ÖZTUNÇ

Öylece oturmuştu. Oturmaktan çok çökmüştü yere. Toprak olmuştu her yanı, yüzü gözü toz toz. Gözümüzün önünde giderek yiten karaltının üzerine bir eliyle aldığı toprakları atıyordu sakince. Sanki kum havuzunda oynayan bir çocuk... Bir elindeyse sedef kolyenin zinciri kederle sallanıyordu boşluğa. Boşluğun içine, derine, en derine.

Gel hadi, dedim. Elimi omzuna koydum. Rüzgara kapılmış kuru bir dal gibi titriyordu. Gidelim artık. Bak, herkes gidiyor...

Başını kaldırıp bana baktı. İki damla gözyaşı yol yol aktı. Neden? dedi, yeniden. Eğilip boz rengi tümseği bir daha öptü. Bilmiyorum belki de kokladı. Birden doğrulup kalktı. Bir şeyler söyledi. Sanki veda eder gibiydi. Ya da bana öyle geldi. Ağaçlıklı yoldan aşağı doğru inmeye başladı. Arkasından yürüdüm sessiz adımlarla...

Al işte, dedi Ella birden arkasını dönüp.

Onun arkasından iki yeni yetme gibi yürüyorduk sahilde, ellerimiz ceplerimizde. Belki de öyleydik. Yaydığı ışıktan gözümüz kamaşırdı hep. İçindeki çoşku sersem ederdi. Onun yanında hep biraz huzursuz olurdum belki de bu yüzden. Capcanlıydı. Hadi derdi ansızın, tepeye çıkıp güneşi batıralım. Kumsalda ateş yakalım... Gelincik tarlasına gidelim... Hep O isterdi biz de yapardık. Göle yüzmeye giderdik. Mesireye çıkar, piknik yapardık. Körebe oynardık zeytin ağaçlarının loşluğunda. Yorulup kendimizi bırakınca boylu boyunca toprağın serinliğine, saçlarımız birbirine değerdi. Hep üçümüzdük. Ella, Mehmet ve Ben. Başımızın üstündeki gökyüzü ağaçların arasından bir görünüp bir kaybolurdu. Orada öylece yatarken kim bilir neler geçip giderdi içimizden. Sonra, işte, derdi heyecanla bir bulutu gösterip. Aynı dondurma arabası. Bu demekti ki hadi gidip dondurma alalım. Mehmet`le bakışır, bir gülmedir tuttururduk. Çocuk da değildik ama daha büyümemiştik de o zamanlar. Sonra birden geçip gitti o günler. Hepimiz ansızın büyüyüverdik.

Al hadi, dedi yeniden,ısrarla. Yüzündeki ışık gözlerimi kamaştırdı. Bocaladım, tökezledim, uzanamadım bir türlü. Uzanıp alamadım. Elinde tuttuğu kolyesini uzatıp Mehmet`e verdi. Benim bir parçam hep kalsın istiyorum, dedi ellerini heyecanla kavuşturup kalbine bastırarak. Ama hep..

Sonsuza kadar. Söz mü? Sarılıp yanağından öptü. Adımlarımı yavaşlatıp onların biraz gerisinde, zifiri gölün üzerindeki yıdızları saydım.

Söz...

O yazlar geçti. Sonbaharlar da. Ella yine, hadi uçurtma uçurmaya gidiyoruz diyordu bir sabah erkenden. Aksamüstleri sahil kalabalıklaşınca kapının önünde avazı çıktığı kadar, dondurma arabasını kaçıracağız senin yüzünden uyuşuk, diye bağırıyordu. Öylece bakıyordum arkalarından. Mehmet`in elini tutuşuna, mavi çiçekli etekliğinin savruluşuna... Pikniğe gidiyorduk bazen yine eskisi gibi. Üçümüz. Körebe oynuyorduk yine. Ebe en çok ben oluyordum. Leylek uğurlamasına çıkıyorduk hasatta. Bütün kasaba leylek uğurlamasında yamaçtaki mesirede. Leylekler gölün üstünde toplanırdı önce, yüzlercesi, binlercesi ama. Dünyanın bütün leylekleri orada sanırdım. Orada bizim gölümüzün üzerinde. Aheste aheste dönerlerdi rüzgara karşı. Sonra aniden çember kırılırdı bir yerinden. Ve işte o zaman leylek uğurlamasına çıkmış bütün kasaba, çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı bir alkış bir bağırış. Ortalık düğün bayram yeri. Sonra leylekler sanki gölü ve bütün göl halkını selamlarcasına son bir tur atıp, tepelerin üzerinden kanat çırparak yitip giderlerdi. Biz de her zaman ki yerimizde bütün olup biteni seyrederdik. Ella her seferinde sızlanırdı, tatlı dudaklarını büzer, suratını asardı. Ya bir daha gelmezlerse, gelmeyi unuturlarsa... Yine bakışırdık Mehmet`le. Ama gülmezdik eskisi gibi çoşkuyla. Eskisi gibi olsun istiyorduk ama olmuyordu bir türlü. Çocuk kalalım istiyorduk, olmuyordu...

Mehmet askere gitti o kış. Çok uzağa hemde. Çok aradım arkadaşımı. Yokluğu didikliyordu içimi. Oysa burdayken gitsin isterdim. Babasının ilçedeki yağ fabrikasında çalışmaya gider belki diye düşünürdüm. O zaman belki Ella da...Kahveye yalnız gidiyordum artık uzun kış gecelerinde.. Yazlıkçılar gidince sahilin boşalması gibi boşalıvermişti bir tarafım. Bir tarafımsa... Ella nerdeyse her gün uğrardı. Hep bir şey uydurup atlatır olmuştum. Her seferinde ışıklı gözleri söner, bir şey demeden giderdi. Suskunluğum etime batarken beynim durmadan kanlı cinayetler işliyordu. Ruhum sallanıyor, yalpalıyordu. Buna bir türlü ayak uyduramayan bedenimse kırık dökük kelimelerin arkasına saklıyordu katilleri artık. Askerden dönünce evlenirlerdi kesin. Mehmet`le kavga etmişti bir seferinde. Sen benim şahidim olacaksın diyordu ısrarla. Mehmet`se hayır diyordu kolunu omzuma atarak. Benim tek arkadaşım o, demek ki benim şahidim olacak.

Katil bir kırık kelimenin daha arkasından göz kırpıyordu...

Evlendiler. O yılki leylek uğurlamasından hemen sonra. Son kez ağlamıştı leylekler için. Düğünden sonra ilçeye taşındılar. Mehmet babasının yağ fabrikasında çalışacaktı. Onlar gittikten sonra neredeyse hicbir şey kalmamıştı benim için. Aylak aylak geziyor, eskiden hep üçümüzün gittiği yerlerde dolaşıyordum başıboş köpek gibi. İlçeye gittiğimde uğruyordum onlara. Ella`nın gözleri ışıyor, sımsıcak sarılıyordu. Çok bunalıyorum diye dert yanıyordu, onun için getirdiğim gelincik likörünü yudumlarken. Yine aynı gelincik tarlasından mı? Yanakları al al Ella`nın. Gözleri, gözleri ne bileyim sanki biraz sönükleşmiş. Mehmet ilçeye yerleşmem için ısrar ederdi hep. Gelsen şu inadı bırakıp da, hem böyle ayrı gayrı...

Dönerken her şeyi içimdeki kör boşluğa bırakıyorum. Bir bıçak yarası geçiyor ruhumun orta yerinden.

Terli uykumdan uyanıyorum gecenin bir vakti. Sıcaklar erken bastırınca yazlıkçılar da yavaş yavaş gelmeye başlamışlardı. Göl de siyah perdesini aralayıp maviliği kuşanmaya. Yayına çıkıyordum bazı günler. Tan olmadan göle inip balıkçılardan birine yoldaş oluyordum. Hafif bir rüzgar yokluyordu perdeyi. Ella`nin yüzü bir görünüp bir kayboluyordu camda. İcimde bir ufunet. Ne yapsam geçiremiyorum. Kalkıp göle iniyorum. Yıldız yok. Göl kapkara, zifir. İyiye yormazlardı hiç. Eleni yengem, gölün yüzü dibi gibi karardıysa hayırlara gelsin diye o upuzun tespihiyle dolaşırdı bütün bir gün. Öğle olmadan döndük yayından. Göl hala kara peçesiyle duruyor karşımda öylece... Kimse yüzüme bakmıyor yolda. Herkes pus gibi sessiz. Bütün kasaba sus olmuş. Sonra bir kor düştü gökyüzünden. Beni yaktı. Kasabayı yaktı. Zeytinlikler tutuştu dal dal. Leylekler alevlenip göle düştüler tek tek. Boğazımdan kopan çığlıkla kızıla bulandı bütün göl...

Ben daha yakındım ölüme oysa. Ona yakışmazdı hiç. Kederle yıkanmış bir rüyadan uyanıyorum her sabah. Bulutlar geçiyor gölgelerini yüzüme bırakarak. Her sabah gözyaşlarıyla yıkıyorum kimsesiz yüzümü. Dayanırım zannediyorum ama her gün ben de biraz daha ölüyorum.

Bir yıl sonra gidip Mehmet` i gördüm. Yaşlanmış sanki, saçları beyazlamış tutam tutam.

Kaybettim dedi, Salih`in yerinde rakısını kafasına dikip.

Kolyeyi de kaybettim...

Ella`nın sesi yankılandı renksiz köhne duvarlarında meyhanenin. Cıvıldaşan, gülen sesi. Söz mü?...

Söz.

Kalktım masadan. Tahta sandalyeler bağırıştılar arkamdan. Mehmet bir türkü tutturmuş inceden, farkında değil. Sokaklar boş, karanlık. Nereye gidiyordum böyle? Nereye doğru sürüklüyordu beni bu sarhoşluk? Uyurgezerler gibi yürüyorum. Bir kürek bir de kazma lazım. Nalburun kapısını kırıyorum iki omuzda. Aç bir ayı kadar güçlü kollarım. Mezar taşları ay ışığında fısıldaşıyorlar ardım sıra. Ella`nın kokusu dolaşıyor kuytularda. Sabaha karşı Mehmet hala masada. Diğer başıboşlar, aylaklar, aşıklar, kaybedenlerle birlikte. Her şeye içilen boş kadehler, yarısı yenmiş yarısı kokuşmuş mezeler, terden, kederden puslanmış, sırı dökülmüş aynalar ve kısık sesli yanık türküyle beraber. Beni görünce irkildi. Uykusundan yeni uyanan bir çocuk sanki. Ağlamış. Sarhoş. Geldin mi sonunda diyor. Geldin mi?

Karşısındaki tahta sandalye beni beklemiş bütün gece. Yerim hala sıcak. Bak, diyorum. Toprak dolmuş tırnaklarım, ellerim kanlı birer pençe. Kanlı tere batıp çıkmışım. Yüzüm gözüm toz toz. Tahta masanın ortasına kolyeyi bırakıyorum....