Düşünmeler, Denemeler/Emin SALMAN


Benim ODAM

Sıkıcı ve baştan savmamaya, etkileyiciliği ancak yapmacık olmamaya ve kendime ait bir renk tonu yakalamaya çalışıyorum. Öykünmenin sınırlarında gezinip tükenmemeye... Yaratıcı sözcüklerle buluşturup çekici kılmaya. Sorun düşüncelerimizin karmaşası değil, onun sistematik hale dönüşüp okuyucuyla buluşmasında kendimize uyguladığımız kısıtlamalardan, önyargılardan kurtulma gücünü ve kararlılığını bulup bulmadığımızda... Etkin ve egemen düşünce kalıbından ne kadar uzaklaşmayı becerirsek, aykırı kulvarlarda yol alırsak ve yeni düşüncelerimizle özgünlüğümüzü ortaya koyarsak, o kadar özgürleşebiliriz. Tam da yapmaya çalıştığım budur. Bütün çalışmalarımda bunu yerleştirmeyi amaçlıyorum. Benimsenip benimsenmemesi benim sorunum olmaktan çıkıyor. Kendimi ifade ederken okuyucunun da özgürlük alanına müdahale etmeden yol almaya çalışıyorum. Sözünü ettiğim özgürlüğün sınırlarını belirleme hakkımın olduğunu düşünmüyorum. Kimseye de bu hakkı tanıma taraftarı değilim. Zaten zihnin özgürlüğünü kısıtlayacak, engelleyecek bir kilit, pranga, güç olduğunu da düşünmüyorum. Her türden cezalandırma tehdidi ve tedbiri bir süre sonra kendisine çözümsüz sorun olarak döner. İnsanlık tarihi; zihnin özgürleşmesinin ağır bedellerine tanıklık ederek ilerliyor, engellenemedi.

İfade özgürlüğü edebiyatın gücünü ve etkileyiciliğini arttırır. Aksi durum yavan, günlük konuşma dilinin tekrarı, sözcüklerin boynu bükük, edebi eserin ruhsuz kalması anlamına gelir. Edebi esere ruh veren yazarın ifade özgürlüğünü sonuna kadar kullanmasından geçer. Edebi eseri bir söz yığınından kurtaran özgünlüğüdür. Sözcükler akıp gitmeli, nasıl desem kayıvermeli, kazma sapı misali kazık gibi ortalıkta anlamsızca dikilip, bön bön bakmamalıdır. Bu yazarın maharetiyle, sözcükleri kullanma zekasıyla, birikimiyle, gözlemlemesiyle, özgünlüğüyle, stiliyle doğrudan bağlantılıdır. Sözcükler yükü hafifletiyorsa benim için anlamlıdır. Bazen sözcüklerin dansından bahsedilir. Kastettiğim bu dansın hangi melodi eşliğinde, hangi mekânda uyumlu oluşunu sağlama becerisidir. Herkesin farklı bir dans ilgisi ve yeteneği vardır. Veya dansa hiç ilgi duymayabilir.

Yazım serüvenine, odamdaki dostlarımla sohbetimizde özellikle dokunduğumuz en can alıcı konulardan biri de eserin kalitesini belirleyen ana fikir, mesaj ve yazım tekniğinin niteliği üzerine yoğunlaşıyor. Kitaplar yazılmalı, hem de çok yazılmalı. Bunların seviyesini ve kalitesini belirleyecek bir ölçü zaten olamaz. Eleştirmenlerin öznel düşüncelerinin hayal kırıklığından dolayı bundan vazgeçmem düşünülemez. Her eleştirmen kendi ufkundan, yetkinliğinden, birikiminden, inancından, felsefesinden yola çıkarak değerlendirmelerde bulunacaktır. Objektif ve tarafsız olması düşünülemez. Onun hoşuna gitmeyen bir söz dizini veya düşünce kalıbından dolayı eseri dışlamak söz konusu olamaz. Eleştirmenlerin övgü veya yergilerine göre eserin kalıcı mı, geçici mi olduğunu söylemek çok gurur kırıcıdır. Üstelik eleştirmenin, yazarın ruh halini çözümlemesi hiçbir zaman mümkün değildir. Tıpkı eleştirmenin bir eseri hangi ruh halinde değerlendirdiğinin bilinmemesi gibi… Eleştirmenin baş tacı ettiği eserin okuyucu tarafından sıkıcı bulunma riskini göz ardı etmeden yolumuza devam edelim.

Odamda dostlarımın gözlerini üzerimde hissediyorum. Yazarken bana yönelen bakışlardan, mimiklerden kendi yolunda ilerle, kendi özgünlüğünle dans et, eleştirmenleri çok da dert etme, sessizce sözcüklerinle kendi dansına odaklan dediklerini duyar gibiyim. Bazen tekrara düştüğünü düşünsen de bu seni endişelendirmesin, olgunlaşmanın sınırı da, sonu da yok diyen sesleri fısıltıyla bana geliyor. Bazen bir şairin dizesi olarak, bazen bir yazarın metanetli satırları olarak. Dostlarıma güveniyorum. Onların yaşadıkları acıları, zorlukları ve de çıkmazları anlamaya çalışırken, umutlarımı yitirmeden bana bıraktıkları mirasın değerini daha iyi anlıyorum. Acılarına karışan aşk yaraları veya aşk yaralarını iyileştirmek için çektikleri ıstırapları da…

Bütün hikâyeleri yazma şansım yok. Hayatları resmi evraklar dışında kayıt altına alıp, yazma imkânım da yok. Bu nedenle kendimle yola çıkarak hayatlara dokunmaya, dönemin özelliklerini yansıtmaya çalışıyorum. Yazarın kendi yaşamından ve hatıralarından beslendiğini yeniden tekrar etmeme izin verin. Kaybolduğunu, unutulduğunu düşündüğümüz o hatıraları gün yüzüne çıkardığımda zenginliğine hayranlıkla bakıp, şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Aslında hiçbir şeyin kaybolup, unutulmadığını, bir yerlerde gizlenip gün yüzüne çıkmayı sabırla beklediklerine şahit oldum. Bu durum insan zekâsının muhteşemliği konusunda beni ürkütse de hayranlıkla geriye hikâyenin ve hikâyelerin yolculuğunda ilerliyorum. Birçok hikâyenin de benzer özelliklere sahip olduğunu düşünüyorum. Günlük yaşamda umursamadığımız birçok yaşanmışlığın film şeridi gibi akması ve sözcüklerle buluşmasının ayrıcalığını tadıyorum.

İnsanın yüzünde kırışıklıklarla biriken yıllar yaşanmışlığın geçmişinin izleriyle biraz burukluk, biraz keder yükler incelen yüreğin bir taraflarına… Sessizce bakınırken akıp giden yılların ardından gözlerdeki buğulanmayla birlikte gölgeye dönüşmeye başlayan varlıkların bir zamanlar ki gücü, kudreti ve yükselen buyurgan sesinin cılızlaşmasının gönül yorgunluğu düşer ruhumun ortasına çaresizce… 

”Hayat bu kadarmış.“ diyen umutsuz sesimizi kendimiz duymakta zorlanırız. Aslında hiçbir şeyin sonsuz hükmü yokken yine de biz kendimize yüklediğimiz sanal güçle hükmümüzün sonsuzluğuna inandırır ve keyfini çıkarma derdine düşeriz. İnsan kendi egolarının tatmini peşinde koşarken zincirsiz köleye dönüştüğünün farkında değildir. Hayatıma bir şekilde dokunan dedemin, ninemin ve babamın egolardan uzak oluşudur ki köleleşmelerine engel oldu diye düşünüyorum. Egolarım olmadı ve olmasını da istemiyorum. Dış dünyanın dayatmalarına karşı direneceğimi ve teslim niyetinde olmadığımı şimdilik biliyorum. Hayatta bunun karşılığı ne kadar ve nereye kadar olur onu da bilemem. Anlaşılır ve anlayışlı olmanın temel ilkesi ve beklentisiyle zamanın peşinden sürüklenmeden, kırışıklıklar yüzümü ve ruhumu ele geçirmeden önce kendim olmayı ve kendim kalma duruşumu korumayı amaçlıyorum.

Odamda kendimle ve dostlarımla baş başa kaldığımda sessizce kendimle kalmaya yöneliyorum. Kiminiz buna terapi ve benzeri psikolojik tanımlamalar getirse de değil… Bir nevi iç dünyamdaki huzura ulaşma yöntemi diyelim. Herkesten ve her şeyden uzak o günkü dostumla bir nevi inzivaya çekilme hali… Huzur etrafımda, yanı başımda değil, içimde kendisiyle buluşturuyor. Terapi demişken; ilke olarak tıptaki olağan gelişmelere ve değişimlere sonsuz saygı duymakla birlikte insanlığın kan emici, baş belası veba virüsü yuvalarından biri olan ilaç sektörüyle işbirliği içerisindeki çalışmalarından dolayı mesafeliyim. Güvenirliği konusunda ciddi kuşkularım var. Asırlar öncesinin doğal tıbbi müdahalelerinin daha ahlaki olduğunu düşünüyorum. Her şeyin güce endekslendiği günümüzün ahlak dışı çağında tıbbın veba virüsüyle içli dışlı olması benim uzak durmamın temelini oluşturur. Bu nedenle ruhî sarsıntıların ve çekişmelerin psikologların boşboğazlığıyla giderilmesine inancım yoktur. Belki de kesin hükümlü olmam, ön yargılarımdan dolayı itiraz edebilirsiniz. Değil, ön yargı değil, çürümüş sistemin bana dayattığı ve öğrettiği sonuçlardan söz ediyorum. Bu nedenle odamdaki dostlarımla zaman zaman bu konudaki tartışmalarda ciddi görüş ayrılıklarına düşüyoruz. Ertesi gün ekim ayının ilk günleri. Dışarıda hafif rüzgârın esintisiyle uyanıyor, kapalı perdeyi aralıyor dışarıya göz ucuyla bakınıyorum. Bulutlu, kararsız bir hava… Güneşin her an kaybolma riski karşımda. Dışarıya evdeki odamdan, kütüphanedeki odama gidip gitmeme konusunda kararsızım.

Ertesi gün ekim ayının ilk günleri. Dışarıda hafif rüzgârın esintisiyle uyanıyor, kapalı perdeyi aralıyor dışarıya göz ucuyla bakınıyorum. Bulutlu, kararsız bir hava… Güneşin her an kaybolma riski karşımda. Dışarıya evdeki odamdan, kütüphanedeki odama gidip gitmeme konusunda kararsızım. Derin nefes alıyor, sabahın mahmurluğunu üzerimden atmaya çalışıyor ve dün gece dostlarımla yaptığım yarım kalan sohbetimize kütüphanedeki odamda devam etmeye karar veriyorum. Kütüphane görevlisini göz ucuyla süzüyor, günaydınla masama geçiyorum. Bir kütüphane görevlisinin dostlarımdan bu kadar uzak oluşunun can sıkıntısıyla sözcükleri kâğıda aktarmaya, dostlarımdan esintiler getirmeye çalışıyorum. Edebiyatın can çekişen hali, şiirin ölüm döşeğinde olması ve yeni edebi eserler üzerine hararetli tartışmalar kimsenin, hatta kütüphane görevlisinin de umurunda değildi. Bu sorunları yolun ortasına veya kaldırımlara kalın harflerle, boyayla yazsam da meraklı bir kaç göz dışında kimsenin umurunda olacağını da sanmıyorum. Kaldırımda yürüyenlerin tozlu ayakları altında kısa sürede silinip kaybolacağına da inanıyorum. Bütün bunları bilmeme rağmen yine de inatla hikâyelerin peşine takılıp gitmemi çok normal karşılamayacağınızı da biliyorum. Olsun… Sizin yaşam biçiminize uygun bakışı sergilemenizden daha doğal bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Her insanın her şeyi dert edinip sorular sormasını, sorunlara kafa yormasını da beklemiyorum. Bu insanın doğasına da, zihnin yapısına da uygun değildir. Böyle olmasa her sabah gün yüzü görmeye değmez milyonların varlığına ve yüküne nasıl katlanırız . Soğukkanlılığımı yitirmeden sükûnetle ve sabırla sorular sormaya cevaplar peşinde gitmeye, dostlarımla buluşmaya devam edeceğim. 

Kütüphanemdeki odamda, sandalyemde soruların peşine takılmak beni mutlu ediyor ki, birçok insanın bunu anlaması ve hazzı tatması zaten mümkün değildir. Ekimin serin bir günü sokaklarda aylak aylak dolaşmak, meydanlarda avare bakınmak varken kütüphanenin odasına tıkılıp kalmak çokta akıllıca görünmez, biliyorum. Kütüphane görevlisinin bile tanışma zahmetine katlanmadığı dostlarımla herkesi buluşturup, tanıştırma şansımın olmayacağının farkında lığıyla yolculuğumda kısa molalar verme zamanı geldi diye düşünüyorum.

Yazacaklarım bittikten, eser ortaya çıktıktan sonra arkama yaslanır, keyifle zihnimdeki kutlamayla baş başa kalırım. Bütün yorgunluklar, karamsarlıklar, endişeler geride kalmıştır. Yeni doğan çocuğumun heyecanı, mutluluğu ile sarhoş olmasam da inanılmaz bir hazzı tadarım. Geriye dönüp eserle; acabalar, amalar, olabilir mi gibi kuşkulardan kurtulmanın huzuru ile yeniden okuyup sorgulamalara girmem. Raflardaki dostlarımın yanında yerini alan eser ismimi taşımakla birlikte artık benim mülküm olmaktan çıkmıştır. Bireysel düşüncelerim, duygularım ortaklaşmıştır. Bu nedenle okuyucunun eleştirme ve değerlendirme hakkı olduğunu düşünüyorum. Ancak bu hakkın sınırlarına da okuyucu saygılı olmalıdır. Yazarın öznelliği ile okuyucunun öznelliğinin uyumunun arayışında olmadığımı yeniden hatırlatırım. Yazarken okurun beğenisine uygun davranmaya kalkışırsak  çok karmaşık, belirsiz, hedefsiz, duygusuz, bir sürü sözcüğün peş peşe sıralandığı, edebi sanatın kullanıldığı iddiası olan ancak edebiyatın olmadığı sönük, heyecansız, zihne ulaşmayan sözcüklerin boğazda düğümlendiği bir eser sizi karşılar. Bundan kaçınmaya, özellikle bu hataya düşmemeye çalışıyorum.

Yazarken biraz da edebi bir kimlik ve kişilik kazanmayı hedeflediğimden diğer bütün kimliklerimi arka planda tutuyorum. Veya ben öyle olmasını istiyorum. Elbette yazdıklarımda diğer kimliklerimden izlere, vurgulara, hatıralara yer veriyorum; yer vermek zorunda olduğumu da düşünüyorum. Çünkü edebi bir kimliğimden önce sahip olduğum o bütün kimlikler benim önceki sahici kimliklerimdir ve edebi beslenme kaynaklarımdır. Kaynakları kurutup yeni kaynaklardan beslenme şansımız yok veya uzun, yorucu, belki de terk edilmişlik, reddedilmişlik veya başka duygularla ulaşamayacağımız sıkıntılı bir yolculuktur. Ret ve inkâra dayalı bir yolculuğun edebiyatta verimli ve kalıcı sonuçlara ulaşma şansı çok zayıftır.