Düşünmeler-Denemeler/Emin SALMAN


BENİM ODAM (devam yerine)

Her yazarın bir odası vardır. O oda; evin bir odası, kütüphanenin bir masası, sakin bir kafenin bir koltuğu… Olabilir. Kendini huzurlu, rahat ve hikâyenin içinde bulduğu yer, her neresiyse… Bu nedenle katı kurallarla hareket etmesi yazımını kısıtlayıp özgürlüğünden feragat anlamına gelebilir. O odada gerçeği aramaz veya ulaşmaya çalışmaz. Kendi gerçeğiyle yolculuğuna çıkar.

“Bir konu oldukça tartışmalıysa hiç kimse gerçeği bilemez.” Çünkü herkes kendi gerçeğiyle yaklaşır. Gerçeğe ulaşma şansımız çok azdır. Ancak konuyu tartışmadan ortak bir gerçekte buluşma şansınız yoktur. Bir konuyu serinkanlılıkla, öfkeden uzak tartışmanız halinde hem okuyucu, hem dinleyici açısından verimli sonuçlara ulaşabilirsiniz. Ben elimden geldiğince öfkeden uzak durarak odamdaki hazinelerle sizi buluşturmaya, kilitli sandığımı açmaya çalışıyorum.

Benim anlatacaklarım bana ait olup mutlak gerçeğin kendisi değildir. Zaten mutlak gerçek diye bir şey de yoktur. Zamana, mekâna ve insana göre gerçek değişiklik gösterir. Bir önceki çağın gerçeği günümüzün gerçek dışına dönüşüp anlamsızlaşabilir. Okuyucu ve dinleyici de bu gerçekle yola çıkarsa benim kısıtlamalarımı, ön yargılarımı, kurgularımı, mizacımı gözlemleme şansını yakalar ve kendi yolunu çizebilir. Bu nedenle yazdıklarımdan ve söylediklerimden yola çıkarak kabullenme veya ret hakkınızın olduğunu peşinen söylememe izin verin. 

Karşınıza çıkmadan önce bir yazar olarak uzunca bir süre düşünüyorum. Gerçekle yalanın, doğru ile yanlışın iç içe geçtiği bazen de kaybolduğu bir yaşamın izini sürerken makul, anlaşılır olmaya çalışıyorum. Sabrınıza sığınarak anlatmaya çalışıyorum. Arada ukalalık yapma hadsizliğine düşersem lütfen anlayışlı olun. Ön yargılarınızdan sıyrılarak sabırla okumaya ve dinlemeye çalışın. Anlatılanları veya yazılanları zaten biliyorum, yeniden sizden duymak anlamsızdır serzenişinizi de duyar gibiyim. Ancak en iyi bildiğini sandığımız şeylerin aslında kıyısında dolaşırken ne kadar uzak olduğumuzu görmenin şaşkınlığı ruhumuza gri bir ışık olarak girerken, yüreğimizin bir taraflarında şüphelerle bizi rahatsız etmeye başladığında anlarız.. 

Şüphelerle merakın peşine takılırız. Bizi bir başka varlığa dönüştüren veya yaşamımızı aydınlatan, karartan merak. İnsanlığın geçirdiği bütün gelişim ve değişimlerin motor gücü merak. Meraksız insan; ıssız çölde veya uçsuz bucaksız okyanusun maviliklerinde pusulasız birine benzer. Yönünü tayin etmesi, hedefine ulaşması, geleceğini kurgulaması mümkün değildir. Huzurun ve sessizliğin ruhumu ele geçirmesini istediğimdendir merakın peşinden sürüklenmem. Peşine takıldığım o merak; bazen çağlar öncesinin karanlığını, içindeki mum ışığının aydınlığının gücüyle buluşturur, bazen sıkıcı yaşamlarla, bazen de derin boşlukların, kederlerin sızısıyla… Olaya nasıl baktığınıza veya görmek istediğinize göre değişir. Ancak yolculuğun dikensiz, düz olduğunu düşünmeyin.

Hayatın kendisi bazen yüke dönüşürken  başka hayatların yüküyle kendinizi çok yormayın. Ütopyalarınız yoksa merak size ulaşmaz veya ruhunuzu teğet geçer. Elbette herkesin dünyayı ve insanlığı değiştirecek ütopyalarının olmasından söz etmiyorum. Hayat her durumda çetin bir mücadeleyi gerektirir. Kimi hayatta kalmak için, kimi gücünü pekiştirmek için, kimi varlığını ispatlamak için. Her birimizin farklı beklentileri ve amaçları var iken hayatın kolay olduğunu söylemiyorum. Ancak asıl zorluğun bütün derin çelişkilere, açmazlara, aradaki uçurumlara rağmen söz sahibi olma kaygısını içinde barındırdığına inanıyorum. Çağlar süresince insanın kendisi dışındaki insanlar üzerinde her türden güç sahibi olma isteği ve amacı hayatı zorlaştırmaktan başka sonuçlar doğurmamıştır. Bir hayâl dünyasında yaşayan bizlerin kendimize güvenmek dışında bir seçeneği de maalesef yok. Korumasız bir bebekten farksızken ne yapmalıyız. Sorun burada düğümleniyor. Kendimize güveni nasıl sağlarız, bu kadar güçsüz ve çaresizken.

Yazdıklarımla, yazmayı tasarladıklarım arasında kopukluk olmasının olağan ruh halini yaşarım, bazen. Çünkü hiçbir kitap tasarladığımız, düşlediğimiz biçimiyle kurgulanarak yoluna devam etmez. Farkında olmadan veya istemeden araya dalan yeni kahramanlarla ve olaylarla yolundan sapıp, arızalanabilir. Kafanızdaki kurgu ile bitiş arasında hayretle karşıladığımız ve kendinizin de inanmakta zorlandığınız bir final ortaya çıkabilir. Aslında yazmaya başladığınızda nereye sürükleneceğinizin bilinmezliği içerisinde akışa bırakırsınız. 

Vermek istediğiniz mesaj; örneğin erkek egemenliğine bir çığlık; kadının koruyuculuğuna, yüceltilmesine dönüşebilir. Veya geçmişin yeniden yaşatılmasına. Bu o anki ruh hâliniz ve toplumsal hiyerarşi ve etkilerle ilintilidir. “Kadınlar yarasalar ya da baykuşlar gibi yaşarlar, canavarlar gibi çalışırlar ve solucanlar gibi ölürler.” Bin dokuz altı yüzlerin İngilteresi'nde kadınların içinde bulundukları yaşam ve düşünme koşullarını bundan daha iyi tanımlayamazsınız. Gerçek bütün çıplaklığıyla asırlar sonrasının birçok toplumunda karşımıza çıkıyorsa yazar içtenlikle değinmek, yazmak, sorgulamak zorundadır. 

 Evet, doğru bu durumu yaşayanların çoğunluğu dert edinmezken odamdaki kalem dert olarak karşıma çıkarıyor ve sözcüklerle yeniden buluşturuyor.

Çoğunluğun umursamazlığı insanlığa ait umutların canlılığını sönükleştirse de şair ve yazar bütün sefaletine rağmen katlanır o çileli, yorgun, yıpratıcı serüvene… Kiminiz buna kör bir tutku olarak bakabilir, değil….

Belki de para kazanma dertleri olmadığından yaşadığı bu sefaletten ürkülüğündendir yazmaktan kaçınılması, uzak durulması ve okumayı dert edinmeyen çoğunluğun varlığı… Kimse onlardan tarih, şiir, öykü, roman… Yazmasını istememiştir. Kendine yüklendiği bir sorumluluk ve zorunluluk olarak gördüğündendir. Ayrıcalıklar peşinde de değildir. İnsanlar talepte bulunmadıkları bir şeyin bedelini ödemekte istemiyorlar. Onları besleyen bir şairin dizeleri, bir yazarın betimlemelerine ihtiyaçları yok. Güç sahibi olup, aşağılayıcı bakış fırlatmanın ayrıcalığının tadını çıkarmanın derdindeler. Ruhunun çoraklaşması, yoksullaşması umurunda değil. Çünkü çoğunluk gerçek ruhun beslenmesinin ne olduğunu bilmiyor ve önemsemiyor. Bütün engellemelere, itirazlara, kısıtlamalara rağmen ortaya eserler çıkıyorsa insanlığın mucizelerinden biridir. 

O mucize bizi geçmişe taşır, bugünle buluşturur. Kültür hazinelerinin ve her türden insanlık hâllerinin geleceğe taşınmasına aracı olur.

Bugün eğer yazıyorsak ve geleceğe miras olarak bırakıyorsak geçmişin emanetlerinin hakkını teslim etmemiz gerekir. Nasıl ki hiçbir buluş günlük ortaya çıkmaz ise bir edebi eserde anlık ortaya çıkmaz. Ruhun beslenmesi sağlanmasa hiçbir şey ortaya çıkmaz. Çıksa da bölük pörçük, kopuk sözcük yığını olmaktan öteye geçmez.

Yazarken kurgunun gerçeğe uygun düşmesini önemsiyorum. Mevsim sonbahar, ağaçların sararan yaprakları dökülmeye devam ediyordu. Güz akşamının esintileriyle serince bir havayı teneffüs etmek bedenime zindelik, ruhuma ferahlık veriyordu. Bütün kurgu gerçeğe yolculukta size eşlik etmelidir. Aksi durum gerçekten uzaklaşmak, hayâl gücünün anlamını yitirmesi ve yazımın sizden kopmasıdır. Kendinize ait bir kurgu, kendinize ait bir yazım tekniği, kendinize ait bir dil… Sizi farklı kılacak temaların resim edilişi, anlatım biçimi… Hepsi size ait olduğunda o güne kadar benzer konuların tekrarı gibi görünse de özünde sizseniz, yenisiniz demektir.

İnsanın olduğu her yer yeni bir hikâyedir. Sizin sorumluluğunuz ve yeteneğiniz o hikâyenin yolculuğunda can alıcı noktalara veya olaylara değinmenizdir. Günlük rutin anlatımların dışına çıkarak sessizce içine girmeniz veya sizi içine almasıdır.

Hikâyemde okuyucunun iknası için tutarlı davranmaya çalışıyorum. Aksi durum kurgunun gerçek dışına sürüklenmesi, doğruluğunun yaşanırlığının tartışmaya açılmasıdır. Bu durum güvenirliğimin sarsılmasıdır ki, buna katlanamam. Hikâyemizde sanallaşan dünyanın koridorlarındaki gezintilerinden uzak durmaya çalışıyorum. O dünyanın çekiciliğine rağmen sahici olmayışından bir arada bulunmak, zekânın yaratıcılığını körelteceğinden aldatıcı oluşu beni cezp etmiyor. Hikâyemde okuyucunun ilgisini çekecek imgelere vurgu yapmaya çalışırken değerler çatışmasının riskini de bağrında taşıdığına emin olarak yoluma devam ederim. Kendi değerlerimin okuyucunun beklentisini karşılamama riskini de düşünerek yazmaya çalışırım. Bir erkek okuyucu için spor veya kahramanlık benzeri bir değer tutku iken onlarla karşılaşmadığında yaşayacağı hayal kırıklığı bir kadın için moda veya süslenme tutkusunu görememenin hayal kırıklığına dönüşebilir. Ben ise kendi değerlerimi öncelemeyi amaçlıyorum. Okuyucunun beklentilerine uygun yazmaya çalışmak sizin okuyucu tarafından ele geçirilmesi anlamına gelip hikâyenin özünden uzaklaşması riskine yol açabilir.

Benim odam dost yuvasıdır, dostlarla doludur. Bana hayatı anlatan, hayatı anlamlaştıran, sohbetleriyle çağlar öncesine yolculuk yaptığımız, kötülüklere inat direnç ve yaşama sevinci ve coşkusu veren dostlar. Günlerce konuşur, anlatırız birbirimize. Yorgunluğun molalarında sessizce kendi ruhlarımızla kalırız. Sessizliğin huzurunu yaşarız. O odaya; yalan, dedikodu, hırsızlık, dolandırıcılık, taciz, tecavüz, şiddet, dehşet, vahşet, kan, kir, para, mülkiyet, hırs, ihtiras, ihanet, sahtekârlık, iki yüzlülük vb. hiçbir kötülük giremez. Yasaklara karşı olmakla birlikte bu duygu ve düşüncede olanlara odamın kapısı kalın kilitlerle kapalıdır. Pencerelerinden hileyle sızmaması için sıkı önlemler alınmıştır. Bütün dünyevi doyumsuzluklar, aç gözlülükler odamın kapısında ömürlerince bekleseler de umursamam.