Ruh Tutulması/Erinç BÜYÜKAŞIK

Bu gece kanlı ay tutulması var. Hepimiz kampın tepesinde kayalıklar üzerinde bir köşeye geçip bekliyoruz dağın ardından ayın doğmasını. Kıçımız hiç de rahata değil kayalıkların üzerinde. Kıçımız rahat olsaydı belki de kaçıp gelmezlik buraya. Hepimiz boktan bir kaçış derdindeyiz. Bir süre unutmak isteği bizimkisi.

Açık kalan televizyonu, caddede yürürken kalabalıkların arasında birbirimizi fark etmeyişimizi, o dev yalnızlıklarımızı, bilimum ruhsal hastalıklarla yorumladığımız mutsuzluk hikayelerimiz. Ayşen de yanımdaydı o gün. Alaca gecede yıldızların görkemli salınışına hayranlıklar bakıyordu biraz ötemde. Diğer gün dönecek. İstanbul’da gök bu derece yıldız cenneti olmadı hiç, diyor bana yumuşak bir seslenişle. Ay dağın ardından çıkmaya başlayınca tepede bekleşen kalabalıkta bir hareketlenme, Godot’u bekliyoruz, göksel bir kurtarıcı kızıllık içinde gelecek ve aydınlanacak bir süre sonra tabak gibi gökte beliren ay. Hepimiz birer gölgeyiz şu an. Şarabı şişeden içerken Ayşen’in yüzünde bir aydınlık beliriyor. Gülümsüyor bana. Duru bir bakış onunkisi. O zırva ofis hikayelerimiz, ikramiye beklentileri, şirket servisinde yarı uykulu hallerimiz yok. Yıldızların altında sızana kadar içmeliyiz bu gece. Hadi ayı selamlayalım diyor Ayşen heyecanlanarak.

Unutmak mümkün. Ötelemek, zihni dondurmak. İnsanoğlu zaten meyilli buna. Hele de ben bir süredir zaten kendimi ruhça bir kaçak gibi hisseder oldum. Burada, göğün laciverde çaldığı saatlerde denizin hırçınlığına gözlerim takılırken hatırlamak ve unutmak arasında gelgitler yaşıyorum. Televizyonda bağırıp çağıran politikacılar ki evdeyken kapatmıştım televizyonu, yüzlerce kilometre uzaktaydım hatta, kampa gelen gezginler, onların yol öyküleri, Marcus Kapadokya uzerinden Karadeniz’e geçecekmiş, ardından Gürcistan. Tüm yolculuğu kız arkadaşıyla otostop çekerek yapmayı planlıyorlar. İranlı çift üç gündür gönüllü çalışıyor burada, onlar da Afrika’ya gidip bisikletle beş altı ülkeyi gezeceklermiş. Bu sahil, bu kamp bir bekleme noktası sanki, bir iki hafta nefes almak, dinlenmek için bekledikleri bir sığınak. Ben de unutmaya çalışıyorum. İşyerinden aradılar yine, kafa iznimi uzatmak istiyorum dedikçe üç gün içinde dönmezsem patronun nihai kararının işten atmak olduğunu söyledi Ayşen. Kızcağıza siktiri çekmek olmazdı ama o mealde bir iki laf etmiştim  müdüre aktarması için. İçimde korku türemedi, şaşkınım bu cesaretime.

Gelirsem haber veririm diyebildim sadece konuşmanın sonunda, kafa izni işte, ne gövdem ne zihnim müsait değil o hengameye dönmeye. Telefonu  tamamen kapatamadığıma kızıyorum, şarj etme derdiyle kampta priz peşinde koşmak zorunda kalıyorum bir iki gündür. Kapat işte şunu. Bulamayan bulamasın seni. Çadırımda mutluyum ve hatta dinginim hayli hayli, uzun süredir karşıma çıkmayan bir dinginlik. Elimde fener kampa doğru her yol alışımda ağaçlardan ağustos böceklerinin sesleri yükseliyor, birkaç baykuş da eşlik ediyor onlara. Karanlığın içinde yol almak, sivrilerin tüm vücudumu delik deşik etmesi, sessizlik ve çadırımın diğer çadırlardan uzakta oluşundan doğan ıssızlık hissi. Tüm bunlar benim işte. Beni dağıtan, zihnimi yoran iki saatlik iş ve ev arası servis yolculuklarından da uzağım, yayan varıyorum çadırıma işte, sabahları da tuvalet temizlemek hiç de erindiğim bir şey değilmiş.

Beş yıldızlı otelde bu yıl kalmayalım da çadır tatili yapalım diyen yerli tatilciler dışında karşıma gezginler çıktıkça belki de keşfetmediğim kendimi onlar sayesinde bulacağımı anlıyorum. Sivriler de atmak gereken artıklarımı çekiyor iğneleriyle. Hiç de rahatına düşkün bir küçük burjuva değilmişim, en azından artık değilim. Televizyonu kapamıştım değil mi evden çıkarken, tası tarağı toplarcasına çıkmıştım sanki evden, en son bas bas bağırıyor du tok sesli, öfkeli politikacı. Ey ötekiler, milli ve manevi ve bilcümle nispet i'siyle donanmış hamasetimizin ürettiği düşmanlar… Ne güzel şey farkındalık halinin farkına varmak. Akşamları gökyüzünün yıldızlarla çepeçevre olduğunu gördükçe astronomiye de merak saldım yarım yamalak. Neredeydi Büyük ayı, ha işte Venüs, oradaki Mars. Jupiter en parlağı. Burada limon ve muz ağacının farkını da öğrendim biliyor musun? Zihin hiç de hızlı çalışmıyor, ağır akıyor her şey. Ay ışığı yıldızların görkemine engel oluyor, ay batsın o halde. Murat yanımda. Can dost dediğin kaçtığın yerde de bulur seni. Demek gönüllü çalışıyorsun, peki sabah temizlik yaparken ben de kıçımı yaya yaya yatarım çadırımda. Sabah kahvaltıya kalkarım kesinlikle. Ne muzır çocuk Murat, her gece daha geç yatar oldum onunla sahildeyken, bir de uyanması var sabahın köründe. Şeytan tüyü var besbelli ben de takılıyorum peşine.Cep telefonundan çalan müziğe kapılıyor kulağımız ve salkım saçak yıldızlara. Her sene dinlediğimiz şarkılar sanki ilk defa dinliyormuşçasına alıp götürüyor ikimizi.

Ben şaraba dadandım, o birayla idare ediyor sahilde. Şu siyah tazı dün peşimize takıldı yine. Taş atmaca oyunu oynuyoruz her karşılaştığımızda çevik hayvanla. Güdülemişler bunu koşmaya diyor Murat. Sahi televizyonu kapattım mı evden çıkmadan. Arada bir zihnimi meşgul ediyor bu soru. Evde ses olsun diye açmıştım aptal kutusunu. Zihnimi dağıtan bir ses, seste anlam arama niyetim de yoktu aslında. Odada bir yandan müzik çalıyordu hatta. Kendimi kandırıyorum işte sahiden yalnızım evin içinde. Telefonun çalmasını beklediğim bir iki günü ardımda bırakmıştım.  Ev konforundan çıkınca çadır ve orman birleşimi bir kaçış öyküm olurdu benim de.

Tuvalete gitmek için bile ormanın içinden geçiyorum, demek ki kıç denen uzuv da kalkıyormuş yerinden. Kampçılığın doğasında var demeye başladığım alkole meyil hali yok bu sene. Sanki ayık olmalıyım bir şeyleri doğru görebilmek için bu sefer. Arada şarap sadece, o da haftada iki gece. Para mı dayanır her gün içmeye zaten. Sedirlere yayılıp ölüm tembelliğine de alışamadım. Uzat arada bir bacakları, hımbıllığın, hiçbir şey düşünmeden yayılıp uzanmanın keyfini çıkar. Yok, kendime yakıştıramıyorum yine. Aklımca keşfececeğim ormanı, daha dün çadırın üstündeki tepeye çıkmak için kozalakların, çamların arasında zorlu bir yolculuk yaptım. Denizin bembeyaz köpükleri ilişti gözüme tepeden bakınca, kayalıklar boyunca uzanan çam ağaçları ve mavi, deli bir mavi…

Reklam başlamıştı haberlerin ardından. Bitmeyen reklamlar. Sesini kıstım televizyonun. Murat telefonda, birkaç gün sonra ben de gelirim yanına. Özlemişim oraları. İstanbul’da sıcak kavurucu, evden de çıktığın yok zaten. İşyerindekiler performansımın düştüğünü söylüyor, ruh gibi geziniyormuşum ofiste. Kullansın yıllık iznini o halde demiş şube müdürü, her bir boku da bilir müdür hazretleri. Verimsiz personelin kulağını bükelim biraz. Sabah kamptaki tuvaletleri silerken ofiste olmaktan daha huzurlu geldi milletin ayak işleri dediği işler. Al bezi, sil masaları; gereksiz dosyalar, körleştiren bilgisayar ekranı, hesap kitap işleri yok. İş bitince öğlen gibi sahile indiğimde Murat güneşleniyordu. Gölgeye kaçayım dedim ona. Yanıbaşımda oturan çift hesap kitap işleri, ofis ortamı, maaş zamlarından söz ediyor habire. Onların da müdürü hayırsızın biriydi. Kızcağıza da ters bir şey demedim umarım müdüre  kızgınlığımdan. Ayşen iyi kızdır, esmer güzeli, ay yüzlü… Tek suçu herifin sekreteri olmak gözümde. Elçiye zeval olmaz niyetiyle aradı beni bugün de. Kızcağız hafta sonu atlayıp geldi yanıma. Huzurluyduk  o gece, zihnimiz o kadar uzaktı ki hengameden. Kafa izni mi, sıçtırmasın kafasına, üç gün içinde dönsün. Eski personel demem kapının önünü göstermeyi bilirim ona. Kızcağızın ifadeleri yumuşatılmış hali bizim müdürün dediklerinin besbelli. Herifin ağzının bozuk olduğunu hayli hayli bilirim. İşe muhtaç oluşumu koz olarak kullanıyor besbelli.

Be Murat kredi kartı borcun veya uçan kuş cinsinden her bankaya borçların olmasa durur muydun o ofiste. Göt korkusu işte. İş bulmak da zor bu yaştan sonra, hele sepetlemişlerse seni. Tazminat alırsan şanslısın. Kovulmamalı, onurluca istifa etmeli demek ki.  Fransız gönüllü çiftin her şeyi bırakıp Çin’e otostopla gitme niyetini, belli ki imreniyor içten içe,  belli belirsiz içerliyor bu uzun yolculuğa. Bırakamamak, gidememek veya terk edememek koyuyor ona da benim gibi. Ev kira zaten, bırakıp gidersin,  evdeki eşyaların da kıymeti yok dersin de hangi parayla yola devam edeceksin. Birikim mirikim hak getire.  Avrupalılar gibi değiliz abi, onlar rahat, diye geçiştiriyor. İçmeye devam ediyoruz bu gece de. Biz hep kaçmak isteyip olduğumuz yere kök salan bir halkız azizim. Kaçsak kendimizden kaçamayız, sudan çıkmış balığa döneriz başka memleketlerde. Kök salmak değil de götünü yayanlardanız bu sahildeki gibi diye dalga geçiyorum Murat’la. Haklı aslında, sevmediğimiz hayatları sürdürmeye mahkumcasına kök salıyoruz. Şerefe o halde. Biz kök salanlara. Kamptaki gönüllülerden biri yoga derslerine başlamış, katılsak mı? Kalacağın bir iki gün zaten, güneşe selam verir, Namaste ile içselliğini keşfedersin. OMmmmm diyerek de bitirirsin arınmanı hatta.

Onunla alay ettiğimi fark ederek geç dalganı diyerek birasından bir yudum daha alıyor. Tazı cinsi köpek yine oyuna davet niyetiyle dikiliyor yanımızda. Lacivert gök ve salkım saçak yıldızlar altında attığımız taşların peşinde koşuyor deli hayvan. Miço diye sesleniyor sahildekilerden biri. Koşarak uzaklaşıyor yanımızdan. Her gün sahilde taş yakalayıp getiren, sulara dalıp çıkan, ıslak ıslak kumlarda oynayan dostumuz uzaklaşıyor bizden. Buranın köpekleri kadar bile özgür değiliz be Murat, sanırım bizim de coğrafi kaderimiz bu. İbn Haldun göndermeli lafımı gülümseyerek dinliyor. Biraz çakırkeyif sanırım o da. Dalgalar daha da coşkulu ve delirmiş şu an. Ay battıkça yıldızlar belirginleşiyor. Kumsal boyunca oturan insanların telefonlarından müzikler ulaşıyor kulağımıza, gülüşmeler, doğa kendimizle yüzleştiriyor bizi Hakan. Bakma bizden başka insanlar olduğuna çevremizde, o kadar benziyoruz ki birbirimize. Hepimizde aynı çıplaklık arzusu, ruhumuzun çıplaklığı. Böyle cafcaflı lafları beklemezken Murat’tan söylediklerine katıldığımı hissettiriyorum başımla onu onaylayarak. Denizden gelen esinti ürpertiyor bir an beni. Sen de dneceksin Hakan, buralarda gönüllü çalışıp yemek, sigara ve yatacak çadırımı karşılasalar yıl boyu diye geçiriyorum zihnimden. Yok, o hengameden uzak kalacak değilim, bir şekilde illetli bir hastalık gibi dönerim inime, İstanbul’a evime besbelli. Alkol zihnimde oyunlar oynuyor sanki, gövdemin tümüyle uyuştuğunu, altımdaki kumla bütünleştiğimi hissediyorum o an. Bizim tazı yine damladı yanıbaşımızda, at bakalım taşı, koşturalım onu kumsal boyunca. Burada yalnızlığı da seviyorum aslında. Hiç de korkunç, boğucu gelmiyor göğün karanlığında bir başınalık. Sittin sene dinginleşemeyeceğz o ofislerde, o şehirde ve curcunada besbelli. Benim yatışma isteğim var. Miço’nun sahildeki oyunlarına daha coşkulu katılacağım o zaman.

O gece ayın tüm eylemini gözümü kırpmadan izlemek istedim. Kızıllığının içinde dev bir gölgeydik hepimiz. Sahil boyunca dalgaların sesleri arasında ikimizin de gölgesi kumsala vuruyor şimdi. Kaçmanın nesi kötü o halde. Gideceğimiz en uzak köşede kaybolana kadar sürebilir bu yolculuk.