Kasım’ın Dünyaya, Dünyanın Kasım’a Görünüşü İzinde Sema Aslan’ın Romanını Okuma Denemesi /Erinç Büyükaşık

Bir romanın izinde okur yolculuğu çoğu kez kahramanın seslerini, metnin izleğini, romanın çatısını doğru kavramakla değerli olmuştur. Sema Aslan’ın “Dünyanın Kasım’a Görünüşü” tam da bu anlamda Cengiz’in izinde Nurcan’ın, Kasım’ın serzenişleri, yakarışları ve direnci anlamında bir yıl öyküsü olarak okunabilecek bir metin temelde.

Badana ustası Kasım’ın kentin herhangi bir gettosu sayabileceğimiz mahallenin Doğan 2 apartmanına boya, badana işleri için yerleşmesiyle başlayan roman, oğlu Cengiz’in cezaevi süreciyle birlikte devletin hukuk, adalet açmazlarıyla yüz yüzü gelişiyle derinleşirken bir zamanlar büyük babasının muhtarlık yaptığı Güzey’e çıkılan yolculuklarla bir yol öyküsüne ister istemez dönüşmektedir. Sessiz, ıssız bir oğlanın “Cengizler” örgütünün başı olduğu iddiasıyla cezaevinde yaşadığı baskılarla birlikte oğlu için adaleti bekleyen bir babanın, annenin seslenişi, hayata dair tutunma çabası iki büklüm kalmış Kasım’ın cezaevi müdürüne dilekçeleriyle insani bir hak arayışına dönüşüverir.

Dünyaya hep korkuyla bakan bir Kasım vardır karşımıza çıkıveren. Dünyanın ona nasıl göründüğünü tartar roman boyunca. Çelimsizliğinden dışarıdan hep iki büklüm görünür diğerlerine. Arada hem kendini hem dünyayı yoklayan Kasım her ne kadar dik durmaya çalışsa da fark etmeden yine bükülüverir ve hatta içine döner çoğu kez. Yağmur dahil her aşırılıktan korkan, alkolik bir insana dönmüştür oğlunun cezaevine atılışından beri. 

Dilekçelerine cevap alamayan Kasım için başlangıçta cezaevinde altına bir döşek, önüne yemek koyan devletin babanın çığlığını duymaması giderek umutsuzlaştırır Kasım’ı. Ancak dilekçelerin arka arkası gelmez elbette. Derdini kendine anlatan iki büklüm Kasım giderek dünyaya seslenmeye, derdine dünyayı ortak etmeye çalışır. Son dilekçesindeki çığlığı tam da bu çığlığın somut hali gibidir. Bu dilekçede şöyle seslenir dünyaya Kasım:

'Başlangıçta tedbirimizi şaşırmış, Cengiz'in altına döşek, önüne yemek koyan Devletin bize de hiç değilse bir cevap vereceğini, yol göstereceğini düşünmüştük. Şimdi, ümidimizi bütünüyle yitirmiş değilsek de, hırpalandığımızı, havasını suyunu bile tanıyamadığımız Güzey'in sırf adı yüzünden poyrazların önüne atıldığımızı bilmeni isterim sayın Bey.”

Cevapsız kalan dilekçelerin izinde Güzey’in nereye düştüğü soruları da beliriverir. Güzey bir hiç gidilmemiş, adeta gidilmesi sakıncalı bir memleket olarak çıkar okurun karşısına. Yalova’da bir türlü iş bulamayan Kasım’ın hiç görmediği “Paris”e benzettiği İstanbul’a gelişiyle Nurcan’ın oğlunun derdine düşmüş anneliği, Kasım’ın ıssızlığı ve giderek öfkeye dönüşen çığlığı cezaevine yazdığı ve yanıtsız kalan dilekçelerle çok daha çetrefil, çözümsüz bir sürecin içine sokar kahramanları. 

Kaybolan, izini aradıkları oğullarının cezaevindeki ölüm orucunda olduklarını işittiklerinde adalet arayışları Kasım’ın dilekçeleriyle çok daha öfkeli bir sese dönüşür. Tam da bir yol öyküsü, “Güzey” e uzanan bir arayışın peşi sıra “adalet”in ve “erk”in “insanda yarattığı değersizlik ve korunaksızlık” duygusuyla Kasım’ın iç sesini dünyaya haykırışa döndürdüğü fark edilebilir kolaylıkla. Herkesin her şeyi bildiği, her şeyin bir sırra dönüştüğü, gerçeği sırra kadem bastığı bu izlekte Kasım’ın şu seslenişi çarpıcıdır:

'Hiç sordunuz mu sayın büyüğüm, benim oğlum acaba sizin bildiğiniz Güzey'e mi gidiyordu, yoksa kendi bildiği, başka bir Güzey'e mi? Belki onun gittiği Güzey'de sizin hiç işiniz yoktur. Belki boşa yoruyorsun, yoruluyorsunuz.'

Cengiz’in aylar geçen duruşmaları, hükmün verilmemesi, dünyanın herkese aynı görünmemesi ve hatta yağmurun herkes için aynı yağmaması Kasım’ın ve bir nice Kasım’ın belki de bu coğrafyadaki en büyük trajedidir sonuçta. Kasım’ın dünyaya bakışını, dünyanın gördüğü Kasım’ın onun iç sıkıntısı, serzenişleri, yakarışları ve çığlığıyla en iyi ifade eden cümleleri romandan şu alıntıyla da aktarmak mümkün hatta:

"Kasım gözlerini ve kulaklarını düzenli olarak dışarıya saldığı için etrafında insanların yaşamakta olduğundan emindi. Her seferinde gözleri bir insana, kulakları bir sese değip kendisine dönüyordu çünkü. Gözüne ve kulağına bir karşılama inlemesi hazırlıyordu o da. O yerlerden başka gözler ve kulaklar da gelir, halini görüp duyarlar diye.”

Yazarın ifadesiyle mekanı bir hafıza mekanı kılma çabasının sonuçlarını gidilemeyen kent, ev ve mahalleliler üzerine kurularak görebildiğimiz romanda 90’ların hafıza canlandırırken rüya bulanıklığında bir yolculuğa da çıkılıyor. Nurcan, Suzan, Kasım ve Cengiz tam da muğlak çizgilerle ve adeta rüya bulanıklığında roman atmosferinin izinde hafıza mekanları 90’ların siyasal manzaraları ışığında haylice sahneleniyor diyebiliriz.