Hafıza, Hakikat ve Yüzleşme: Geçmişle Dans veya Kavga /Erinç BÜYÜKAŞIK

Bir öykü her zaman daha fazla anlatır. Bir öykü, kelimelerin ötesine geçer ve bizi insanlığın derinliklerine sürükler. Psikanalizm, bu öyküyü anlatmanın, insanın en derin hakikatine ulaşmanın bir yoludur. Ancak bu yol, kimi zaman yüzleşme, bellek ve hakikat kavramlarının iç içe geçtiği bir labirent gibi karmaşıktır.

Serbest çağrışımda bireyin elinden geldiğince özgürce, toplumsal kural ve kodlara takılmadan kendini dışavurma niyeti söz konusuyken direncin analizi, hafızanın yeri, tarihsel yüzleşme kavramları bağlamında geri adım atan toplum ve bireylerden söz etmek gerekiyor bugün. Birey, kendi iç dünyasının derinliklerine daldığında, toplumsal normlardan ve beklentilerden uzaklaşma cesareti gösterir. Psikanalizm, bu özgürlüğün bir arayışıdır; insanın iç dünyasının labirentlerini keşfetme isteğiyle yanıp tutuşuruz. Ancak, bu keşif yolculuğunda, direnç ile sık sık karşılaşırız. İçimizdeki bu direnç, geçmiş travmaların, bastırılmış anıların ve korkuların izlerini taşır. Psikanalizm, bu direnci anlamaya çalışırken belleği de mercek altına alır.

Bir açıdan psikanalizin anlatısal veya otobiyografik hayal gücünü serbest bırakmak gayretinin kolektif hafıza adına karşılığının olmayışı tam da yazının konusu olan yüzleşememe ve tarihsel anlatıların içinde sıkışma paradigması yaşayan bireylerin öykülerinden söz açmamız gerektiğini de ortaya koyuyor. Bellekle ilgili kavramların aktarımı bu bağlamda James Joyce’un ‘Sanatçının Portresi’nden, Virginia Woolf’un‘Miss Dalloway’ ve ‘Deniz Feneri” gibi romanlarında çeşitli temsillerle yer alabilmiştir. Hatta E.M. Forster’ın ‘Howard’ın Sonu” adli yapıtı bireyin kırılganlığı açısından arabaların gülüm sürdüğü şehirden uzakta kır hayatına sığınan kahramanıyla “travmatik belleğin” geçmişi yakalamak ve geçmişle barışmak anlamında bir karşılığı olmuştur. Buna benzer kendi edebiyatımızda da Tanpınar’ın “Huzur”, “Mahur Beste”, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”yle karşımıza çıkan metinleri bu sefer uygarlık değişimine dair krizleri yaşayan ve geçmişle yaşanan çağı barıştırma niyetinde olan yazarın bir tezahürü olarak da karşımıza çıkar.

1914 sonrası iki büyük savaşın yarattığı “travma” hâli bellek kültünün savaşlar çağındaki trajik görünümlerine denk düşer. İlk bellek nesli olan Freud, Bergson, Marcel Proust (Kayıp Zamanın İzinde tam da bu barışamama durumunu bellekle içkin kılar.) ardından İkinci Dünya Savaşı sonrası Sartre, Camus gibi yazarların Nazizm, direniş, savaşın kitlesel ölümlerle çevrelenen yüzüne dair daha öfkeli ve varoluşsal soruları başka bir yüzleşmeyi beraberinde getirir.

Unutmaya karşı sanatın, edebiyatın ses verme mücadelesi bir çeşit Donkişotvari girişim olarak görülebilse de bellek patlaması fotoğraflar, resimler, romanlar ve sinema üretimleriyle savaşın sessiz kahramanlarının tanıklıklarını bir şekilde canlı tutma teşebbüsü içinde olabilmiştir. Bu yüzleşme ve tanıklığa dair çarpıcı bir örnek de John Keegan’ın Büyük The Great War and Modern Memory (Büyük Savaş ve Modern Bellek),The face of Battle (Muharebenin Yüzü) ve Eric Leed’in No Man’s And (Tarafsız Bölge) gibi yapıtlarında savaştan dönen askerlerin tanıklıkları, travmaları ve İkinci Dünya Savaşı’ndan Vietnam Savaşı’na bu askerlerin savaş gerçeğine tepkileri olarak da karşımıza çıkar.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından toplama kamplarının tanıklıkları, Holokost gerçeği, Avrupa kıtasının ortasında “soykırımın” tanıkların gölgelerinden çıkıp bir bellek patlaması dahilinde yüzleşilen yeni bir tarih anlatısına dönüşmesi tam da sözünü ettiğimiz “toplumsal bellek”, “yüzleşme” ve Hakikat Müzeleri olarak karşılığını bulmuştur. Bu açıdan ilk kitabı 1947’de yayımlanan Primo Levi’nin (Bunlarda mı İnsan) Periyodik Tablo, Boğulanlar, Kurtulanlar adlı yapıtları Holokost’un ironik ve onurlu seslenişi olarak kitlelere ulaşmıştır. Auschwitz kurbanlarının Kızıl Ordu tarafından kurtarılışı, Alman hükümetinin Holokost anıtı dikerek yas, anma bellek tartışmalarına yeni bir boyut katması elbette <em>“toplumsal bellek” ve “toplumsal travma” kavramları bağlamında dikkat çekici gelişmeler olagelmiştir. Mantık ve rasyonalitenin yitip gittiği Holokost bugün hâlâ düşünce evrenimizde bir kara delik olarak kalmış, tam bir yüzleşmeyle çağdaş dünyada aşılabilmiş bir kitlesel cinayet olarak kolektif bellekte yer edememiştir belki de. Aslında savaşla yüzleşememiş bir insanlık öyküsüne de denk düşer bu durum. Hakikât ve kurgunun bir anlatı düzeyinde sınırlarının belirsizleştiği ve bulanıklaştığı bu noktada “İspanyol” fethinin Güney Amerika özelinde yarattığı soykırım ve “Fatih”in inşa ettiği anlatı adına uygarlaştırma evresinin bir benzerini Güney Afrika’daki etnik temizlik serüveni ve Kuzey Amerika’nın yerli nüfus üzerindeki tahakkümü örnekleriyle görmek mümkündür. Savaşın bilançosunu Vietnam’da travma sonrası stres bozukluğu yaşayan askerlerin tanıklıklarıyla daha görünür kılan durum, Picasso’nun “Guernica” suyla, Charlie Chaplin’in Büyük Diktatör’de “III. Reich” ironisi ve temsiliyle dünya savaşlarının milyonların hayatına mâl olan “faşizm” gerçekliğiyle bir nebze yüzleşilmeye çalışılmıştır kuşkusuz (Picasso’nun Guernica’sı Paris’in Sol Yakası’ndaki atölyenin mahremiyetinde ortaya çıkıp 1937’de Paris Dünya Fuarı’nda izleyicilere sunulunca kişisel bir çığlık ve ifadeden politik bir ifadeye taşınmış, kişisel ağıttan kamusal bir ağıta dönüşebilmiştir.)

Kolektif hafıza, bir toplumun geçmişiyle olan ilişkisini şekillendiren bir kavramdır. Ancak bu hafıza, genellikle tarihi romantize ederek veya idealize ederek aktarır. Toplumlar, geçmişlerini kutsal bir öykü gibi korumak eğilimindedirler. Ancak bu anlatılar, gerçeklerden uzaklaşır ve travmatik olayları göz ardı eder.

Kolektif Hafıza: Kolektif hafıza, bir topluluğun, bir ulusun veya bir grup insanın tarihleri, kültürel mirası ve geçmişleri hakkında ortak bir bilinç oluşturduğu ve paylaştığı bir kavramdır. Kolektif hafıza, bu toplulukların tarihlerini ve kimliklerini nasıl algıladıklarını ve anladıklarını şekillendiren faktörlerden biridir. Bu hafıza, resmi tarih kitapları, anıtlar, anma törenleri, sanat eserleri, müzeler ve gelenekler gibi farklı yollarla aktarılır. Ancak kolektif hafıza, genellikle tarihsel olayların bir tür idealize edilmiş veya romantize edilmiş versiyonlarını içerebilir. İki dünya savaşı sırasında ve sonrasında ortaya çıkan imgeler, savaş mağdurlarının hakkını teslim etme ihtiyacına dönük tüm adımlar, çatışmaların ve travmaların yeniden tahayyülü ve hatırlanma biçimlerinin coğrafyalar, ülkeler özelinde taşıdığı değişkenler tam da sözünü ettiğimi toplumsal ve tarihsel hafızanın travmalarla at başı bir yolculuğu olabildiğin de göstergesidir bir anlamda.

Yüzleşme ise bu idealize edilmiş anlatıları sorgulama cesaretini gerektirir. Geçmişteki hataları ve travmatik olayları açığa çıkarma isteği, insanlar ve toplumlar için zorlayıcıdır. Ancak bu yüzleşme, toplumsal büyüme ve adaletin temelini atar. Sadece geçmişi hatırlamakla kalmaz, aynı zamanda bu geçmişi anlamlandırır ve geleceğe dair daha iyi bir yol haritası çizer.

Hafıza, hakikât ve yüzleşme, insanlığın içsel ve dışsal yolculuğunun ayrılmaz bir parçasıdır. Psikanaliz, bu yolculuğun bir rehberidir, ancak en derin hakikatlerimize ulaşmak için cesaret ve dürüstlük gerektirir. Toplumlar da benzer bir yolculuğa çıkarlar. Tarihsel anılar, travmalar ve hatalarla yüzleşmek, toplumsal büyümenin ve dönüşümün anahtarıdır.

Sonuç olarak, hafıza, hakikat ve yüzleşme, insanlığın kolektif öyküsünün taşıyıcılarıdır. Bu öykü, insanın derinliklerine doğru bir yolculukla başlar ve toplumların geçmişle olan ilişkisiyle devam eder. Bu yolculuk, zorlu ve karmaşık olabilir, ancak insanlığın ortak hikayesini anlamak ve daha iyi bir gelecek inşa etmek için gereklidir. Tarihi bir anlatı, kamusal bir hikâyenin veya yüzleşmenin metinsel hâli olarak irdelediğimizde &nbsp;kolektif travmaların çeşitli "iyileşme" ve "yüzleşme"lerle aşılması bugün adına da oldukça zor görünmektedir.

 *Başvuru kaynağı önerisi :

J.M. Coetzee-Arabella Kurtz "İyi Hikâye-Hakikat, Kurmaca ve Psikoterapi Üzerine Yazışmalar"

Jay Winter, Savaşı Hatırlamak (Yirminci Yüzyılda Bellek ve Tarih Arasındaki Büyük Savaş)