Kalemin Kelamı /Gülnar KANDEYER -


Küçük kız, okumayı yazmayı öğrenmek uğruna çektiği sıkıntıya değip değmediğini düşünecek kadar olgunlaşmamıştı. Fakat annesi, övüncünde kendine pay çıkarıyordu. Neredeyse mahallelinin tüm mektupları bu küçük kızın kaleminden çıkıyordu. İnci gibi, hepsi bir boyda harfleriyle, kağıdın tepesindeki tarihine kadar, noktasıyla virgülüyle imrenilecek kadar muntazam mektuplardı bunlar. Eline bir zarf bir kağıt alan geliyordu. Saati önemli değildi, derin uykudaymış, hastaymış, karnı açmış, ne gam. Annesi kapıya gelen komşularını geri çevirmezdi. Demezler miydi ki: “Bir mektup yazacaktı altı üstü. Kızını okula verdi iyi ki büyüksünüyor iyiden iyiye. Bizi kapıdan geri çevirdiler.” Bu durum kara bir leke gibi ömür boyu alnına sürülürdü. Hele ki: “Anası kızına söz geçiremiyor.” lafı yalnızca annesinin değil bir ömür boyu kızcağızın da yakasını bırakmazdı. Yılgınlığa düşmeden zamanlı zamansız gelen mektup isteklerini karşılamak için bazen ödevlerini bile yapamazdı küçük kız. Fakat sıkıcılığından dolayı tek söz etmezdi. Büyük kentte oturuyorlardı, okula gidiyordu daha ne isterdi ki. Çok mektup yazmıştı fakat çok uzakta olan teyzesine ilk defa mektup yazacaktı. “Konu komşudan fırsat yok ki? Atalar sözü ne doğru söylemiş; ‘Terzi söküğünü dikemezmiş.” diye çok hayıflanırdı annesi.

Neyse işte büyük gün geldi çattı. “Otur kuzum, gel bacıma bir mektup yaz artık. Aslında biraz da ben ayak sürüdüm. İyice belle de sonra yazarsın dedim. Yannış yunnuş olmasın. İzanlı yaz.”

En keskin bıçakla açarak sivrilttiği kalemini, en kırışıksız çizgili kağıdını hazırlayıp annesini bekledi. Baktı ki annesinin işi uzun sürecek, kağıdın kenarına köşeşine harcamaya kıyamadığı renkli kalemleriyle kuş, çiçek falan çizip mektup kağıdını kendince süsledi. Annesi gelip kızının yaptığı işi görünce gülümsedi. Eline alıp, bir uzaktan bir yakından bakarak beğenisini belirtmek için dudak büktü. Küçük kız, gururlandı, annesi mektuba başlamak için ağzını şapırdattı.  “Yaz kızım.”  Giriş bölümü mektubun en önemli bölümüydü.

“ Kıymetli bacım, evvela mahsus selam ederim. Gülden nazik, pamuktan yumuşak ellerinden incitmeden öperim.” Küçük kız, teyzesinin gülden nazik ellerini zihninde canlandırdı. Hiç görmediği teyzesi, kim bilir nasıl da güzeldir. Elini sıcak sudan soğuk suya vurmuyordur. Gülün yaprağı gibi kadifemsi, pofuduk pofuduk kabarık parmaklar, yüzükleri falan…

“Hasretim ne denli büyük kelimelerle anlatamam. İstanbul’a geldik geleli bu sana ikinci mektubum. Öncekinde pek iyi haberler veremedim sana. İyi kötü başımızı sokacak iki göz ‘kondu’ yaptık kendimize. Az biraz borçlandık ama ziyanı yok. Ben de zengin evlere temizliğe gidiyorum. Enişten büyük inşaatlarda çalışıyor. Burada habire ev yapılıyor, dağ taş apartman inşaatı. Canımız sağ oldukça işsiz kalmayız. Borçlarımızı öderiz elbet. Kızı da okula verdik. Okuyup bir baltaya sap olacak inşallah. Daha ilk sene bitmeden okuma yazmayı söktü. Artık mektup yazdırmak için kimseye ağız eğmeyeceğiz. Ayda yılda bir değil kurban olduğum bacım, sık sık mektup yazdırırım bundan böyle.

Burada günlerimiz hep aynı. Sabah hepimiz evden çıkıyoruz. Enişten inşaata, ben ev işlerine, kız okula. Ah, bir oğlum olaydı, gölgesinde ömrümüzü doldururduk. Kısmet bacım, neylersin. Maşallah senin oğlanlar çifter çifter. Hakikaten çoluk çocuk ne yapıyor? Sıhhatleri iyi mi? Bilirim ki çalışkandırlar. İş güç derdi yok buradaki gibi. Kendi işleri, kendi kendilerinin patronları. Bizim gibi el etek öpmezler. Bacım, burayı bir gören pişman bir görmeyen. Her şey para, bir avuç kavurgaya, bir tutam yeşilliğe dünya para istiyor pazarcılar. Bizim bağda olsak, tutam tutam üzüm toplasak, çiftlikteki folluklardan daha sıcaklığını yitirmemiş yumurta kırsak sahana… Yanına ineklerden yeni sağılmış ağız pişirsek… Ah! Ne güzel olur değil mi? Düne kadar damı üstüne yıkılacak bir kulübede oturuyorduk, buna da şükür. Gel gör ki eyvanda yatmalara hiç doyamamışım.

Son mektubunda ‘gelin, sizleri çok özledim’ demişsin. Biz gelemeyiz de Yazgülü’nü tatilde salayım yanınıza, yüzüne kan gelir biraz belki. Azıcık belimizi doğrultalım, sizi de beklerim bacım. Benden yana herkese selam söyleyin. Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.

Okul bahçesinde teyzesine yazdığı mektuptan bahsediyordu

“ Yazın annem beni teyzemlere yollayacak. Tatilimi onların yanında geçireceğim. Gelince beni tanıyamayacaksınız söylemedi demeyin.” “ Niye tanımayalım, iki ayda insan değişir miymiş. Gitti Yazgülü, geldi Sonbahargülü olur.” Burnunu havaya dikti. “Benim teyzemler çok zenginler. Hergün ellerine kremler sürerler, yüzlerine allık. Annem dedi ki, yanına yollayım da Yazgülü’nün yüzüne renk gelsin.” Kızlardan birisi, çanta yerine kullandığı poşetinden kırmızı kalemini çıkardı. Kıkırdayarak yanına yaklaştı. “Taaa oralara kadar gitme, gel ben şimdiden yüzüne renk veriyim. Hem de kırmızı.” Kızlar, boyunlarını içeri çekerek kıkırdadılar. Yazgülü çok bozulmuştu. Size gösteririm, diyerek ayaklarını sertçe vura vura yanlarından uzaklaştı. “Kıskanmayın, sizin teyzelerinizin çoğunu tanıyorum. Ama siz benim teyzemi tanımıyorsunuz.” demekten kendini alamadı.

Aralarındaki çekişmeyi çabuk unutturan o saf çocukluk, her yerde aynı sonucu verirdi. Bugün küsseler de ertesi gün can ciğer kuzu sarması olurlardı. Her büyüğün okulsuz, öğretmensiz, bedava eğitim dünyasıydı bu durum. Keşke herkes çocuklar kadar masumluğunu, saflığını koruyabilseydi. Ancak büyük şehir tam bir kurtlar sofrasıydı. Yedi tepeli şehir, saf ve masum olanı çok çabuk tepelerdi. Yine de çocukluk, dünyanın her yerinde olduğu gibi yaşanıyordu.  Kız grubu okuldan çıkmıştı. Güle oynaya, şakalaşarak evlerine dönüyorlardı. Uzaktan bir toz bulutu yükseldi. Okula gitmeyen mahallenin küçükleri, kızlara doğru toz bulutunun içinden çığrışarak yaklaştılar. Aralarında mahallelerine kırk yılın bir başı gelen postacı vardı. Postacıyı neredeyse karga tulumba taşımaya başlayacaklardı. Adamcağız, şapkasını tutarak, çantasını bu azgın kalabalıktan koruyarak, dengesini yitirmeden yürümeye çalışsa da sürüklenmekten kurtulamıyordu.

“Yazgülü abla, size mektup var.” “Annen evde değildi. Biz de postacıyı sana getirdik.” “Yoksa mazallah kaybolur maybolur.” cümleleriyle ona muştu veriyormuşçasına coşuyorlardı. Postacı, kollarına asılan çocukları, başından savmak için bir hamle yaptı. Mektubu arkadaşlarından bir adım öne çıkan Yazgülü’ne uzattı. Daha fazla zarar görmeden yürüme yarışına katılan postacılar gibi hızlı adımlarla esaretinden kurtuldu.  Çocuklar ve arkadaş grubu bu kez de Yazgülü’nün başına pekmez görmüş sinekler gibi biriktiler. Zarfın üzeri daktiloyla yazılmıştı. Teyzesinden geliyordu. Yazgülü doğru söylüyormuş demek ki. Bir iki kız, dudak ısırıp başlarını ‘görüyor musun’ gibilerinden salladılar. “Aaa! Daktiloyla yazılmış.” dedi kızın biri. Öteki dirseğiyle dürttü. “Nereden biliyorsun? Daktilo ne ki?” “Kız müdürün odasında var. Yazı yazarken gördüm. Bir de çırt, çırt diye ses çıkarıyor. Aynı kurmalı oyuncak gibi.

Yazgülü, herkesin görmesini ister gibi biraz yukarıda ve ileride tuttuğu mektubuyla beraber yürüdü. Kızlara el salladı. “Mektubu akşam okuyayım anneme, yarın da size anlatırım.” Annesi gelene dek kendini işlerle oyaladı. Evi süpürdü, kilimleri çırptı, bahçe girişini suladı… Yazgülü annesinin eve gelişine hiç bu kadar sevindiğini hatırlamıyordu. Daha bahçe kapısında müjdeyi verdi. Annesi akşam yemeğini hazırlarken, o çoktan zarfı itina ile açmış, mektubu okumaya başlamıştı. Mektup da tıpkı zarfın üzerindeki adres gibi daktiloyla yazılmıştı. <em>“Mektubuma başlamadan evvel selam ederim. Bacım, mektubunu aldım, çok memnun oldum. Herkes iyi mi? Hepinize ibdi Allah’tan iyilik diliyorum.

Bacım, çalışmaya başladığını yazmışsın. Biz kadınların kaderinde başka ne var ki? Ha burada olmuşsun ha orada. Bunu bir türlü anlatamadım ben sana. Köy işinden kaçtın, kurtuldum mu sandın? Neyse, hiç değil avucuna aldığın parayı bilirsin, ona göre idareni ayarlarsın. Köylü bu yıl çok dertli. Yağmurlar az düştü, ekinler vaktinden önce kavruldu gitti. Oğlanları, büyük şehre işe saldık. Bir daha köye dönerler mi bilmem.

O yemyeşil bağdan da bu yıl bakım olmadığı için ancak yemelik kadar üzüm aldık. Ne pekmez yapabildik ne pestil. Tavukları da azalttık. Eriştelik, bir de kahvaltılık kadar yumurta çıktı. Azaltmasan ne yapacaksın hayvanları? Bakım ister, yem ister, aşı, ilaç ister. Masraf. Bir görsen, tezekten, tırmıktan ellerim nasır bağladı, susuz topraklar gibi çatladı, yarıldı. İş çok, yapacak adam yok. Gençler burun kıvırıyorlar. Hepsinin gözü şehirde. Eniştemin iş bulacağını bilse benim koca da İstanbul’a gelmek istiyor. Ne yapacağımı şaştım kaldım bacım. Mektubumuzu yazdırıyorduk yalvar yakar, muhtarımız da milletvekili seçildi, gitti meclise. Bu mektubu kasabadaki adliye önünde iş yapan arzuhalcilere yazdırdım.

İşte hal böyleyken böyle. Onun dışında iyiyiz hamd olsun. Acele mektubunu beklerim.

Yazgülü, mektubu okuduktan sonra sanki birden büyüdü, kadın oldu. Yetişkinlerin dünyasını erkenden tanıdı böylece. Ertesi gün okulda merakla zengin teyzesinin mektubunda neler yazdığını sordularsa da yanıt vermedi. Yalnızca teyzesinin yanına ne zaman gideceğini soranlara: “Gideceğim, elbette gideceğim.” dedi.&nbsp; Yazgülü, her yazdığı mektupta biraz daha büyüdü. Madem çalışmaktan ne yaparsan yap kaçamayacaksın, o halde şimdiden başlamalıydı. O zaman hem kendine hem de sevdiklerine daha fazla yarar sağlayabilirdi. Yazgülü, sarıldı kitaplarına, yaşadığı şehre, vatanına ve kadınlığına.