Yol ve Yolcu/Mehmet Ali Güner

Yola çıkmakta kararsız kalsa da hasretlik ağır basmıştı. Hava durumu nedir bilmeden çevresine ve gökyüzüne baktı.

Kararını verdi ve yola çıktı. Yol aldıkça endişelendi. Vazgeçmeyi bile düşündü, ama bu düşünceyi beğenmedi. Kaldığı yerden epey yol almıştı. İtkıran dağını varmıştı. Karşısında Koçovası vardı. Böyle bir kar fırtınası görmemişti daha önce. Patikanın dar olması ve yer yer kaygan kayaların üzerinden geçmek zorunda kalması, onu bu yoldan geri döndürmeye yetmiyordu. Hemen patikanın uç kısmında kardan kaybolmuş bir meşe ağacının çürümüş, kalın bir dalından kendine bir yol arkadaşı yapmak istiyordu. 

Çantasından bıçağını alıp dalın zayıf kısmını kesecekti ama eldivenlerini çıkarması gerekiyordu. Soğuktan hissetmediği dudaklarını ellerine doğru uzattı, araladı, dişleriyle sağ el işaret parmağından eldiveni yukarı doğru çekti, çantayı açtı ve bıçağı alarak yürümeye başladı. Bir adım, iki adım... kara bata çıka yürüyordu.

Patikanın ucuna ulaştı, ağacın dalını tuttu ve çürük dal elinde kaldı, patikadan aşağıya yol arkadaşıyla birlikte savruldu. Kendisine bile ağır gelen bedeni kayalara çarptıkça bir top gibi yükselip düşüyordu. 

Belki bu düşüşü o an ona yaşamını anımsattı; yüzünde bir acı tebessüm beliriverdi, her savruluşunda aklından düşünceler aktı gitti; hataları, kaybedişleri, yıkımları, pişmanlık ve mutlulukları... Ve sonunda acılar içinde yüzüstü bembeyaz karın üzerine düşüverdi. Acıdan mı, yorgunluktan mı yoksa bu kısa yolculuğunun yarattığı düşlerden mi bilinmez, kalkmadı yerinden ve sıcak yatağında uyuyorcasına kollarını iki yana açtı. 

Ağzına karlar dolmamış olsa bir sevinç çığlığı da patlatacaktı. Yol uzundu, oyunun hiç sırası değil diye iç geçirdi. Doğruldu yerinden ve yürümeye devam etti. Bahar gelmişti Karakuz'a ve Kuşkayası'na. Düştüğü uçurumdan sağ salim kurtulmasının üzerinden üç ay geçmiş. Kendisini de bu sürede iyice toparlamıştı. Gün doğmak üzereydi, yatak bellediği kara topraktan doğruldu, üstüne yorgan diye çektiği yıldızlar da iyiden iyiye kaybolmuştu. Bu yüzden biraz üşüyordu. Hemen çıkınına elini uzattı, bir tek kara zeytin bile yoktu içinde. 

Geçmişin getirdiği üzüntüleri, mutlulukları, heyecan ve arzuları kalmıştı çıkınında, gülümsedi onu anımsadı ve kısa da olsa güzel zamanlar geçirmişti onunla. Ondan birçok yeni şey öğrenmiş, sonradan ve yeniden peydahlayan rahatsızlığını onunla aşmıştı. "Güzel zamanlardı, en azından bir son şanstı kalabalık yalnızlıklarla yaşamak için." diye mırıldandı.

Karnı çok acıkmıştı, yöre halkının helik dediği yeşil otları daha önce kavurarak yemişti ancak dün gece yağan yağmur yüzünden kuru bir ağaç kalmamış; çakmağı, kibriti sırılsıklam olmuştu. Haline acıdı, otları çiğ çiğ yerken bir çatırtı duydu, hemen yerinden fırladı, ağacın kovuğuna saklandı. Bir serçe ürkekliği ile izlemeye koyuldu. Uzaktan gelen ayak sesleri yakınlaşmıştı, artık konuşmalarını bile duyabiliyordu. 

"Burası arazinin en çetin olduğu yerlerden biridir, ormanlık ve kayalık olması işimizi çok zorlaştırıyor." seslerini zor işitti. Anladı. Gelenler aydınlığın düşmanlarıydı. Bir şeyler yapmalıydı. Elindeki aydınlığı fırlattı zalimlere, karşılığında karanlıklar yağmaya başladı üstüne.

 Her karanlık parçası kalbine ve bilincine saplanıyordu ama söndüremiyordu meşaleyi, kapana kısılmıştı. "Olsun." dedi. "Kokuşmuşluktan kötü değildir, yok olmak hem daha kararmış gömleğimi kirletemediler." Tohumdu o, serpildi toprağa. Nasılsa yeşerecekti başkalarında bir daha ki bahara.

Toprak hükmünü vermişti. "Ya ölülerinize ya da çiçeklerinize yatak olacağım!" diyordu. Doğruldu yerinden bunu duyar duymaz; "Bizim ölülerimiz de çiçektir." deyiverdi. Güldü toprak kara yüzüyle, alaycı bir ses tonuyla "Her baharda yeniden yeşeremeyecek ki ölüleriniz." "Tohum misali... toprağa düşmeden yeşermezler ve her baharda yeniden karların altından doğruluverirler." diye yanıtladı.....