UZUN SOKAĞIMIZIN KISA ÖYKÜSÜ /Gülnar KANDEYER


Sabahın ilk ışıklarıyla canlanırdı mahallemiz. Yaz tatili demek, kahvaltıdan önce bir tur oyun demekti. Yıl boyu yorulan annelerimiz, yaz tatilinin tadını çıkarmak için sabahın erken saatlerinde uyanmak istemezdi. Sanki okula giden onlardı. “Bari karneleri de annelere verseler.” derdik ve gülerdik. Bizler, yani mahalle arkadaşları, aramızda anlaşırdık ve onları rahatsız etmeden sokak oyunlarımızı oynamaya karar verirdik. Mahalle dediysem, öyle kocaman bir alan gelmesin aklınıza. Bizim mahalle, upuzun bir sokaktan ibaretti. Hazine arazisine önce kulübe tarzı yapılmış evler, daha sonra gecekondulara dönüştürülmüş sonra da imar affı çıktığında bu gecekondular iki katlı betonarme binalara dönüştürülmüştü herhalde. Herhalde diyorum çünkü büyüklerimiz öyle anlatıyor. Arka sokağa geçecek bir yer olmaması da buna bağlı gelişmiş. Temel komşu olan bu samimi insanlar, bir karış yer yüzünden birbirlerini kırmak istememişler. O sebeple de upuzun bir sokağa sahip olmuşuz. Biz kendi aramızda bu sokağa mahalle gözüyle bakıyorduk. Paralel sokaklardan gelen çocuklar, diğer mahallenin çocuklarıydı o yüzden de. Sokağımızı anlatmaya başlamadan sizleri uyarmam gerek. Bizim sokağımız diğer sokaklara benzemezdi, örneğin adı yoktu, numarası vardı. Yaşadığımız şehirde öyle çok sokak vardı ki isim bulmak için uğraşmamış tapu kadastro memurları, numaraları sırasıyla döşemişler. Bizimki de  üç bin altı yüz yirmi ikinci sokak olmuş böylece. Bununla da kalmıyordu eşsizliği, hiçbir ana caddeye bağlanmazdı. Buraya giren araçlar, yalnızca burada yaşayanlara aitti. Yani babalarımızın, amcalarımızın ya da dayılarımızın. Bu sokakta çocuklar da eşsizdi. Sokağımıza uygun eşsiz özelliklerimiz vardı. Anneler, teyzeler ve halalar henüz çalışma hayatıyla tanışmamışlardı. Çünkü benim söylediğim dönemde hayat pahalılığı, henüz ailelerin sofralarına musallat olmamıştı. Çok zorlanan kalabalık ailelerin kadınları ise kendi semtlerinde haftalık işler yapıyorlardı. Mahallemizdeki diğer kadınlar, annemizi aratmazlardı. Öğle saatlerinde karnımız acıksa, yarım ekmek arası atıştırmalıklar, elden ele bize kadar ulaşırdı. Güvenlik ise hiç dillenmezdi. Herkes birbirini kollar gözetirdi. Zaten sokağımıza bir yabancı girse, bala üşüşen arılar gibi çevresi sarılırdı. Araştırmacıydık vesselam. “Nereyi arıyor?” “Kime gelmiş?” “Neciymiş?” Tüm sokak sakinleri bu soruların cevabını anında öğrenirdi. Bazı yabancılar, bu yoğun ilgiden huylanarak, girdiğine gireceğine pişman olur, gerisin geri çıkardı sokaktan. Bir keresinde ablalarımızdan birisi, sınıfında olan bir erkek arkadaşını bahçelerine davet etmişti. Güya baş başa vakit geçireceklerdi gözlerden uzak. Kırk çiftten fazla gözün önünde mümkün müydü bu? Kimimiz  bahçe kapısının ahşap kemerine tırmanmıştık, kimimiz damlara çıkıp onları takibe almıştık. Abla çok sinirlenmişti.

“İnin oralardan şebekler. Gelirsem bacaklarınızı kırarım!” 

Söylediğini yapamayacağını hepimiz biliyorduk. Yoksa yaptığı gizli iş açığa çıkardı ve bu bizden çok kendisine zarar verirdi. Adı çıkardı alimallah. Bundan dolayı savurduğu tehditler, vız geldi tırıs gitti. Sonunda zavallı yavuklularımız baş başa vermekten vazgeçtiler. Garibim aşık, ardına baka baka sokaktan çıktı gitti. Tabii ki kendisine sokağın başına kadar eşlik eden çocuk sürüsüyle beraber. Yok öyle gizli mizli bizde. Ya bizim oyunlarımıza dahil olurlardı ya da oyuncağımız. Korumacıydık da ha!

Sokağımızın iki başından kıvrılarak diğer sokağa birleşen bir yapısı vardı. Bazen insanlar caddeye çıkmak için yanlışlıkla düşerdi bizim mahalleye. Sokağımızın diğer sokakla buluştuğu kıvrımlarında tam köşede iki boş arsamız vardı. Genellikle burada oynardık. Ne hikmetse boştu buralar. Kimi bilge büyüklerimiz, yani bu sokakta uzun süredir yaşayan insanlar, bu arsalardan birinin “Alamancı” olan birine ait olduğunu söylerlerdi fakat onu kimse görmemişti. İyi ki de görmemişti. Yoksa buralara da ev yapılırdı ve biz oynayacak alan bulamazdık.  İki yana sıralanmış yirmişerden kırk tane ev vardı sokağımızda. Düşünün bir, her evden bir çocuk çıksa, bu kırk çocuk ederdi. Bazılarının kardeşleri de vardı. Eh varın kaç çocuk olduğumuzu siz hesaplayın. Ne yalan söyleyeyim, bu gün bile hesabımı şaşırabilirim. Mesela Behzatlar, dört kardeşti. Deryalar, üç; Bilâller üç; Erkanlar beş kardeşti... Bereketlendikçe bereketlenirdi burada aileler. Yaşlarımız büyüse bile ruhumuz çocuk kalırdı hep. Kimse bize “Kazık kadar oldun.” demezdi. Çünkü doğduğumuz günü bilirdi büyüklerimiz. Hepimiz için “güle güle büyüt”e gelmişlerdi. Hani anne babalara çocukları hiç büyümezmiş ya. Tıpkı öyle işte. Hatta bazılarımızın anne ve babaları bile bu sokakta doğup büyümüşlerdi. Onların biz yaşlardayken yaşadıklarını anlattıklarında dinlemeye bayılırdık. Zaten yatma vaktine kadar, sokağa masalar sandalyeler çıkarılırdı. Biz çocuklar, televizyon bilmezdik pek. Kendimiz filmdik, artistlik yapardık çoğu zaman. Her şeyimiz bu sokaktı. Okul arkadaşlarımız bile imrenir, bizim sokakta oynamaya gelirlerdi dönüşümlü olarak. Biz onların sokağa gitmez miydik? İstesek de gidemezdik. Hiçbir sokak sakini bizi istemezdi. Bir karınca ordusunu sokağında kim ister? Bizim için yani sokak sakinleri için ha bir eksik ha bir fazla çocuk fark etmezdi. Denizde bir damla. Okul zamanı, sabahçılar öğleden sonra; öğlenciler sabahtan paylaşırlardı bu sokağı da yaz tatilinde arı kovanına dönerdi. Ama öyle bir arı kovanı ki vızıldamalar atışmalara devrilse de asla sataşmalara dönüşmezdi. Bir görünmez kanun vardı bu sokakta, hazırlanmamış, yazılmamış ve imzalanmamış. Sanki babadan oğula geçen bir miras, anadan kıza geçen irsî bir özellikti bu. Küçükler, bu yazılı olmayan, adeta geleneğe dönüşen kuralların dışına çıkacak olsalar, ablalar ve ağabeyler tarafından uyarılırdı. Oyun dışı kalmak istemeyen küçükler, hemen boyun eğerlerdi. Hâl böyle olunca sorun da çıkmazdı. Yaşlarımız farklı olsa da değişmeyen tek şey söylenmeyen kurallardı. Oyunlar bunca kalabalıkta ortak oynanırdı. Saklambaç, çift kale maç, yakan top, tombik, körebe ve oyunların vedası unvanını kimselere kaptırmayan akşam ebesi, bizi neşeye boğardı. Aileler, gönül rahatlığı içindeydiler. Çocuklarını aramak zorunda kalmazlar, başlarına bir şey gelecek diye endişelenmezlerdi. Nerede olacaklar? Ya baştaki ya da sondaki boş arsaydı oyun alanları. Bazı zamanlar, tüm sokağa yayılırdık.  Yayılmacıydık mesela. Her gün oynadığımız oyunlar, hemen hemen aynıydı. Hiç sıkılmazdık bu oyunları tekrar tekrar oynamaktan. Oyunun sonunda yeneni de olurdu yenileni de. Bir süre yenen takım hava atardı sokakta. O kadar, tüm ödülümüz buydu. Ancak aldığımız tat, sanırım en büyük şampiyona kupalarını alanlarda dahi yoktu. Arada bir sokağımızda alışılmadık durumlar da yaşanırdı. Ses hızıyla -diyemem sessiz olurdu bu yayılma- kulaktan kulağa yayılırdı olay. Örneğin, postacının gelişi, yolunu şaşıran seyyar satıcıların sokağa yanlışlıkla girişleri gibi olaylar. Yanlışlıkla diyorum özellikle, şimdi diyeceksiniz ki; “Seyyar satıcının canına minnet, iyi satış yapar.” İşte siz de sokağımıza giren ve bizi tanımayan satıcı gibi yanıldınız. Hangimiz harçlık alıyoruz ki satıcı para kazansın. Para kazanmak şöyle dursun zarara uğramasa bari. Çünkü didik didik her ürünü ellerdik, fiyatını sorardık. Satıcı umutla ve sabırla hepimize tek tek cevap verirdi. Zavallıcık hem para kazanamazdı hem de zaman kaybederdi bizlerle. Arada sırada o da diğer sokaklarda ellerindekileri bitiremeyen süt mısırcı ve su muhallebicisi birkaç satış yapabilirdi, onlar da uğrarlarsa. Çoğu zaman veresiye de olsa süt mısır ve su muhallebisi alanlar çıkardı. Diğer geldiğinde parasını mutlaka alırdı satıcı. Öylesine de borcumuza sadıktık. Dürüstlüğümüze şapka 

“Oğlum Behzat, bu karnenin hali ne?” diyor Bilâl. “Öğretmen yanlış karne verdi!” “Nasıl ya?” “Benim karnemi yanımda oturana, onunkini de bana verdi.” “İtiraz etseydin ya.” “Ettim, etmez olur muyum?” “Ne dedi peki öğretmen?” “Behzat saçmalama, haydi evine. Karneni babana imzalatmayı unutayım deme.” dedi. En dürüstümüzdü Behzat. Bak beni çağırıyor.  “Engin koşşşş muhallebici geldi.” Yolu mahallemize düşen seyyar satıcılar, sokağımızın baş taraflarındaki boş arsalardan görüldüğü anda çocuklar içinde bir kaynaşma olurdu. Eğer orada bulunmayan birisi varsa hemen fark ederek seslenirlerdi. Muhallebiyi çok mu severdim? Yo, eğlenceyi kaçırmamı istemezlerdi de beni o yüzden çağırırlardı. Muhallebicinin üzeri camekanlı el arabasını sokağın ortasına kadar getirmesine yardım etme bahanesiyle ona eşlik etmek, bizim için eğlencelerimizden biriydi işte. Muhallebiler, adından da anlaşılacağı gibi su ile unun bir de şekerin pişirilmesiyle yapılıyordu. Avuç içi kadar plastik kapların içinde pelte halinde soğutulmuş ve üzerine reçel sızdırılmış bulanık beyaz bir maddeydi. Besin değeri hemen hemen hiç yoktu. Ama öyle lezzetliydi ki sormayın gitsin. O bir lokma muhallebiyi birer kaşık ve aynı kaşıkla paylaştığımız bile olurdu. O sebeple bulaşıcı hastalıkları topyekûn çıkarır, topyekûn iyileşirdik. Ama hiç vazgeçmezdik bu şekilde paylaşmaktan. Herhalde bunun için öyle tatlı gelirdi bize. Hele mısırcı? Satıcı, çekçek arabanın ortasına yerleştirilmiş, kocaman tankın sac kapağını kaldırdığında sokağımızı mis gibi mısır kokuturdu. El arabasının tekerinin üzerine çıkardık. Satıcı arabanın tekerinin önüne üçgen prizmaya benzeyen tahta parçasını koymasa herhalde hepimiz, arabayla birlikte sokağın başına kadar giderdik. Satıcı, sac kazandan çıkan mısırı parasını ödeyene uzattığında hepimizin ağzı sulanırdı. Aramızdan hangimiz bir mısır alırsa alsın, mutlaka üçe bölünürdü. O yüzden en büyüğünü seçerdik mısırın. Yalnızca yiyeceği paylaşmazdık. İşleri de paylaşırdık. Yardımseverlikte sınır tanımazdık. İnşaat mı yapılacak, odun kömür mü taşınacak, soba boruları mı temizlenecek, hepsi bir çırpıda yapılırdı. Tabii sonra da banyo faslı. Aklınıza öyle duşlu muşlu özel banyolar gelmesin. Ya leğene doldurulmuş ve güneş enerjisiyle ısınsın diye balkona konulmuş su ya da her evin önünde sular kesilir de bahçe sulamaya yarar diye doldurulmuş variller, bizi paklardı. Hem böylelikle su da ziyan edilmemiş olurdu. Sabunsuz, şampuansız yıkandıktan sonra, bu atık suyla ya çiçekler sulanırdı ya da ağaçlar.

Geçen yaz, Alirıza amcanın evinin üst katının yapımı, bizi çok heyecanlandırdı. Harcının karılmasından tutun da briketlerin taşınması, çatı kiremitlerinin makaralarla yukarı çıkarılması işinde yine biz çocuklar vardık. İçimizde en matrak olan Bektaş, inşaat süresince Alirıza amcaya takılmadan durmadı.

;“Çocuk işçi çalıştırıyorsunuz ha! Sizi Söz Fato’da programına çıkarayım da görün.” 

Alirıza amca, bunun ne anlama geldiğini sezerdi. Akşam paydos saatinde biz çocuk işçilere bisküvi ve lokum ziyafeti çekerdi. Yevmiyemiz aslında bundan fazlasıydı. Çünkü üst kat bittiğinde alt kat kiraya verilecekti ve belki de aramıza taptaze bir arkadaş katılacaktı. Yani büyük ikramiye sahibi olacaktık.

Gelecekten ümitli çocuklardık. Bu yaz bizim için de değişiklik olmuştu. İnşaat işlerinden de anlamaya başlamıştık. Nerede bir delik görsek, Alirıza amcanın inşaatından artan çimento ve kumdan hemen bir harç yapıyorduk. Elimize bir de mala geçirdik miydi değmeyin keyfimize. Neyse ki malzemelerimiz bitti de annelerimiz rahat bir soluk aldı. Fakat her gün yıkandığımız sular bahçeye gittiğinden, ekili zerzevatı gümrahlaştırdı. Çok geçmeden Alirıza amcalar üst kata taşındı. Alt katın pencerelerine de kiralık yazdılar. Buradan kim geçip de görecekti? Paralel sokağın başındaki tek bakkalımız Bakkal Musa’nın camına da bir ilan astılar. Hangisi görüldü bilemedik ancak çok geçmeden yeni komşularımız oldu. Kamyon zar zor girdi sokağa. Şoförü, homur homur homurdanıyordu.

“Arabayı ziyan edeceğiz yahu. Sokağın başında dursak da buradan taşısanız eşyaları. Valla abla, çizilecek güzelim kamyon.” Laf aramızda kamyon ‘güzelim’falan değildi. Ölmüştü ama öldüğünü kimse duymamıştı. Ne sala verilmişti ne de helvası kavrulmuştu. Şoför üşengeçti. Ah o kamyon bizim elimize geçecekti ki sürat yarışlarında rekor kırardık. Kiracı teyze ısrarcıydı.

“Ayol görmüyor musun mesafeyi sokağın tam ortasında ev. Akşama dek taşı taşı bitiremem.”

Sokak sakinleri bu manzarayı seyrediyorlardı. Annelerin bir baş işaretiyle:

“Teyze, yardım edelim mi?” diye seğirttik yerimizden. Herkes bir sefer gitti eve kadar. Ufak eşyalar bitmişti. Sıra buzdolabı ve mobilyaların taşınmasına gelince kamyoncu:

“Tamam çocuklar, gerisini bana bırakın.” dedi. Memnuniyeti yüzünden belli oluyordu.

Kiracı teyze de kibarca bize teşekkür etti. Biz öyle sessiz, öyle uslu duruyorduk ki kadıncağız sanırım şaşırmıştı. Bahçe duvarlarının üzerine raftaki bardaklar gibi sıralanmıştık. Pür dikkat kamyon şoförünün ıhlaya tıslaya eşya taşıyışını seyrettik. Bizi aslında ilgilendiren tek şey, bu yeni kiracıların çocuğunun olup olmadığıydı. Eşyalar kamyondan indirildikten sonra ortaya çıkar diye düşünüyorduk. Biz akıllı uslu çocuklar olup reklamları oynayaduralım, sokağın başından, boş arsanın bulunduğu yerden bir güneş doğdu. Kloş etekli, saçları iki yana atkuyruğu yapılmış, pembe yanaklı, beyaz tenli bir kız çocuğu peyda oldu. Yanında sonradan halası olduğunu öğrendiğimiz bir abla vardı. Duvar üstlerinde tüneyen kızlı erkekli grup, bir anda bando takımını selamlarcasına aşağıya atlayıp tesbih tanesi gibi dizildiler bahçe duvarlarının dibine. Sokağımızın gece bile bu kadar sessiz olduğu görülmüş duyulmuş şey değildi. Huyunu husunu bilmediğimiz yeni sakinler, huyumuzu husumuzu henüz öğrensinler istemiyorduk. Bakalım bu yeni kızla ilk kim konuşacaktı? Ya da bu yeni kız ilk hangimizle konuşacaktı.  Meral, çilli burnunu kaşıdı.

“Valla pek kendini beğenmiş baksana. Üstü başı kirlenmesin diye kesin sokakta oynamaz bu.”

At kuyruğu kumral saçlarını sallayarak gelen bu yeni kız, halasının elini bırakıp bizlere yaklaştı.

“Merhabalar, ben Neslihan. Üçüncü sınıfa geçtim.” Filanca okulda okuyorum. Annemin adı şu babamın adı bu. Döktürdükçe döktürüyordu. Biz de dut yemiş bülbül gibi, ama ağzımız açık bir şekilde onu dinliyorduk.  Çok saygılıydık. Konuşanın sözünü kesmezdik. Hatta Sümüklü Yaşar’ın sümüğü kesildi onun yerine ağzından salya damladı yere. Neslihan, öyle cana yakındı ki sanırım bize uyum sağlamada hiç zorluk çekmeyecekti. Daha dakika geçmemişti ki çevresini sarıp, ona kendimizi tanıtmaya başladık.

“ Ben Bilâl.”

“ Ben Mehtap.”

“ Ben Engin. Bilâl benim abim.”

“ Ben Behzat. Mehtap benim ablam.”

“ Ben Meral. Mehtap’la Behzat benim kardeşim.”

“ Ben Ali. Behzat, Mehtap ve Meral’in en küçük kardeşleriyim.”

Derya cırlak sesiyle ortalığı yırttı. &

“Mısırcı geliyorrrrr!”

Bu Derya’nın en zayıf noktasıydı. Mısırcının da daimi müşterisi. Kimse almasa bile mısırcı ona mısır satışının garanti olduğunu biliyordu. Yeni arkadaşımızın gelişini kutlamak için hepimiz birer mısır almayı çok isterdik ama hiç birimizin cebinde kuruş yoktu ki. Neyse Derya avucunda sıkı sıkıya tuttuğu ve ter içinde kalan buruşuk parayı mısırcıya uzattı. Kazanı taşıyan ahşap arabanın tekerinin üzerine çıkıp, en irisinden bir mısır seçti. Bakalım kaça bölünebilecekti bu mısır, içimizdeki şanslılar kim olacaktı? Biz ağzımızın suyunu zapt etmeye çalışaduralım, Neslihan daha gelir gelmez ciğerimizi okumuş gibi mısırcıya yaklaştı. Elinde alüminyum fırın tepsisi vardı. Mısırcıya bir banknot uzattı. Buharı tüten mısırlar suları süzüle süzüle tepsiye sıralandı. Ev taşınmasında yardımımızdan dolayı Neslihan’ın annesi bize mısır ısmarlamıştı. Mısırcının da yüzü gülüyordu. Bir heves paraları önlüğünün cebine soktu ve boşalmış kazanın suyunu da kanalizasyon logarına boşalttıktan sonra yeğnimiş olarak sokağı terk etti. Mısır paylaşmada biz öyle kibar davranıyorduk ki sanırsın görgü dersi almışız. Bir mısırı alıp bölebildiğimiz kadar küçük parçalara bölüyorduk. Elden ele geçen parça mısır en sondaki çocuğa ulaşana kadar küçük bir gezintiye çıkıyordu. Bu kibarlık gösterisi, Neslihan’a karşı yapılmış bir vazifeydi sanki. Önceden sözleşmiştik de şimdi sözümüzü tutuyorduk.

Derya’nın annesi balkondan eğilmiş bizi seyrediyordu.

“İki gün sonra o kızcağızı da kendinize benzetirsiniz.” deyip güldü ve içeriye girdi.

Olgunduk, olumsuz sözleri duymazdan gelirdik. Biz Sakine teyzenin kusuruna mı kalacaktık. Gayet pişkin, sırıtarak Neslihan’ın çevresinde dört dönüyorduk. Mısırları öyle pay etmiştik ki Neslihan, doymasak da nefsimiz körlenmişti. Çok uyumlu ve arkadaş canlısı biriydi bu kız. Mehtap ve Meral, yan komşuları olduğu için daha samimi olmuşlardı. Üstelik sokak kapıları birbirinin tam karşısındaydı. Kapıdan ilk çıktıklarında birbirlerini görüyorlardı ve akşam yatma saatinde de son ayrılan onlar oluyordu. Zaman içinde bu yeni komşumuz, bir bahaneyle sokaktaki tüm çocuklara su muhallebisi yapmaya başladı. Neslihan da bunları bize ikram ediyordu. Balkonlarının yanında sıraya dizilip nevalemizi aldıktan sonra sokak oyunlarımıza hız veriyorduk. Sokağımız Neslihanların taşınmasıyla daha bir renklenmişti sanki. Arada bir değişik fikirler ortaya atıyordu Neslihan. Mesela, bir kermes düzenlemek gibi.

Kermes yapsak kime ne satacaktık? Sokağımız neredeyse çıkmaz sokak konumundaydı. Neslihan gülümseyerek: “Yaparız, yaparız, bana güvenin.” dedi.

Girişimciydik de ha.

Evden getirdiğimiz, işe yaramaz kırık dökük oyuncakları, araç gereçleri, bir tezgahın üzerine sıraladık. Tamir edilen ürünlerimiz yeni sahiplerini tezgahın üzerine yan gelip yatarak beklemeye başladı. Bilâl kasiyerimiz oldu. Müşteri çekmek için sokağın iki başına el ilanları astık. Ok işaretleriyle kermesin yerini belirttik. Neslihan’ın kafası ticarete basıyordu. İleride iyi bir tüccar olabilirdi. Ya da antika işine girebilirdi. Paslanmış metal bileklikleri, kol saatlerini halasının kullanmadığı ojeleriyle rengarenk boyamış, yepyeni yapmıştı. Öngördüğü gibi sokağımız çocuk kaynamaya başladı. Satışlar gayet iyiydi. Gerçi fiyatları düşük tutmuştuk. Sürümden kazanıyorduk. Akşam karanlığı bastığında, seyyar satıcılar da biz de kârlı bir gün geçirmiştik. Fakat ortalık, el ilanlarıyla dolduğu için şikayetler gelmeye başladı. Bir temizlik operasyonu başlattık.

Çok titizdik de. Sokağımızı yarım saatte temizleyiverdik. İşimiz bittiğinde ise bizi kötü bir sürpriz bekliyordu. Bilâl, kasanın başından ayrılırken paraları emniyete almamıştı. Kağıt paralar yoktu yerinde. Yalnızca birkaç bozukluk kalmıştı geriye. Yine Neslihan, bir fikir attı ortaya.

“Hiçbirimiz bunu yapmış olamaz. Mutlaka mantıklı bir açıklaması vardır. Bekleyip göreceğiz. En güzeli, bir duyuru yapmak.”

Bir fon kartonunu megafon gibi dürerek sokağımıza seslendi.

“Duyduk duymadık demeyin. Bin bir zorlukla oluşturduğumuz bütçemiz ne yazık ki şu anda alt üst oldu. Eminim, bu yanlışlığı yarına kadar düzeltiriz.”

Başka zaman olsaydı, hayat memat meselesine dönerdi bu konu. Nasıl yanlışlıkla para kaybolurdu. Neslihan’ın yanlışlık dediği şey düpedüz hırsızlıktı. Fakat bizim aramızda böyle bir olay hiç yaşanmamıştı. Yanlışlığı düzeltmeliydik ama nasıl?

Yanlışlığı biz düzeltmedik. Bu bir insan işi değildi çünkü. Bunu yapsa yapsa insanlıktan çıkan biri yapardı. Tespitimiz hiç de yabana atılmazdı. Bizim çöp toplama işi sırasında oluşturduğumuz rüzgar, kağıt paraları uçurmuştu. Bir balkonun altındaki çimento torbalarının altına kadar savurmuştu. Alirıza amcaların iki kedisi, torbaların altındaki kumu kullanırken eşeledikleri zaman yeniden ortaya çıkmışlardı. Onlara olan minnetimizi, okşamalarımızla gösterdik. Hem onlar mutlu oldu hem de bizler.

Gördünüz mü hayvanseverliğimizi?

Bir gün bu sokakta öyle bir durum ortaya çıktı ki tam gazetelik. Bir araç oyun alanımızı işgal etmişti. Bir gün değil, beş gün değil, on gün değil hiç kıpırdamadan neredeyse bir aydır oradaydı. Oynadığımız arsaya park eden bu yabancı araç da kimindi? Şimdiye dek hiç görmemiştik. Birbirimize soruyorduk. Kimse bilmiyordu. Yakın zamanlarda sokağımıza gelen giden misafir yoktu. Olsa bizden asla kaçmazdı. Bize yeni bir maceranın kapıları açılmıştı. “Bu araç kimin olabilir?” yarışması. İlk bulan büyük ödülü yaz boyunca elinde bulunduracaktı. Sanki Guinness (Gines) Rekorlar Kitabı’na girecekmişiz gibi bu konu üzerinde hassasiyetle duruyorduk. Evinden başını uzatana hemen bu arabanın sahibini tanıyıp tanımadığını soruyorduk. Soruyu duymayan mahalle sakini kalmadığında arabayı uzaktan göz hapsine aldık. Günlerce kimse yanaşmadı arabaya. Sonunda biz yanaştık. Pencerelerinden içeriyi görmeye çalışıyorduk. Elimizi ışığa siper edip içeride biri var mı yok mu, kontrol ettik. Birkaç anne, pencereden başını uzatıp bağırdı.

“İçinde bomba momba olur, uzak durun arabadan.”      Bomba mı? Bomba olsa kaç yazar. Bizim merakımız tavan yapmış. Uyarının etkisi ancak beş dakika sürüyordu. Bizlerle baş edemeyen aile büyüklerimiz, sonunda arsa sahibini arayıp buldular. Yıllık izne gelmişti şansımıza. Aracın ona ait olabileceğini düşünüyorlardı. Arsa onun değil miydi, ister araç koyardı ister boş bırakırdı. Adam, göbekli pantolonunu tutan lastik askılarını başparmaklarıyla çekiştirerek aracı uzun uzun inceledi. Uçları kıvrık simsiyah boyalı bıyıklarını titreterek geviş getirir gibi ağzını oynattı.

“Yahu kimin ola ki bu taksi?” diyerek kendisine ait olmadığını söylemek istedi bize. “Allah Allah!” Sonra arsanın karşısında olan evin bahçe duvarına güneşlenen kelaynaklar misali sıralandık. Alamancı amcayı izliyorduk. Sanki varlığımızın yeni farkına varmış gibi bize döndü.

“Bu araba kimin?”

Hepimiz sözleşmiş gibi boynumuzu içeri çekip omuzlarımızı yukarı aşağı oynattık. “Ne bilelim” der gibi. Adam, tıpkı bizim daha önce yaptığımız gibi arabaya yaklaşıp içeriyi kontrol etti.

“Allah Allah!”

Sanki arabayı buraya bırakan onun tapulu arsasına sahip olmak istemişçesine adamı rahatsız etmişti. Arabayı arsasından kaldırmak için önce yasal yolları deneyecekti. Olmadı mı? O zaman bir hâl çaresi düşünecekti. Böyle homurdanarak birkaç gün daha gitti geldi. Bizler, bu işin sonunun nereye varacağını düşünerek merakla günü akşam ediyorduk. Alamancı amcayı gördüğümüzde oynadığımız oyunu en kritik yerinde bile olsa bırakıp yerimizi alıyorduk. Yani duvarın üzerine tünüyorduk. Böylelikle olayın geçtiği mahal, kuşbakışı izleniyordu. Adam sonunda izni bittiği için Almanya’ya döndü. Gerekli yerlere başvurularını yapmıştı ve yapacağı başka bir şey kalmamıştı. Biz de oyunlarımıza geri döndük. Arabanın bulunduğu arsada pek oynamadık. Annelerimize göre ne olur ne olmazdı. Bakarsın sahibi bir mafya şefi falan olurdu. Neme lazım, aman uzak durmalıydık.

Araba o yaz, arsada kaldı. Üzerinden bir de kış geçti. O gıpgıcır arabanın rengi önce donuklaştı, sonra solmaya başladı. Zamanla, tekerlerindeki hava söndü. Arabanın boyu azıcık kısaldı. Yağmur, çamur derken biraz daha çöktü toprağın içine. Kapılarının kenarları, motor kapağı hafiften paslanmaya başladı. Sonunda tekrar yaz geldi. Artık kimse o hurda yığınıyla ilgilenmiyordu. Ta ki bir gün Alamancı amca gelinceye dek. Adam, gelip de arabanın hâlâ orada olduğunu görünce küplere bindi. Hiddeti sönmeden hemen yan sokağımızın başındaki Musa amcanın marketine gidip bir koli gofret alıp geldi. Duvarın üzerinde tünemiştik yine. Alamancı gofretlerin kolisini açıp birer birer dağıttı bize.

Çocuklar” dedi “Şu nemrut arabayı buradan götürebilir misiniz?”

Ben hemen atıldım.

“Nereye götüreceğiz?”

“Valla götürün de neresi olursa olsun. Bu yaz temel kazdıracağım arsaya. Ev yapacağım üstüne.”

“Amca, sen söyle nereye istersen götürelim.” Arkadaşlar, şaşırmış bir ifadeyle ağızları yarı açık bana bakıyorlardı.

“Sokağın diğer başındaki arsaya.”

Benim yerimden hareket etmemle tüm sokak hareketlendi. Arkadaşlar, peşime takıldı. Arabanın yanına geldik.

“Kontak anahtarı sende miydi?” diye sordu Celâl.

“Ne anahtarı oğlum?” dedim.

Kardeşim bağıra çağıra eve doğru koşuyordu.

“Anne! Arabayı ağabeyim çalmış.”

;Bir fırladım ki sormayın gitsin. Ender’i ensesinden yakaladım.

“Ne çalması Ender? Sen ne yapıyorsun öyle bilip bilmeden?”

“Anahtarları sende ne geziyor o zaman?”

“Ne anahtarı?”

“Nasıl hareket ettireceksin arabayı o halde?”

“İteceğiz tabii ki.”

Bilâl, sevinerek atıldı.

“Kaptan mahaline ben bineyim. Ehliyetsiz araba sürdüm diye hava atmayı çok istiyorum.”

Ya Bilâl, bir dur hele. Araba yeterince ağır. İtebilecek miyiz, itemeyecek miyiz? O bile belli değil.”

Daha sözüm bitmemişti ki çocuklar, bir kuş sürüsü gibi hurda arabanın üzerine çullandı. Arka ve ön kaportaya abanan çocuklar, bir tahterevalli gibi arabayı sallamaya başladılar. Önce yerinden oynayan bu yığın, tekerlerini saran ve adeta betonlaşmış kalıptan kurtuldu. Paslı eklem yerleri gacırdadı. Yaşlı bir adam gibi inledi önce. Sonra arkadan itekleyen onlarca çocuğun kuvvetinin karşısında pes edip tekerleri dönmeye başladı. Sokağımızdaki her çocuk, bu tarihsel olayda rol almalıydı. Kaçırır mıydık hiç. Sokağımızın tarihinde ender görülen bu zaferde bir nefer olmak istiyorlardı. Gofretin hakkı verilmeliydi. Evlerdeki ebeveynler, pencerelerden başlarını çıkarmışlardı. Alışık oldukları gürültüden farklıydı bu kez sokaktaki sesler. Coşkun çocuk seslerine, metal gıcırtıları eklenmişti. Merak etmemeleri imkansızdı. Bağırıp, aracı bırakmaları hakkındaki uyarıları çocuklar duymuyordu bile. Daha doğrusu, aracı görmüyorlardı bile. Çünkü karınca sürüsünün bir örümceği sarması gibi araç çocuk kalabalığın içinde kaybolmuştu. Yalnızca bir topak çocuk yuvarlanıp duruyordu. Sanki koca bir dişli, onları çarklarının içine almış çiğniyor gibi gözüküyor olmalıydı. Bazı anneler, dışarı çıkmış bu topaktan çocuklarını koparmak için canhıraş çalışıyorlardı. Ortadakinin bir canavar dişli değil de terk edilen araba olduğunu anlayınca  önce rahatlıyor sonra şaşırıyorlardı. Alamancı amca, biz arabayı sokağın ortasına getirmeden çekip gitmişti. Anneler, bizi bu pas yığını çarktan kurtaramayacağını anlayınca sinirleri bozulmuş bir halde gülme krizine tutulmuşlardı. Ne yapacaklarını bilemeden birbirlerine bizi gösterip ellerini iki yana açıyorlardı.

Arabayı, sokağın diğer başındaki boş arsaya getirdiğimizde lastikler hem eskilikten hem de havası indiği için paramparça olmuştu. Daha arabayı bir köşeye yerleştirmeden bitişikteki evin sahibi teyze sinirli sinirli evinden çıktı.

“Amma da yaptınız ha bebeler. Koyacak yer bulamadınız mı bu pas çuvalını. Benim manzaramı kirletir bu.” diyerek:

‘İstemem Allah istemem!’ tutturdu. Bize koca bir paket bisküvi çıkarıp dağıttı. Eee, ne yapacağız? Tabii  ki gofretle gelen paslı araba, bisküviyle gerisin geri ilk bulunduğu arsaya yöneldi. Bu kez, acemiliğini atmış olan çocuklar, daha bir ustaca ittirdiler arabayı. Bir de tepesine çıkıp zaferlerini ilan eden ufaklıkların ağırlığı olmasa daha bir sürat yapardık aslında. İyi ki Bilâl’in aracın içine oturmasına izin vermemiştik. Fakat daha beteri olmuştu. Kucak kucağa, koyun koyuna fare yavrusu gibi ufaklıkla dolmuştu aracın içi çoktan. Durmaya imkan yoktu, sel olmuş akıyorduk. Değil setler, önümüze baraj yapılsa bile durduramazdı bu akıntıyı. Gürültü, gacırtı gucurtu, çocuksu ve ergensi naralar, sanırım diğer sokaklardan da duyulmuştu. Çocuk sayısı arttıkça araç daha da hafifliyordu. Halbuki tam aksi olması gerekiyordu.

Nihayet, bu curcuna çok geçmeden sona erdi. Görev tamamlanmıştı. Sokağımız kurtulamamıştı ama bu düşmandan. Yine de eskisi gibi olmayacaktı düşmanımız, ağır bir hezimete uğramıştı. Geriye çekilip ona ne yaptığımızı anlamak için şöyle bir bakmak yeterliydi. Zavallıcığın hiç hali kalmamıştı. Lastiklerinin olmayışı, dikiz aynalarının sökülmesi, camların çıkarılması garip gelmiyordu da koltuklar ne zaman halledilmişti? Size samimiyetle söylüyorum ki o araba altımızda olmasaydı bu hale gelmesi için birinin hokus pokus yaptığına bile inanabilirdik. Sokaktaki her bir çocuğun zulasında bu arabadan bir hatıra vardı. Neslihan’ın zulasında bile. Eğer, ertesi gün hurdalıktan birisi çekiciyle gelip bu cenazeyi kaldırmasaydı, balkonlarımızda kalan parçalarını görmek işten bile sayılmazdı

Artık bizim de bir arabamız olacaktı. Alirıza amcadan izin alarak harç sedyesini sokağa çıkardık. Hurda arabadan söktüğümüz parçaları ve dört tekeri taktık sedyeye. Bu arabayla ne yapacağımızı yine Neslihan’dan çıkan bir fikre uygun olarak karar verdik. Gezici kütüphane. Sonunda edebiyat sokağımıza girmişti, bundan sonra iflah olmayacaktık. Oyunlar duruldu, her gölge altında, duvar dibinde eline bir kitap alan, artık sokağımızdan dışa taşıyor, dünya seyahati yapıyordu. Okuyan memnun, anneler memnun, satıcılar memnundu

Biz, topluma memnuniyet katmıştık.