Eylül Kapanı/Gülnar KANDEYER


Kucağındaki bebeğe sıkı sıkıya sarılmıştı. En büyük korkusu, onu koruyamamaktı. Minik yavru, ana babasının geride bıraktığı hayatından bihaber gülücükler saçıyordu etrafına. Güneşli bir bahar gününde biraz dışarıya çıkmışlardı. Üzerlerine sinen kış yorgunluğunu, savruluş yaralarının bağladığı kabuğu silkelemenin gevşekliği içinde yürüyorlardı. Adam birden yerine çivilenmiş gibi durdu. Geri dönüp karısıyla yüz yüze geldi, ilerlemesine engel oldu. Kalabalık insan selinin duymasından çekinerek karısıyla konuşmak için zihnini toparlamaya çalıştı. Beraber olmalarının huzurunu yaşarken şimdi kapana kısılmış hissediyordu kendisini. Hem de masum bir canı da tehlikeye atmanın vicdan azabı içindeydi. Islık çalar gibi kadının yüzüne üfledi adeta.

“Biraz duralım burada. Sakın telaş etme.”

Aynı titizlikle karşılık buldu uyarısı.

“Ne oldu? Ne var?”

Karısının rengi ruhsarı kaçtı aniden. Sözcükler istemsiz bir hıçkırık gibi döküldü dudaklarından.

“İbo değil mi o?”

“He, Sümüklü İbo.”

“Ne işi var burada?”

“Bilmiyorum ama bizi görmemeli.”

İbo, kalabalık caddede gelip geçene bir şeyler soruyordu. Onlar da ceplerinden, cüzdanlarından çıkardıkları kimliklerini gösteriyorlardı. Şüpheli bulduklarını polis otosunun park ettiği yerde beklemelerini işaret ediyor, kimliklerini iskambil kâğıdı oymamaya hazırlanan kumarbaz edasıyla bir elinden diğerine aktarıyordu. Yetkin olduğu belliydi. Üniformalılar, önünde tekmil durduğuna göre bundan şüphe etmek saf dillilik olurdu. Şu dünyada olan her bir şeye inanırlardı da Sümüklü İbo’nun sivil polis olabileceğine inanamazlardı. Karı koca, onu ta ilkokuldan tanırlardı. Herkesin itip kaktığı, hor gördüğü, aralarına almadıkları İbo. Asıl adı İbrahim’di sanırım.

Beş kardeşiyle yıkık virane bir evde oturuyorlardı. Kışın her yanında pas delikleri olan bir odun sobasının başına toplaşan kardeşler, çoğuncası aç susuz geçirirlerdi günlerini. Babası berduş ve ayyaş bir adamdı. Zil zurna içecek parayı nereden bulurdu, bilinmezdi fakat hiç ayık gezdiği vaki değildi. Anaları, bu çileye dayanamayıp kaçmıştı. Beş kardeş, vicdanını susturamayan konu komşunun verdiğini yer, eskilerini giyerlerdi. İbo, okula bile kah gelir kah gelmezdi. Öğretmenler yaşananları bildikleri halde, İbo’nun sümüğünü temizleyemediği için akranlarının önünde azarlarlardı. O, yine yanakları soğuktan kıpkırmızı olduğu halde gülümseyerek bakardı arsızca.

Arkadaşı yoktu, ihtiyaç da duymazdı. Okula geldiği günler, dört kardeşi, paydos saatinde yollara düşer, yalın yapıldak koşarak boynuna bacağına sarılırlardı. Çoğu kişinin tiksintiyle yüz çevirdiği bu bahtsız çocuklara acıyarak ve merhametle bakanlar da vardı elbette. Mahalleli kadınlar kendi aralarında konuşurken:

“Ne suçu var şu sabi sübyanların? Onları bu hale getirenler utansın.” diyorlardı. Yoksa acımasız hayat dişlileri, çoktan öğütmüş olurdu yavrucakları. Fakat büyüdüklerinde başlarına bela olacağını düşündükleri bu beş erkek çocuğu devletin korumasına vermek için dilekçe yazan erkeklerden korktuklarından kadınların elinden bir şey gelmiyordu. Merhamet duygusu olan anneler, çocuklarına onlara iyi davranmaları gerektiğini öğütlüyordu ya, çok azı bu uyarıları hayata geçirebiliyordu. Onu da ıssız yerlerde yapabilirlerse. Çünkü acımasız akran grubu derhal etiketi yapıştırırlardı onlara da. Tıpkı İbo’ya yaptıkları gibi oyunlarında ve gruplarında yer vermezlerdi.

İlkokulu kör topal bitirdikten sonra pek ortalarda görülmemişti İbo. Kardeşleriyle aynı evde yaşıyorlardı yine ama utancından mı yoksa gururundan mıdır bilinmez, el ayak çekildikten sonra eve geldiği; sabahın ilk ışıklarında evden çıktığı söyleniyordu. Onun hakkındaki söylentiler, efsane gibi dilden dile dolaşıyordu mahalle kahvesinde. Hırsızlık yaparak kardeşlerine bakıyormuş. Efendim tabi diğer mahallelerde dileniyormuş. Babasını köyüne götürüp bırakmış. Annesini bulup öldürmüş. Karanlık işlere bulaşmış.

Daha neler neler…

Delikanlı İbo, gün yüzünde kimse tarafından görülmediği halde, hâlâ burnunda yemyeşil sümükle dolanırken görüldüğü şayiaları da eksik olmuyordu. Kahvehaneden evlere taşınan bu hikayelere, dedikodu üretenler katkıda bulunarak kapı önlerinde destana dönüştürürdü. Çevrede oynayan çocuklar, arada bir kulak kabartırdı bu söylenenlere. Kimisi oyunu bırakıp korkunç bir masal dinler gibi gözlerini dikkatle bu ağdalı cümlelerin çıktığı dudaklara dikerlerdi. Nihayet bir gün üç tekerli mini kamyonetle pırtı dolu bohçalarıyla tamamen mahalleyi terk ettiler İbo ve kardeşleri. Akıbetleri hakkında bir süre daha konuşan mahalle halkı, sonunda onların burada yaşadıklarını bile unuttular. Yeni bir destana başlamak için İbo ve dört kardeşinin evlerinin bir dozerle yıkılması yeterli oldu.

Kucağındaki bebeğini daha da möhkem tutmaya başlayan kadın, kocasına iki ayak daha sokuldu.

“Ya bizi tanırsa. Dünyanın bir ucuna geldik, şansa bak o da burada.”

“Görürse kesin tanır.”

“Nasıl tanıyacak ki? Daha o zamanlar çocuktuk.”

“Biz de onu yıllardır görmüyoruz. Nasıl tanıdık dersin? Hem boy boy fotoğraflarımızı görmediğini varsaymak sence saflık olmaz mı? Posterlerin önünde yığılmış sıradan insanlardan bile çekinmedik mi aylarca.”

Adam, doğru düşünüyordu. Arananlar listesi çarşaf çarşaf, şimdi sararmış bile olsa posterlerin üzerindeki fotoğrafları hâlâ otobüs ve tren garlarının girişlerinde yapışık değil miydi? İbo, mesleğinin gereği ceketinin iç cebine koyup sık sık bakmamış mıdır fotoğraflara? Kimliklerinde değişik adlar yazmasına rağmen, kontrol ettiğinde aynı mahallede çocukluklarını geçirdiği bu karı kocaya özel bir ilgi göstermez miydi? Belki de özellikle seçilmişti bu iş için. Kendilerinin peşinden iz sürerek buralara kadar gelmediği ne malumdu? Gıyabında yakalama kararı olan bu iki insanı yakalarsa belki üstlerinden takdir bile görür, terfi almanın hazzıyla sarhoş olurdu.

Kadın, dizlerinin bağının çözüldüğünü hissetti. Çocuğunu daha bir sıkı bastırdı güm güm atan yüreğinin üzerine. Gözlerini İbo’dan ayırmadan- ki kendilerine doğru yaklaşıyordu kontrol- kocasına yaslandı.

“Ne yapacağız o halde? Gerisin geri dönsek çok dikkat çeker. Burada beklesek, yavaş yavaş bize yaklaşıyorlar.”

“Bir hâl yolu bulacağız elbet. Sakin ol.”

Karı koca, elbette tanınmaktan çekiniyorlardı. Kaçıp buralara gelmelerinin bir nedeni vardı. Tam ‘İşte burada her şeyden uzak yaşarız, çocuğumuzu da büyütürüz.’ diye düşünürken olacak şey mi? Sümüklü İbo ile karşılaşmak.

Kaçınılmaz son yaklaşmaktaydı. Oracıkta tesadüfen boy atmış iki fidan gibi kök salmışlardı sanki. Kendileri ilerlemeseler bile kontrolcüler onlara geliyordu.

“Kimlik?” dedi tanıdık o ses. Kadın, çocuğunu sağ kolunun üzerine aktararak sol eliyle çantasını karıştırma işine verdi kendini. Gözleri boşluğa çevrili halde, başını kaldırmadan kimliğini bulamıyormuş ve buna hayıflanıyormuş gibi mırıldandı. İbo’nun acelesi yoktu. Adamla konuşmaya başladı. Sanki yıllar sonra karşılaşmış aynı mahallenin çocukları gibi değil de bir şenlikte yan yana gelmiş neşeli yabancılar gibiydi ses tonları. Adamın kimliğine baktıktan sonra tekrar uzattığını yere vuran gölgelerinden anladı kadın. O hâlâ kendinin bile olmadığı kimliği arayışını sürdürüyordu. Buram buram terliyor, dizlerinin bağının gevşediğinin ayırdına varıyordu. Bayılacağını hissederek çocuğunu eşine uzattı.

“Nerede bu kimlik?” diye hırsla iki eliyle çantasını kurcalamaya devam etti.

“Tamam bacım.” dedi yine tanıdık ses, İbo’nun sesi.

Neler oluyordu? Ancak o zaman başını kaldırıp yavaşça gözlerini yerden eşine çevirdi. Gülümsüyordu, rahat ve dingin bir yüz ifadesi vardı. Bu kez İbo’ya çevirdi gözlerini. Sistemin çarkları arasında yuvarlana yuvarlana parlamış bir adama dönüşmüştü. Burnunun deliklerinde eski mavimsi sümük yoktu artık. Onun yerine parlak bir ıslaklık yerleşmişti. Gözleri yağlanmış kara birer zeytin gibi parlıyordu. Nasıl? Rüya mı bu? Yoksa bir karabasan mı? Kadın artık gördüklerini algılamakta zorlanıyordu. Başı döndü, midesine bıçak gibi bir sancı saplandı. Düşmemek için sıkıca kocasının kolunu kavradı.

“Su getirin beyler!”

“Hemen komiserim!”

Komiser? Hem de komiser mi olmuştu? Bu kadarı artık fazlaydı. Neler olduğunu soran gözlerle çevresine bakındı kadın. Çocuğunun kocasının kucağında olmadığını anladığında, onu bu dünyaya bağlayan ipler tamamen koptu, bir boşluğa yuvarlandığını sandı. İbo, yavrusunu ekip otosuna doğru götürüyordu. Eşi ise gayet rahat, onu kolundan tutarak İbo’nun peşine takılmıştı.

“Nereye gidiyoruz?” dedi hırçınlaşarak. “Bebeğimi nereye götürüyorlar?”

“Sakin ol. Her şey yolunda.”

Ekip otosunun yanına gelince üniformalı bir kadın memur, bir su şişesi uzatarak, elini yüzünü yıkamasını söyledi. Kocası, İbo’nun kucağından çocuklarını alarak aracın arka koltuğuna oturdu. Ne kadar sakindi böyle. Demek ki yapacak bir şey kalmamıştı. Kaderine razı olmuştu besbelli. Eline yüzüne soğuk su çarpan kadın, biraz kendine geldi. Usulca o da otomobilin içine, eşinin yanına oturdu. Az sonra bir memur, şoför koltuğuna oturup arabayı çalıştırdı. Kulakları uğuldayan kadın, çocuğunun yaptığı maskaralıkları bile duymuyordu. Minik ellerini annesinin yüzünde gezdiren çocuk, pür neşe, dıgıl dıgıl, gelecek endişesi duymadan neler anlatıyordu neler. Ama o, bunların farkında değildi. Dünya boşalmış, tüm sesler kesilmişti adeta.

Çok geçmeden şehrin dışına çıktı araç. Köhne yapıların arasından geçip yıkıldı yıkılacak kagir bir evin önünde durdu. Karı koca, kucakladıkları çocuklarıyla indiler. Burası infaz edilecekleri yerdi kesin. Kim bilir kaç günden sonra bulacaklardı naaşlarını? Zaten bunları göze alarak çıkmamışlar mıydı bu yola. Ancak çocukları kendi seçimlerinin bedelini ödememeliydi. Kadın bu çaresizlikle ağlamaya başladı. Daha da sarıldı evladına.

Ekip otosundan indikten sonra araç hızla oradan uzaklaştı. Şaşkınlık ve bilinmezlikle yere çöktü kadıncağız. Kocası, başını okşadı.

“Geçti, tamam, geçti artık.”

“Ne geçti? Niye buradayız? Hiçbir şey geçmedi. İbo bizi tanımadı mı?”

“Tanıdı elbette. Kimliklerimizi alıkoydu fakat hemen ortadan kaybolmamızı söyledi. İhbar almışlar.”

“Burada mı kaybolacağız? Evet kaybolduk. Neresi burası?”

“İbo, sık sık bizim derneğe gelirdi toplantılara. Ona tüm arkadaşlarımız iyi davranırdı. Bunun karşılığını vermek istedi. Yine de ilkeli olmak gerekti. Evimizin yerini bilmek istemedi. Şoför de öğrenmesin diye ters istikamette olan bu semti söyleyip yanlış adres verdim. Kaybolsak da yine beraberiz. Sen, ben ve kızımız. Haydi, yeni bir umuda doğru beraber yürüyelim. Canımız sağ oldukça, birbirimizin yanında oldukça her vartayı atlatacağız.”

Yine yol görünmüştü, başka bir diyara ama umutla.