Modernizm, Öteki ve Roman: Yazarlardan Çağa ve Şiddete  Dair  Sorular/Erinç BÜYÜKAŞIK


Edebiyat, insan deneyimini anlama ve ifade etme yolunda bir pusula gibidir. Her çağ, kendi özgün sorgulamaları ve sorunlarıyla gelir. 20. yüzyılın başlarında, modernizm adını verdiğimiz edebi hareket, geleneksel anlatı tekniklerini sorgulayarak insan deneyimini derinlemesine inceledi. Ancak modernist yazarlar, sadece "öteki" kavramını sorgulamakla kalmadılar; aynı zamanda çağlarının şiddet ve savaş izlerini de eserlerine taşıdılar.

Modernist hareketin öncülerinden biri, "öteki" kavramını merkeze alan bir dönemdi. "Öteki", toplumsal dışlanma, ayrımcılık ve yabancılaşma gibi pek çok yönü içeren bir kavramdır. Modernist yazarlar, ötekinin deneyimlerini anlatarak onları daha görünür kılmayı ve toplumsal değişimi teşvik etmeyi hedeflediler. Ayrıca, modernist yazarlar, ötekinin bakış açısını merkeze alarak onların insanlıklarını vurguladılar. Bu, modernizmin temel amaçlarından biriydi. Bunu daha da derinleştirmek için Franz Kafka'nın "Dönüşüm" eserinden bir alıntı ekleyebiliriz:

"Gregor Samsa bir sabah tuhaf bir rüya görmüş, uykusundan uyandığında kendini bir böceğe dönüşmüş olarak bulmuştu. Bu dönüşüm, hem kendi içsel çatışmalarının bir yansıması hem de çağın anlamsızlığına karşı bir isyandı.”

Modernist romanlar, çağın şiddet, savaş ve toplumsal çatışmalarının izlerini taşıdı. Özellikle  Kafka, Dostoyevski ve Albert Camus gibi yazarlar, bu izleri kahramanları aracılığıyla aktardılar.

Şiddete Dair Yazarca Yakarış

1791 yılında, Jeremy Bentham'ın kaleminden çıkan Panoptikon, sadece sayfalardaki harflerle değil, toplumu gözetleme anlayışını kökten değiştiren bir kavramla ortaya çıktı. Hapishane hücrelerindeki mahkumları gözleyen merkezi kule, sadece bir mimari tasarım değil, aynı zamanda bireyin bilinçaltında oluşturulan bir gözetim tehdidiydi. Bentham'ın bu düşünce oyunu, gözetimle disiplini, disiplinle de toplumsal kontrolü birleştiren bir manifesto gibiydi. Foucault, 1975'te yayımlanan "Hapishanenin Doğuşu" eserinde, Panoptikon'un sadece hapishanelerde değil, hayatın pek çok alanında var olan bir yapı olduğunu savunur. Gözetim, Foucault'ya göre sadece gözle görülen bir süreç değil, aynı zamanda toplumsal bilinçaltında var olan bir iktidar aracıydı. Gözetilen birey, gözetim altında olduğunu bilmese de sürekli bir gözetim tehdidi altında yaşar, bu da onu belirli bir davranış biçimine iten bir güçtür. Foucault, bu durumu modern toplumun genelleşmiş bir disiplin sembolü olarak değerlendirir (Foucault, 1995: 216).Franz Kafka'nın tuhaf ve düşündürücü dünyası, "Dönüşüm" ve "Dava" gibi eserlerinde bireyin beklenmedik dönüşümünü ve çaresizliğini işler. Kafka'nın kahramanları, toplumları tarafından izlenen ve kontrol edilen bireylerdir. Bu eserler, fiziksel gözetimin ötesine geçerek bireyin içsel dünyasındaki yabancılaşmayı ve güvensizliği de yansıtır.Albert Camus'un "Yabancı" adlı eseri, Meursault'un duyarsızlığı aracılığıyla toplumun beklentilerine karşı çıkmanın ve normlara meydan okumanın öyküsünü anlatır. Camus'un eserleri, bireyin toplumsal gözetim altında yaşadığı yabancılaşma duygusunu derinlemesine keşfeder. Bu eserler, varoluşsal çıkmazlarla başa çıkma çabası içinde sıkışan insanın içsel sorgulamalarını temsil eder. Kafka ve Camus, okuyucularını düşünmeye ve sorgulamaya yönlendiren birer düşünsel yol haritası sunar.

Modern Katilin Doğuşu ve Ruh Hâli

Albert Camus'nün "Yabancı" adlı eserinde Meursault'un yabancılaşmışlığı ve anlamsızlık duygusu, Dostoyevski'nin Yeraltı Adamı'nın agoraya inmesiyle paralellik gösterir. Meursault, toplumun normlarına uymama ve duyarsızlıkla karakterize edilir. Yeraltı Adamı da yer üstündeki yaşama uymama eğilimindedir; catacombedur, kendisine sığınabileceği bir yerdir ve orada toparlanarak yeniden yüzeye çıkmayı umar.Dostoyevski'nin eserinde, Raskolnikov'un suç işleme dürtüsü, çağının ve ortamının bir ürünüdür. Çernişevski'nin Kristal Sarayı'na karşı başkaldırısı, modernizmin üç boyutlu bakışına meydan okur. Yeraltı Adamı, isteklerini takip etmeye ve risklere rağmen eyleme geçmeye hazır olduğunu gösterir. Raskolnikov ise suçu meşrulaştırarak, subaya karşı çıkarak ve içsel şiddetle boğuşarak farklı bir noktada durur.

Raskolnikov'un suçu, kadınları öldürme nedeni tam olarak anlaşılamamıştır. Ancak suçu işleme nedenleri arasında güç, servet, para veya ideolojik ispat bulunmaz. Raskolnikov, çağının ortamının etkisi altında, meşrulaştırıcı nedenleri yanına alır, ancak bunlar onun için yeterli değildir.Dostoyevski'nin eseri, referans kaynaklarını yitiren bir insanın radikalleşme sürecini ve şiddeti nasıl meşrulaştırabileceğini anlatır. Modern teröristlerin psikolojisi, Meursault'un duyarsızlığı, Yeraltı Adamı'nın isyanı ve Raskolnikov'un içsel çatışması gibi karmaşık duyguları içerir. Tarrant gibi teröristler, manifesto bırakarak, ortamı mesaj olarak kabul eder ve kendilerini birer kurban olarak görerek aynı sistem içinde bir döngüye girerler.

Franz Kafka'nın eserlerinde, insanın varoluşunun absürd ve anlamsız doğasına odaklanılır. Özellikle “Dönüşüm”de, başkarakter Gregor Samsa'nın içsel çatışmaları ve yabancılaşması, çağın anlamsızlığının bir yansımasıdır. Ayrıca, Kafka'nın eserlerinde toplumsal normlara ve otoriteye karşı çıkan bireylerin deneyimleri şiddet ve otoriterlik temalarını vurgular. Bunu pekiştirmek için Kafka'dan başka bir alıntı ekleyebiliriz:

"Aynı insanlar aynı kuralların kendileri için ne kadar anlamsız olduğunu anlamalıdırlar.”

Fyodor Dostoyevski, modernizmin öteki temasıyla birleştirildiğinde, "Suç ve Ceza" gibi eserlerinde suçlu bir öteki karakterin iç dünyasını inceleyerek onun insanlığını vurgular. Dostoyevski, aynı zamanda toplumsal şiddetin nedenlerini ve sonuçlarını irdeledi. Şiddetin insanların ruh hâli ve toplumsal değerler üzerindeki etkileri eserlerinde görünürdür. Dostoyevski'den bir alıntıyla bu fikri pekiştirelim:

"Bir suçlu için adalet ancak suçlunun iç dünyasında bulunabilir.”

Albert Camus, modernizm ve varoluşçuluğu birleştiren önemli bir yazar. Camus'un kült romanı "Yabancı"sında başkarakter Meursault, savaş sonrası dönemin yabancılaşmasını ve anlamsızlığını yansıtır. Savaşın yarattığı travma ve toplumsal kopuş, kahramanın içsel dünyasına yansır ve Camus'un eserlerinde vurgulanan şiddet temasını destekler. Camus'dan bir alıntıyla bu düşünceyi güçlendirelim:

"Hiçbir şeyin anlamı yok, hiçbir şey önemli değil, bu yüzden her şey serbest."

Albert Camus, dünya savaşının travmatik etkilerini, İspanya İç Savaşı'nın acı yenilgisini, Moskova'ya yönelik hayal kırıklıklarını, ulusal komünist partilerle yaşadığı çatışmaları ve boğucu iktisadi-kültürel atmosferi yaşamış bir bireyin perspektifinden ele alır. Camus, bu zorlu dönemde bireyin hayatını olumlaması için geçici de olsa dünyaya sırtını dönmesinin önemine vurgu yapar. Ona göre, Descartes'in "düşünüyorum, o halde varım" yargısını "başkaldırıyorum, o halde varım" yargısıyla güçlendirmek, bireyin yaşamını haklı çıkarmak, ölüme değil hayata yönelmek ve zihinsel çöküntüsünü aşmak için çıplak bir gökyüzü olan bir "çöl" bulmak gereklidir.Bu tutum, sadece yüzeysel bir bakışla siyaseten bir tür "firar" gibi görülebilir. Ancak, bu bakış açısı yeterli değildir. Öncelikle, bu tutumu Fransız olmamak için değerlendirmek gereklidir. Örneğin, Sartre'ın "cehennem" metaforu, Malraux'nün "bilincin çölü" veya Camus'nün "çöl" benzetmeleri sadece estetik ve felsefi metaforlar değildir. Bu tür yüksek voltajlı ifadeler, tarihsel bağlamın etkilerini taşır; toplumsal, siyasal ve kültürel krizlere bir tepki olarak ortaya çıkar. Bu mecazlar, salt keyfi ve duygusal değil, aynı zamanda zorunlu ve siyasi bir nitelik taşır. Camus'nün çağının zorluklarına karşı duruşu, sadece bireyin içsel bir kaçışı değil, aynı zamanda toplumsal gerçekliklere meydan okuyan bir duruşu temsil eder. Bu, sadece bireysel bir firar değil, aynı zamanda sistematik bir eleştiri ve direnişin bir ifadesidir.


Savaş ve katliamlar, insanlık tarihinde en karanlık anılarına işlemiş, acıların ve yıkımın sembolleri olmuştur. Ancak bu travmatik deneyimler, aynı zamanda edebiyatın güçlü bir ilham kaynağı olmuştur. Edebiyat, savaşın ve katliamların insan deneyimini anlama ve ifade etme yolunda önemli bir rol oynamıştır.

Savaş ve katliamların izleri, edebiyatta farklı şekillerde kendini gösterir. Savaş, birçok savaş romanının ve hikayesinin merkezinde yer alır. Özellikle I. ve II. Dünya Savaşı sonrası dönemde, savaşın yıkıcı etkilerini ve insanların deneyimlerini anlatan eserler büyük ilgi görmüştür.

Ernest Hemingway'in "Çanlar Kimin İçin Çalıyor" ve Leo Tolstoy'un "Savaş ve Barış" gibi eserler, savaşın dehşetini anlamak için edebiyatın gücünü kullanır. Ernest Hemingway'den bir alıntıyla bunu aktarmak gerekiyor bu noktada: 

"Savaşın ortasında insanların nasıl hayatta kaldığını anlamak, bir yazarın en büyük görevidir.”

Savaş sırasında veya sonrasında yaşanan deneyimlerin öznel bir şekilde ifade edildiği anılar ve günlükler, savaşın insana olan etkisini açığa çıkarır. Anne Frank'ın "Anne Frank'ın Hatıra Defteri"  ve  Primo Levi'nin "Bir Otomobilin Son Günü" gibi eserler, savaşın şahitleri olarak insanların hikayelerini kaydeder. Primo Levi'den bir alıntıyla bu fikri pekiştirmek uygun olacaktır:

"Savaşın insan üzerindeki etkisi ölçülemez. Ancak savaşı yaşayanlar, bu etkiyi anlamak için sözler bulmaya çalışırlar.”

Savaş ve katliamların ardından ortaya çıkan şiirler ve edebi denemeler, duygusal derinlik ve düşünsel bir boyut sunar. Wilfred Owen'ın "Dulce et Decorum Est" gibi şiirleri, savaşın vahşetini dile getirirken, Jean-Paul Sartre'ın "Varoluşçuluk Nedir?" gibi eserleri savaş sonrası bir toplumun travmasını işler. Wilfred Owen'dan bir alıntıyla bu düşünceyi güçlendirelim:

"Savaşın cehennemini yaşayanlar, savaşın anlamını en iyi anlayanlardır.”

Ernest Hemingway, Leo Tolstoy ve Jean-Paul Sartre gibi büyük yazarlar, savaşın ve katliamların anlatısına önemli katkılarda bulunmuşlardır. Savaşın yıkıcı etkileri ve insanların direnişi, bu büyük yazarların eserlerinde derinlemesine işlenir ve okuyucuları insan deneyimini daha iyi anlamaya yönlendirir. 

Ernest Hemingway, savaşın ardından yaşanan travmayı ve insanların ruhsal çatışmalarını "Çanlar Kimin İçin Çalıyor" gibi eserlerinde cesurca ele almıştır. Hemingway'in dilindeki sadelik, savaşın karmaşıklığını yansıtarak okuyuculara derin düşünceler sunar. Leo Tolstoy, "Savaş ve Barış" adlı epik romanında savaşın gerçek yüzünü gözler önüne serer. Savaşın yıkımının yanı sıra insanların içsel çatışmalarını ve ahlaki sorgulamalarını derinlemesine inceler. Jean-Paul Sartre, varoluşçuluk felsefesini kullanarak savaş sonrası dönemin insanlarının özgürlük ve sorumluluk konularını irdelemiştir.

Savaş ve katliamlar, insanlığın en karanlık anılarıdır. Ancak bu trajik olaylar, edebiyatın gücü sayesinde insan deneyimini anlama ve ifade etme yolunda bir araç hâline gelir. Edebiyat, savaşın ve katliamların insanların ruhlarına ve toplumlarına nasıl zarar verdiğini anlamamıza yardımcı olur. Aynı zamanda, gelecekte benzer felaketlerden kaçınma umudu taşır. Edebiyat, insanlığın acısını ve dayanıklılığını yansıtan bir aynadır ve bu nedenle savaşın ve katliamların ışığında önemli bir rol oynar. Büyük yazarların katkısı, bu trajik olayların anlatısını zenginleştirir ve insanların geçmişten ders çıkarmasına, acıları anlamasına ve geleceğe umutla bakmasına yardımcı olur. Edebiyatın bu büyülü dünyası, savaşın izlerini taşıyan bir ayna gibi insanlığın önüne konur ve insanların geçmişi anlamasına, şimdiyi anlamasına ve geleceği şekillendirmesine yardımcı olur.

Ez cümle tüm bu metinler ve yazarlar ışığında şiddetin tasviri ve varoluşun "yok ediş"le teması açısından şunları ifade etmek de mümkün. Temelde modernizm, öteki kavramını vurgulayarak edebiyatta önemli bir dönüşümü temsil ederken aynı zamanda çağın şiddet, savaş ve toplumsal çatışmalarının izlerini de taşıdı. Modernist yazarlar, kahramanları aracılığıyla bu izleri derinlemesine incelediler ve insan deneyiminin karmaşıklığını yansıttılar. Bu temalar, okuyuculara çağın gerçeklikleriyle yüzleşme fırsatı sundu ve insanlığın anlamsızlık, yabancılaşma ve içsel çatışmalar gibi evrensel sorunlarını derinlemesine düşünmeye yöneltti. Bu nedenle, modernizm ve edebiyatın gücü, çağın çalkantılarına ve insanların deneyimlerine ayna tutma amacını başarıyla gerçekleştirdi. Bu ayna olma hâli temelde <span style="caret-color: rgb(184, 49, 47);"><em>vicdanın başkaldırısı olarak da tazehür edebilmiştir.</em></span>