Dışavurumlar/ Mehmet Ali GÜNER

İFLAH OLMAZ DUYGULAR

Hızla akan zaman diliminde, her şey normal akışında devam ederken insan çevresinden ilgisizce yaşadığını sanarken sanki bir çağdan bir cağa geçmiş gibi oluyor. Zaman ne kadar da acımasız ve duyarsız.

Bu kadar anlamsız kalabalıklar içinde kendine rol biçenlerin kendi dünyalarında devasa olduklarını gördükçe yüreğindeki sızıyla başa çıkamıyorsun.

Sonra bir gün ummadığın bir şey oluyor. Uyanıyorsun. Artık sen, eski sen olmuyorsun, yeni sen ile başa çıkamıyorsun. Ne kadar çok şey değişmiş oluyor bir gecede farkından olmadan. Artık görüyorsun, duyuyorsun, biliyorsun. Göğsünde bir sancı ile nasıl yaşanır sorgusu aklında, acı ve umudun uyumu oluyorsun. Bir yanın ağlarken diğer yanın gülümseyi çoğaltmaya, bir yanın öfkenin yularını tutmaya çalışırken diğer yanın nefsinin yularına asılıyor. İçindeki savaşın öznesi oluyorsun bir anda, dışında ki kalabalık yalnızlaşıyor. Anlamları kirlenmiş bir toplumda uyanmak, seherde ki çiğ tanesine karşı bile suçluluk duymayı getiriyor. Utanıyorsun serçelerden, kaldırımda açan sarı bir çiçek tükürüyor yüzüne yüzüne. Toprak can çekişiyor tıpkı insan gibi ve su isyan edemiyor bile öz gibi.

Sol yanın ağrıyor, bu ağrı yaşamak ağrısı. Onursuz olmayı dayatıyor hayat denilen ve bizzat insanın icad ettiği her kural. Bir gün bir şey oluyor ve biliyorsun. "Bilmek acı çekmektir."diye düşünüyorsun. İçindeki acıyı anlatmaya çalışsan “aşık mısın" diye soran sığlık beni allak bulak ediyor. Sevmek mi aşk mı, yoksa başka bir acı mı? Yaşamın kendi öz acısı mı? Sanki sadece aşk acısı varmış gibi hayatta. Sanki yaşanması gerekenlerin, yaşanmamasının verdiği acı azmış gibi algılar beni öldürüyor. İçselleşemeyen bir toplumun tüm derdi sadece egosu oluyor ve duyduğu, gördüğü ve bildiği egosunun zarı kadar. Basıp geçtiği onca şeyi göremeyenler, suçu suçludan ayıramıyor haliyle. İtiraz ettiğinde anan baban bile sevmez bu ülkede. Devlet sevmez, eş sevmez, komşun sevmez, patron sevmez, arkadaşların bile sevmez. Onların sevip sevmemesine takılmayanlar, kendi olabiliyor. Ruhun acı çekiyor çok acıyor için, çünkü özgürleştikçe büyüdü hapishanen.


Bahar dalları açmış nasıl da güzeller ve bulutların dansı var aylardan mart, yarı kış yarı bahar. İçimde bir sancı, bir yara, bir umut, bir direniş. Yoruldum demeye utanırım ve yaşamaya sebepler bulurum. Anlamlar dışında nedir ki bu hayat? Önümüzdeki ay nisan portakal çiçeği karnavalı var Adana'da. Bir yıl içinde o kadar şey değişmiş ki, o kadar şey yaşanmış ki yüreğimde ve beynimde… İsyan ediyor ruhum. Kaç enkazdan çıkmış bu yürek. Kim ne kadar ise o kadarımdır. Kendimi bilmek, sevmek, inanmak güvenmek yetiyor bana. Yetiyor yetmesine de insanlar ne kadar duygusuz, ne kadar ikiyüzlü, ne kadar maddeci olduğunu anlıyorsun. Ve sonra… Daha sonra anlıyorsun ki aslında beklerken yok olmuşsun.

Bitmez, tükenmez hayallerimden biridir iğde ve ıhlamur ağaçlı bir bahçe. Düşünsene sen veranda da sallanan koltuğundasın, elinde bir taş kahve, burnunda bir iğde ya da bir ıhlamur kokusu. Akşamüstü güneşte vuruyorsa tenine... Gelme ölme...

Yok olma duygusu bir sızı ya da bir sancı gibidir insanın yüreğinde. Yok olma duygusu sadece ölüm değildir insanın kalbinde.

Hayâl kurmak güzeldir, insanın içini sağlam tutar. Lakin hayâle inanmak, hayâl edileni gerçek sanıp ona inanmak ise, bütün bir ömre yayılan hayal kırıklığına yol açar. Hayâl kırıklığı, insanı azar azar tüketen, tükettiği ölçüde kendini daha derin hissettiren bir yaradır aslında. Hayâl kırıklığı, insanın inandığı yerden kırılmasıdır…

MUTLULUK ve İnanç....

Aklını kullanan, soran, sorgulayan, algıları açık insanların bu dünyada sizin söylediğiniz manada mutlu olabilmesi imkansızdır.

"Cehalet mutluluktur" klişesine girmek istemiyorum ama gerçekten anlamamak, görmemek, görmezden gelebilmek insanın üstüne binen dünya yükünü azaltıyor. Düşünsenize; bir tanrıya inanıyorsunuz ve bütün sorumluluğunuzu üstünüzden atıyorsunuz. Kötü bir şey mi yaşadınız; kader deyip geçiyorsunuz. Aslında aklınızı kullanmadığınız için başınıza bir iş mi geliyor; takdiri ilahi deyip vicdanınızı rahatlatıyorsunuz. Çocuğu tecavüze uğrayan bir babanın hiç sorgulamadan Allah'ın takdiri diyebilmesine yol açıyor işte bu durum. O baba sorgulamamayı o kadar kabullenmiş ki evladının başına gelen şeyin asıl nedenini, nerede hata yapmış olabileceğini, neyi değiştirse bunun yaşanmayacağını falan asla düşünmüyor, düşünmeye ihtiyaç dahi duymuyor.

Her zaman söylerim, inanmak, teslim olmak kolay olandır. Hayatınızı kolaylaştırır, zihninizin daha az yorulmasını sağlar ve sizi mutlu eder.

Şu an koşulsuz, sorgusuz inanıp yeryüzündeki her kötü şeyi, yaşadığım her kötü tecrübeyi kadere bağlayarak musmutlu, pamuk gibi uyuyabilmeyi gerçekten çok isterdim.

" KAÇTIĞIM BÜTÜN SAVAŞLARIN YARALARINI TAŞIYORUM." der Fernando Pessoa.

Bana göre kaçmadığımız, kaçamadığımız savaşların da izleri bizde gizli saklı bir yerlerde kalır. Ancak burada bir fark var; birinde vazgeçiş, görmezden gelme, diğerinde yüzleşme, çaba vardır.

Görmezden geldiğimiz şey ona güç katar, sizi kaybetmiş, yenilmiş sayar ve sizin bu şekilde davranmanız onu yok etmez, hiç olamamış saymaz. Bu bir bitmemiş meseledir. Ve siz ne kadar göz ardı etseniz de bu hayatınızda mütemadiyen tekrara bürünür.

Burada asıl yapılması gereken; kabullenmektir. Savaşmaktan ziyade anlayıp, ayrıştırıp, vedalaşmak gerekir. Böylelikle kurtulursunuz kaçtığınız savaşların yara izlerinden.

İnsan olmak ne büyük mücadeledir.......

Suskunluklarınız, ağır bir gürültüye evrilip sizi çıkmaz sokaklara sürüklemesin. Karanlıklarınızdan güneş gibi parlayarak çıkın....