09 Apr
09Apr

Düzlükten aşağıya yürüyordu. Karayel sol tarafına vurdukça, adımlarını hızlandırdı. Bir an önce denize varması gerektiğini tekrarlayıp duruyordu. Onu orada bıraktığına inanamıyordu. İnanamadığı bir şey daha vardı; kestirme olsun diye hiç bilmediği yoldan denize ulaşmaya çalıştığı..

Güneş batmadan varmalıydı. Düzlüğü bitirdiğinde, aşağının bir uçurum olduğunu çaresizlik içinde görmüştü. Güneşin batmakta olduğunu fark ettiğinde artık çok geçti. Ona ulaşmasının imkanı yoktu. Bu koydan uzak kalmasını defalarca söylemişlerdi. O, bu sözlere kulak asmadığı için bin defa pişmandı şimdi.

Uçurumdan yuvarlandığında, hayatı bir film şeridi gibi gözünün önünden geçti. Meğer çok şeyi ertelemişti. Sanki bin yaşına kadar yaşayacakmış gibi. Oysa herkesten duyduğu şey, hayat üçgündür. Dün geçti, yarın meçhul, sadece bugün var. Hayat koşturmacası içinde, istediği gibi yaşamayı unutmuştu. Eşinin erken ölümüyle, iki çocuğunun sorumluluğunu tek başına üstlendiğinden, işyeri, ev, okul üçgeni onun hayatının tamamı olmuştu. Zorlukların üstesinden gelerek, çocuklarını büyütmüş, her ikiside birer meslek sahibi olmuştu. Kızı evlenmiş, oğluda yakında yuvasını kuracaktı. Bir başına kalacaktı artık. Arkadaşları sürekli birini bulmuştu ama, o elinin tersiyle reddetmişti. Ne büyük ahmaklık yaptığını şimdi anladı. Daha yaşlanmamıştı. 

Kırk üç yaş bazı insanlar için hayatın başlangıcı sayılırdı. Neden o da başlangıç yapmasındı. Ama el alem ne der? O ne der? Bu ne der? diyerek. Başkalarının fikirleriyle yaşarken, kendi fikirlerini sümen altı etmişti. Şu üç günlük dünyada onunda mutlu olmaya hakkı yok muydu? Hayat ve ölüm arasındaki o ince çizgide anlamsız şeyler geliyordu aklına. Dün akşam lahana sarması yaparken kat kat lahanayı açmıştı. İnsanın duygularınında aynı lahananın katları gibi olduğunu düşündü. Üst katı dışardan görünen, orta katı günlük ve geçici duygular, en içteki en derin duygulardı. Onlar çok kırılgan olabiliyordu. 

Dokunmaya açmaya korktuğumuz, o duygular... Ne tuhaf iş, şu an boşluktan aşağı düşerken akla gelinecek şey mi bu? İki gün önce işyerinde kalbini kırdığı arkadaşının yüzü geldi gözünün önüne. Değer miydi şimdi? Pişman olmuştu da ne çare. Düzeltmek, özür dilemek için fırsatı da olmamıştı. Kaç zamandır müdire hanımının kolunda gördüğü o pahalı çanta geldi aklına. Alamayınca içinde uhde kalmıştı. Yeni evlenen kızı ve evlenmek üzere olan oğlu aklına geldi. Kızı gelinliğinin içinde bir peri kadar güzeldi. Sonra bebekliğinde ne kadar yaramaz olduğu geldi gözünün önüne, geceleri hiç uyutmazdı onları. İlk göz ağrısı tatlı kızı artık yuvadan uçmuştu. Oğlu ise onun aksine, sessiz uslu bir çocuktu. Ancak ergenlik dönemlerinde hayatı ona zehir ettiğinden  babasız bir erkek çocuğu büyütmenin bir cehennem azabı olduğunu hatırladı. Sonra eşinin gülen çehresi geldi gözünün önüne. 

Kavuşmaya az kalmıştı. Aşağıdaki sarı ve kızıla çalan kayalıkların, hızlıca ona doğru geldiğini sanıyordu. Oysa kendisinin taşların üzerine düşmek üzere olduğunu ve sonunun geldiğini biliyordu. Yaşadığı bu kısa an sanki saatlerce sürmüştü. Bedeninin kayalıklara değdiği anda, büyük bir gürültüyle bağırdı. Oğlu içerden seslendi.” Korkma anneciğim, tencereyi düşürdüm” dediğinde hâlen etkisinden kurtulamadığı kabusu yaşıyordu. “Ah şükürler olsun rüyaymış.” dedi büyük bir mutlulukla. 

Yatağının içinde bulunan kitabın ayraçlı bölümünü açtı ve tekrar okuduğunda, etkisinde kaldığı uçurumun rüyasına girdiğini anladı. Yatağından çıkıp lavaboya gidip yüzünü yıkarken, aynada yüzünü dikkatlice inceledi ve “Bir başlangıç yapmak için hiç de geç değil” dedi kendi kendine gülümserken. Yarın ilk işi içinde uhde kalan şeyi gerçekleştirecekti.

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.