Doğurduğu Çocukları Öldüren Bir Çağdan Geçiyoruz/Emine AYDOĞDU

İçinde yaşadığımız yüzyıl, alnımıza sürülen kurban kanı kadar utandırıcı. Doğurduğu çocukları gözünü kırpmadan öldüren bir çağdan geçiyoruz.

Despotizm

 üç koldan insanlığı kuşatmış durumda: 1. Bedenimizde 2. Ruhumuzda 3. Hem bedenimiz hem de ruhumuz üzerinden bugünü ve yarını yok etmeye çalışmaktadır.

Bedenimiz

Kendinden hoşnut olmayan kadınlar, hırsla ve öfkeyle koşan erkekler, ne yapacağını bilemeyen gençler, doyumsuz çocuklar…

Kadınlar

Genç olmak, güzel olmak, zayıf olmak. Görünme ve gösterilme duygusu içinde. Güzellik, modellerle, yıldızlarla, içi boş ambalajlarla sunulmaktadır. 

Güzellik salonları ve spor merkezlerinin müşterileri her gün artmaktadır. Yaşam, genç ve güzel olmanın etrafında sürekli dönüp durmaktadır. AVM’ler, albenisi yüksek, göz alıcı ve pırıltılı vitrinleriyle neredeyse her ay yeni bir mağaza açmakta, nedensiz bir boşluk içinde dolaşan, zamanı neyle dolduracağını bilmediğinden, onu kolaylıkla öldüren, istenilen ve sunulan kalıba uymak için her şeyi göze alan sefil insanlarla dolup taşmaktadır.


Erkekler

Daha çok para kazanmak için bütün yolları kutsal addederek nereye gittiklerini bilmeden kıyasıya koşmaktadırlar. Yeni bir araba, yeni bir bilgisayar ve yeni bir telefona kavuşarak, metaların getirdiği sanal mutlulukla yetinip, düşünmeden, hissetmeden bir yanılsama içinde var oluşlarını sürdürmektedirler.

Sağlık, başarı, bilinç, güven, gelecek, para gibi günümüzde çokça kullanılan sözcüklerin içeriği, egemenlerce, hesaplı ve bilinçli olarak boşaltılmıştır.

Sağlık; güzel olmak ve genç olmakla eşdeğer tutulmaktadır.

Başarı

Her şeyden üstün olma, herkesi ve her şeyi yok ederek hatta ezerek yükselme, bencillik ve egonun gittikçe itibar gördüğü bir zaman dilimine alabildiğince sıkışmış, dayanışmadan ziyade ezmeye evrilmiştir.

Bilinç

İnançla yer değiştirmiştir. Almış başını gitmiş, nereye gittiğini kimse bilmiyor. Güvensizlik, toplumun kıblesi haline gelmiş; herkes kendine dönük, içine kapanık olarak yaşamaktadır. İnsanların birbirlerine kuşkuyla baktığı bu tedirgin ortam, bilinçli olarak yaratılmış, kendine ve kimseye güvenmeyen biçare ve sefil yaratıklar dünyayı istila etmiş haldedir.


Gelecek

Yazık ki biteviye olarak hep geçmişte aranmaktadır. Geçmişin gölgesinde sıkışıp kalmış bugünü, değiştirmek için hiçbir şey yapmadan sadece suçlayarak yeni bir yol aranmaktadır. Karanlık söylemlerin içine sıkıştırılmış, umuttan yoksun bu düşünce yapısıyla yarının ne getireceğinin “bilinmediği” bir gelecek. Daha iyi bir gelecek umudunun, daha çok çalışarak elde edebileceği düşüncesi, hatta böylelikle özgürlüğe kavuşulacağı söylemi alabildiğince parlatılarak sürekli pompalanmaktadır. (Ne için daha çok çalışacağız?.. Kimin için çalışacağız?.. Daha çok çalışmamız kimin değirmenine su taşıyacak?..)

Çalışmak

Bütün toplumlar, söz birliği etmişçesine sürekli çalışmayı yüceltmekte, onun kutsallığından dem vurmaktadırlar. Nazi kamplarında yazıldığı gibi çalışma, yani emek, kutsanmış, özgürlüğe giden yolun çalışmaktan geçtiği tartışmasız olarak zihinlere kazınmıştır. 

Bunun koca bir yalan olduğunu, bütün ömrümüzü egemenlere satarak öğreniyoruz. 


Para

Tapındığımız yegâne nesne olmaya, kapitalizmin en kullanışla Tanrı’sı olarak her devirdeki şanlı tahtını, doğayı alt-üst ederek ve dünyayı bir yangın yerine çevirerek korumaya devam etmektedir.Paranın sahibi yüce efendilerimiz, bütün bu alçak ve aşağılık düşünce sistemini, beynimizin tamamen körelmesi için dolgun maaşlı uşaklarıyla sürekli manipüle etmektedirler. 

Ruhumuz din denen o güçlü aygıtla bin bir parçaya ayrılmaktadır. İyilik-kötülük, günah-sevap, cennet-cehennem, kader, itaat, kul, şeytan, melek, vs.… Nasıl oturup, nasıl kalkacağımıza ne zaman gülüp ne zaman ağlayacağımıza karar veren, cennet ve cehennemle sınayan, koşulsuz itaate zorlayan, beynimizin nefes alan bütün hücrelerini sakatlayıp, kapalı bir kutunun içine atarak zavallı ve biçare durumuna düşüren çıkmaz bir sokak.

Beden ve Ruhumuz

Otomatizmle hareket ediyoruz. Sorgulanamayan egemen ideoloji, gelenek, görenek ve törelerle körleşmişiz. Sürüleştirilmiş yığınların ahlak ve namus anlayışıyla kuşatılmış durumdayız. Bu kuşatma, bu teslim alınmışlık, bizi ister istemez gönüllü köleliğe götürmektedir.

Bireyin gönüllü olarak teslim olduğu kölelik, toplumu sessiz bir itaatle sarmalamıştır. Hayatımıza ilişkin tüm kurallar başkaları tarafından belirlenmektedir.

Bedenimizde, ruhumuzda, bilincimizde yaratılan bu şiddet sarmalından güzelliğin doğması olası mıdır?

Ana karnına düştüğümüz andan itibaren şiddetle tanışıyoruz. Sonraki hayatımızda, şiddet katmerleşerek artıyor. Soluduğumuz havanın, içtiğimiz suyun, yürüdüğümüz yolun, dokunduğumuz bedenin, baktığımız gözün içinden şiddet fışkırıyor.Beynimize mütemadiyen uygulanan şiddetin ve tecavüzün yanında bedenimize yapılan şiddet ve tecavüz, üzülerek söylemek durumundayım ki çok masum kalıyor.

Kadın ve erkeğin yetiştiriliş biçiminde, şiddetin ve ötekileştirmenin tohumları ilk önce ailede atılıyor, okullarda filizleniyor. 

Egemen ideolojinin kendi bilinciyle oluşturduğu eğitim, din, gelenek ve göreneklerle yinelenerek yeniden üretiliyor. Kışlada erkekleşiyor. ‘Karı gibisin oğlum,’ sözü de dilimize oradan yerleşiyor. Çalışmayla doruk noktasına ulaşıyor. Tabiî ki burada en temel belirleyici öğe din, çünkü dinin kutsiyeti ve dokunulmazlığı var. Diğerleri onun etrafında şekilleniyor. Din, toplumun tüm katmanlarını tamamen kuşatan kutsal bir çember.

 Her şey o çemberin içinde dönüyor. O çember, hayatımızın her alanında tek otorite sahibi olmayı hiçbir koşulda elinden bırakmıyor, böylece, yaşamın en hassas hücrelerine sızarak geleceği kendi kurallarına göre yeniden şekillendiriyor.


Kız Çocukları Nasıl Yetiştiriliyor?

Korunaklı alanları, yaşadıkları evler ve evlerin içindeki işler; yemek, bulaşık, hizmet, ağırbaşlılık, kafanı yerden kaldırma, bekâretine sahip ol, yoksa ortalık malı olursun, aman tek başına bir yere gitme, gece karanlıkta sokağa çıkma, ailesindeki ve çevresindeki bütün erkekler ‘sen bu saatte eve gidemezsin, ben sana eşlik edeyim’ diyerek zaten baştan omurgasını eğip, iradesini sakatlıyorlar. Kadına yapılan taciz, tecavüz ve şiddetin toplum üzerindeki algısı bile ikiyüzlülükle, hatta birkaç yüzlülükle dolu. 

Bakirenin maruz kaldığı şiddet, taciz ve tecavüz, boşanmış-dul ya da bedenini satan kadının maruz kaldığı şiddet, taciz ve tecavüzden ayrılıp, masumluk karinesiyle özdeşleştirilerek, anlatılması ve kavranılması bir hayli zor, bu insanlık dışı düşüncelerle toplum vicdanında kara bir lekeye dönüşüyor. Bu ayrımcılık ve kötülük karşısında, toplumun kolektif bir vicdana sahip olmadığı açık seçik bir biçimde ortaya dökülüyor. 

En yüksek mahkemenin kararlarında bile, bedenini satan kadının uğradığı tecavüzde, tecavüzcüye, ceza indirimi uygulanabiliyor. Bu olumsuzlukların tümü, kadını; annelik, bekâret, hamaratlık, ailenin namusu, toplumun ahlakı, sarmalı içine tutsak etmeye devam ediyor.

Erkek Çocukları Nasıl Yetiştiriliyor?

Doğduğu gün pipisi fotoğrafla tescilleniyor. Ziyarete gelen eşe, dosta, akrabaya ve arkadaşa övünç kaynağı olarak gösteriliyor. Sünnet, davul ve zurnayla kutlanıyor, (aslında burada erkek cinselliği kutsanıyor) sokak erkekten soruluyor, sokağın ve mahallenin nabzını erkek tutuyor, eve geliş ve gidişinin saati sorulmuyor, kızlar gösteriliyor, ‘hangisini alayım oğlum sana, beğen, seç, diyerek’ kadın algısı beynine bir meta olarak kazınıyor. İlk cinselliğini para karşılığı hizmet veren yerlerde yaşıyorlar. Okulda, askerde, çalışma ortamında, sert ve öfkeli olmayan erkek, ‘karı gibisin’ diyerek aşağılanıyor. Kadının bacak arası erkekten soruluyor. Kutsal namus bekçiliğini yapma görevi aile ve toplum tarafından örtülü ve açık biçimde erkeğe veriliyor. Görev için tabiî ki öldürecektir. O öldürmese mahalleli onu linç edecektir. Adam yerine konulmayacaktır. Baktığı her göz, konuştuğu her dil, duyduğu her ses, ona erkek olmadığını, erkek gibi davranmadığını, zayıflığını ve korkaklığını anımsatacaktır.

Peki, ne yapmalıyız?

Bilinç, bilinç, bilinç…. İnsan olmanın bilincini öğrenip, öğretmediğimiz sürece bu sarmalda daha çok şiddete başvuracağız.Kadının tek başına kurtuluşu mümkün değildir. İnsanlığın kurtuluşu kadın ve erkeğin ortak bilinciyle ancak mümkün olabilir. Otorite, şiddet, taciz ve tecavüz, uygulayanı da yaşayanı da alçaltır. Otoriteye karşı koymayıp, sustuğumuz takdirde biz de o alçaklığın içinde yer alırız. Ne yapıyoruz, niçin yapıyoruz, kimin için yapıyoruz sorularını her gün sormalıyız.

 Bu soruların kılavuzluğunda, eylediğimiz her şeye kendi irademizi koyma cesaretini göstermeliyiz.İhtiyaç duyulan şey, bireyselliktir. İnsanı bireyselliğe götüren yegâne yol ise itaatsizliktir.İtaatsiz olacağız. Tarih okuyan herkes bilir. İtaatsizlik, insanın doğasından gelen bir erdemdir. İlerleme itaatsizlik ve isyanla olacaktır. İnsanın doğasındaki bireyselliği tez elden uyandırmak gerekir.Bireyselliğin önündeki en büyük engel ise, kuşkusuz özel mülkiyettir. 

Özel mülkiyetle insanın bireyselliği zedelemiş, gelişimi engellenmiştir. Sahip olduklarımızla değil, varlığımızla mükemmelliğe erişilebiliriz. Sahip olduğumuz metalar, her koşulda kişiliğimizi tahakküm altına alır. Mülkiyet ortadan kalkarsa, insanlık kısa sürede sağlıklı bireyselliğe kavuşacaktır. Böylece, yaşamanın ne olduğunu, nasıl olduğunu, hep birlikte öğreneceğiz. Şimdi, yalnızca var gibiyiz, bu var gibiliğin, neye yaradığını toplumda bilen var mı, bilmiyorum?

Kusursuz insan

Bütün olumsuz ve köreltici koşullar altında gelişimini sağlayan, tehlike halinde yaralanmayan, yaralansa bile sızlanmayan, kaygılanmayan, sakatlanmayan bireydir, diyebiliriz. Bireyin yol göstericisi ise, içinden geldiği ve içine sığınacağı doğadır. 

Dünya bireysellikten nefret eder. Otorite kurmak isteyenler bireyselliği sevmezler. Bireysellik tehlikelidir. Kontrol edemezsiniz. Efendiler ve şefler kontrol edemediği her şeyden korkarlar.

Artık modern suçun anası günah değil, açlıktır. Özel mülkiyetin ortadan kalkması, cezayı da suçu da şiddeti de tecavüzü de ortadan kaldıracaktır.Kadınlar Kapitalizmin Kâbe’si olmaktan vazgeçmedikleri sürece ne bu topraklarda ne dünyada, başka bir yaşamın mümkün olabileceği düşüncesi yeşeremez. Hem çok iddialı hem çok kışkırtıcı bir cümle. Satışa sunulan her ürünün önünde mutlaka yarı çıplak bir kadın bedeni boy gösteriyor. 

Kadın, bir süs nesnesi, bir meta olarak görülüyor. Bütün tüketim, kadın bedeni üzerinden yapılıyor.Taciz, tecavüz ve şiddet, insan bedeni üzerinde artık meşrulaştırıldı. Bedenimize yapılan taciz, tecavüz ve şiddetin farkındayız. Peki, aklımıza yapılan şiddeti ve tecavüzü durdurmadan bedenimize yapılan şiddeti ve tecavüzü durdurabilir miyiz?.. Kadınların ve çocukların bedenine yapılan şiddet ve tecavüz, erkeklerin beyinlerine şırınga edilmiş toplumsal kötülüktür.İnsan efendisiz yaşayamaz mı?

Hepimiz, daha doğrusu düşünmeyi becerenler gerçekten merak ediyor mu? Neden gönüllü köleleriz? Başımızda bir efendi, bir şef olmadan, yaşam yolunda yürüyemez miyiz?

Geçmişten günümüze doğru bir sürek avı izlersek; krallar, imparatorlar, sultanlar, beyler, ağalar, patronlar ve siyasal liderler. Bunların elindeki sihirli değnek nedir ki itaat eden bireyler ve sessiz kitleler çığ gibi büyüyor. 

İnsan, iradesine nasıl el konulduğunun farkına vardığı zaman, gelecek bir ütopya olmaktan çıkıp özgürlüğün yolu açılacaktır.Kadın ve erkek el ele, omuz omuza, gönül gönüle, akıl akıla, verip, vicdanlarını yastık yapacak noktaya geldikleri zaman ki işte o zaman, hayat yaşamaya değecektir. Tüm anayasaların çöpe atıldığı gün, yepyeni bir dünya doğacaktır. Bu yeni dünya, tüm canlıların sevi ve dayanışmasının gücüyle, yaşamı yeniden var edecektir.