Zürafa Direkleri/Enver KARAHAN

Bir sene önce, asker arkadaşı Oğuz’dan gelen telefonla tüm birikimini yollamıştı. Güvendiği arkadaşının kârlı bir iş yapma teklifini geri çevirememişti. Annesiyle hüzünlü bir vedalaşmadan sonra, düşmüştü yollara. Bilmediği bir şehrin beton yığınları arasında kalakalacağını hiç düşünmeden... Kapanan sadece Oğuz’un telefonu değildi; umutları da kapanmıştı aynı zamanda. Sarsılan güveni, Zeynel’i dipsiz bir kuyunun içinde yalnızlığa terk etmişti.

Zeynel’in hikâyesidir bu anlatacağım. Onun gerçeği. Saflığıdır gerçek olan; yitirilmiş umudu, özlemi, çaresizliği... Kareli kasketiyle kül rengi paltosu da gerçek. Ona, bu uzaklarda katlanan, sahiplenen, şefkatle saran bir tek onlar. Kareli kasketi ve kül rengi paltosu... 

Yaz mevsiminin veda ettiği günlerin birinde, pos bıyıklı ihtiyar bir eskiciden takas edip almış. Dede yadigârı köstekli saati uzatırken pos bıyıklıya, hiç düşünmemiş pişman olup olmayacağını. Çünkü düşünceleri yenilmiş bir kez soğuğa, en titreten haliyle. Köstekli saati son kez avuçlarında sımsıkı tutarken, ikinci kez vedalaşır gibi dedesiyle. İlk vedasını, ayrı bir kutsallık katarak hatırına getiriyor. Yüzünde burukluk ve acımsı bir ifade; hıçkırıklarıyla harmanlanan titremelerine engel olamadığı bir avuç beden. Dedesinin hızlı hızlı solumalarından, yürek yakan inlemelerinden ilham alıyor âdeta. Dedesinin, avuçlarına usulca bıraktığı köstekli saate kutsal bir emanet saygınlığıyla bakıyor ve kulağına; “Titreme evlat.” diye fısıldarken sanki bugüne atıfta bulunuyor. Zeynel, Arnavut kaldırımlı sokakta yalpalaya yalpalaya yürürken, sarıldığı paltosunda dedesinin sıcaklığını hissediyor ve acı bir gülümseme yolluyor gecenin karanlığına.

Bugün de birkaç gündelik iş bulmuş, sadece aç yatmayacak olmanın buruk mutluluğunu yaşıyor. Ama genel durumunu hatırına getirdikçe, bu buruk mutluluk bile hemen anlamını yitiriyor. Güvendiği arkadaşı mı ona şimdiki durumunu yaşatan, yoksa kendisi mi? Kimseye güvenmemesi gerektiğini aklında defalarca tekrarlayan Zeynel, bu durumda da kendini suçluyor; kendini ruhunun en derinlerindeki paslı, küflü ve karanlık hücreye kapatıyor. Yabancılık çekmiyor belki de oraya. Bu kaçıncı kapanışı? Belki onlarca kez. Ama değişen ne olmuş, ona öğreticilik değil de yargılayıcılık kazandırmaktan başka? Farklı olan şey, ruhunu kapatması bir yana, bedenini kapatmış bu yabancı, bu tuhaf ve tutunması zor kente. Bir anne sıcaklığı bırakmış geride. Gerçeği söyleyememiş olmanın acısı ise ayrı bir ıstırap.

Yol boyunca uzayıp giden, yetersiz ışığına rağmen az da olsa etrafında uçuşan sinekleri kendine çekmeyi başaran sokak lambalarının, her akşam olduğu gibi bu akşam da önünden geçiyor; nedensizce yolladığı selamlar, her birine usulca dokunup gecenin karanlığında kayboluyor. Bunlar, Zeynel’in zürafa direkleri... Evet, bu ismi takmış onlara. Üzerindeki desenlerden ve tepe lambasının yola hafif kıvrımlı oluşu, ona bu benzetmeyi yaptıran. Her bir direk arasında ortalama on beş adımlık mesafe oluşu kimin umurunda olur ki? İki gece önceydi ve merakı üstün gelmişti Zeynel’in. Bilinmez bir nedensellik yatan bu davranışını, hiç sorgulama ihtiyacı hissetmemişti. Her geçen gün tükenen umudunun bir karşılığı belki de bu sergilediği davranış. Paltosuna sımsıkı sarılmış bir halde, hızlı adımlarla ilerliyor. Birkaç insanın manasız bakışları, üzerinde pervasızca dolaşırken, ne üzerine gelen bakışlara ne de etrafında olan bitene aldırmayacak kadar umarsız. Tek telaşı, yatağa yatıp günün yorgunluğunu bedeninden bir an önce uzaklaştırarak yeni eklenecek yorgunluklara yer açmak. Bedenindeki  yorgunluğu, belki üç beş saate atabilecek ama ruh yorgunluğunu, üzerinden bir an olsun atamıyor.

Pasha Pansiyonu’nun asabiyet veren çıngıraklı kapısı, onun soğuktan çatlamış ellerinin arasından akıp giderken, her akşam olduğu gibi, bu akşam da sırtlandığı umutsuzluğunun ağırlığıyla birlikte içeriye adımlıyor. Pansiyoner Hemera Hanımın acı dolu gülümseyişi Zeynel’in göz kapaklarında varlığını hissettirirken; Zeynel’in karşılığı, ufak bir baş hareketinden ibaret. Televizyon karşısında hipnoz olmuşçasına seyre dalan birkaç ihtiyarın yorgun gözlerinden uyku akıyor. Ve tabii pansiyonun emektarı papağan Çiko’nun ıslıkları salonda yankılanıyor.

Zeynel, pansiyonun en üst katındaki odasına merdivenlerden ağır ağır çıkarken, gıcırdayan tahta basamaklar yüzünden istemsizce oluşan mimiklerine engel olamıyor. Merdiven boyunca duvarda asılı birkaç resmin önünden ilgisizce geçerken, sadece bir tek resim ilgisini çekiyor. O resmin önünde, yine her zamanki gibi dakikalarca durup derin bir düşüncenin içine dalıyor. Dali’nin, ‘Eriyen Saatler’ tablosunu her gördüğünde, kendisinin de gün gün eriyip tükendiğini hissediyor. Akıp giden zamanda, her geçen gün kendini bu hayatın dışına atılmış bir gereksiz insan durumu hissiyatının, tüm benliğini kaplamasına engel olamayışının ıstırabını yaşıyor.

Tabloya biraz daha yaklaşıyor. Başının tabloya temas etmesiyle, bir müddet öylece kalakalıyor. Ağlama duvarına benzer bir görüntü oluşturuyor. Paltosunun içine o kadar gömülmüş ki, hiç çıkmak istemiyormuş gibi bir izlenim veriyor. Odasının –nedense kilitleme ihtiyacı hissetmediği- kapısını açarken, onu karşılayan bir somya yatak ve iki kapaklı dolabından başka bir şey değil. Bu, çatı katındaki tek oda ve hiç ücret ödemeden oturmak için dört ayı kalmış. Pansiyon ücreti, Hemera Hanımın Zeynel’e hediyesi.

Sekiz ay önceydi. Salonda çıkan ufak çaplı bir yangına müdahale esnasında bayılan Hemera Hanımı dışarı çıkarmış ve yangına müdahale ederek büyümesini engellemişti. Bunun karşılığı olarak Hemera Hanımın, “bir sene ücret ödemeden oturabilirsin” teklifi, Zeynel’e ilaç gibi gelmişti.

Gecenin bir vakti, bir bağrışma sesiyle pansiyonun ışıkları yanıyor. Hemera Hanım uykulu gözlerle giriş kattaki odasından çıktığında, Zeynel’in üst kattan koşar adım indiğine ve pansiyondan çıktığına şahit oluyor. Ne olduğunu anlaması uzun sürmüyor. Geçen ay da aynı durumu yaşamışlardı. Zeynel, yine bir gece vakti, bir bağırma sesinin ardından koşarak çıkmıştı. Peşinden gittiklerinde de onu Galata Köprüsü’nün tam ortasında, Boğaz’a doğru haykırırken bulmuşlardı. Sanki içindeki birikmiş acı ve çaresizliği, Boğaz’ın serin sularına fırlatıyordu.  Hemera Hanım, yardımcısını yanına alarak Galata Köprüsü’ne doğru yola çıkıyor. Zeynel’i yine aynı şekilde bulunca, yakın bir mesafeden, hiç müdahale etmeden onu acı dolu bir ifadeyle izliyor. Şalına sımsıkı sarılmış Hemera Hanımı gören Zeynel, biraz sakinleşir gibi oluyor ve yavaşça kadının yanına gelip ağlamaklı gözleriyle ona uzun uzun bakıyor. İkisinin de bakışlarında bir hüzün, bir acı var. Hiç konuşmadan acılarını paylaşıyorlar. Hemera Hanım, Zeynel’e şefkatle sarılarak pansiyona doğru götürürken, Zeynel’in acı dolu haykırışları Boğaz’ın serin sularında çoktan kayboluyor.

Hayat ertesi gün de kaldığı yerden devam ediyor. İçinde bulunan canlılar, mevsimler, saatler, tabiat olayları yine aynı döngünün içinde, bir var olup bir yok oluyor; sesler, yüzler ve duygular, hangi akıbetin dönüşümünü yaşayacak olmanın bilinmezliğine doğru ilerliyor. Balık tutan insanlar ve yanı başlarında bekleyen kediler, “Hangisi daha sabırlı?” dedirtiyor insana. Mesai saati yaklaşan insanların hızlı adımları, işportacılar, zabıtalar, eylem yapan göstericiler, afişler, pankartlar, dilenciler, araçlar, trafik lambaları, yüksek binalar, gecekondular, çarpık yerleşme sorunlarını dile getiren köşe yazarları, öğrenciler, sinema salonları, müzeler camiler, kiliseler, ezan ve çan seslerinin iç içe geçmişliği, insan sesleri, müzikal sesler ve gürültüler. Saçma durumunu her gün yaşamanın verdiği bıkmışlık ve bunaltı. Yeryüzüne atılmış canlıların eylemselliği ve var olma uğraşları... Hayatın ve eylemlerin kocaman birer saçmalık olduğunu düşündüğünde, daha önünde yaşayacağı uzun yılları vardı. Bunu da saçma olarak nitelendirmişti, pansiyondaki resme başını dayadığı bir gece.

İki seçenek var Zeynel için. Kusursuz bir ölüm ya da kusurlu bir yaşam. Yalnızlık ve çaresizlik, tüm inançlarını eritip yok etmiş, denizin ve gökyüzünün derinliklerinde, geri getiremeyeceği geçmişin izlerini aramaktan yorgun düşmüş. Üzerindeki giysilerin ona ağır geldiğini hissetmiş ve özenle katlayıp yatağının ucuna bırakmış. Etten giysiyi çıkarıp atmak fikri, artık tüm benliğini işgal etmiş bir halde sızlanmalarını sürdürüyor, beyninin avlusunda geçmişin ve şimdinin görüntüleri bir şimşek gibi yanıp sönüyor. Zürafa direklerinin ışıkları bir yanıp bir sönerken, Zeynel de bir görünür oluyor, bir kayboluyor. Son zürafa direği sönüp yandığında, kocaman bir boşluk aydınlanıyor; görünmez bir duvar önümüzde, bizim geçmemize müsaade etmiyor. Bilinmezlik ve yok oluşu izlemenin dayanılmaz ağırlığını anlatmaya ne sayfalar yeter ne de ömrümüz. Yitip giden bir bedenin içindeki ruh kırıntısının akıbetini ne Tanrı biliyor ne de insanoğlu. İstanbul’un üzerinde kocaman bir sessizlik çığlık çığlığa haykırıyor; bunu sadece ölüler ve bir de Hemera Hanım duyuyor.

Hemera Hanım, uykulu gözlerle ağır ağır çıktığı merdivenlerde, Zeynel’in silueti bir görünüp bir yok olurken sanki durumu tahmin ediyormuşçasına yüzünde beliren mahzun ifadeyi gizleme ihtiyacı hissetmiyor. Kapıyı araladığında büyük bir yok oluş çarpıyor suratına. Tiz bir çığlık odada dolandıktan sonra, Hemera Hanımın bakışlarını terk edilmiş kıyafetlerin üzerine davet ediyor.

Kareli kasketi ve kül rengi paltosunun üzerinde parmaklarını usulca gezdiren Hemera Hanım, yitirilmişlik duygusunu tüm varlığıyla hissediyor, Zeynel’in bilinmeyen akıbetini, döktüğü gözyaşlarının sıcaklığında hissetmeye çalışıyor.