YOL BOYU SÖYLENCELERİ/Erinç Büyükaşık

Saatlerdir kasabanın çevresinde dört dönen rüzgâr duruldu. Dudaklarının arasındaki mızıkayı üflemeye cesaret edemedi ilkin. Oysa günlerdir karabasan gibiydi zihnine çöken ezgiler.

Ürküntüyle çevresine baktı. Kasabaya hükmeden toz bulutunun içinde göz gözü görmüyordu. Kahvenin taburelerine bedenlerini yorgunlukla bırakıp derin düşlere dalmış ihtiyarların hengâmenin ortasında gözlerini fal taşı gibi açıldı. Bir gölge gibi izliyordu tepeden her birini. Kırık, eksik notalardan birkaçı yere düşüp tozun içinde uçuştu o sırada. Kahvehanenin önünde bekleşenlere takıldı gözü. Fabrikadan gelen uğultuyu duymuyordu hiçbiri. Gümbürdeyen demir yapıya kulakları çoktan sağırlaşmıştı belli ki.

İş yokluğundan iyice sıkılmış, yüzleri çökük birkaç genç, az önce kahvenin önündeki meydanda yumruklaşmıştı. Ölü toprağı serpilmiş kasabada boğuldukları apaçıktı. Tam o sırada Ali'nin tiz ve yarım notalarını işitti bazıları. Nasıl da alışmışlar beklemeye. Tek eğlenceleri birbirleriyle didişmek çoğunun. Ellisine vardı mı bir musibetten tahtalıköyü boylayan kasabalıların durgun yaşantısını arada bir bu kavga gürültüler değiştirirdi. Gözleri kan çanağına dönmüştü ipsiz sapsız üç oğlanın suratlarından şapır şapır ter gibi akıyordu kan şimdi. Mahallenin kadınları bir heves az önce eşlik ettiler bu gürültücü kalabalığa. Bir sarsıntıyla irkildiler sonra. Fabrikadan dedi, Hatice. O uğursuz canavardan geliyor.

Ardından bir bahane bulup söylendi yine Nezahat'a. Kız benim evin önüne kıçını yayıp kahveni höpürdetiyorsun, malın mı sandın bu sokağı diye ilişmişti geçenlerde Melahat de Hatice de.

 İkisinin de iki yılı var tahtalıköyü boylamaya. Onulmaz bir hastalıktı kasabanın üstüne çöreklenen. Ali sessizce güldü onları izlerken. Her gün kalan zamanlarını hesaplamalarından daha eğlenceli sayılır birbirleriyle uğraşmaları.. Kasabanın kancık itleri bile köpek yaşıyla on yaşına basınca kuytu köşelerde geberip gidiyorlar artık. 

İlk zamanlar viyaklaya viyaklaya, isyan edercesine geberirlerdi de şimdiler de onlar da tevekkülü öğrenmişti besbelli. Kasabayı kuş bakışı izlemek, tüm sesleri, gölgeleri işitip görebilmek yorucu geldi bir an Ali'ye. Bir fa sesi yükseldi mızıkadan. Tiz ve isyankârdı nota.

Ölen yakınlarının ardından ağıt yakmaktan sıkılmış kasabalı oğlanların havada gezinen küfürlerine doğru uçtu isyankâr fa. Hayli bitkin hissetti kendisini itişip kakışan oğlanları izlerken kasabanın en ihtiyarı. Yüzü gözü kanlar içindeki Mehmet, iki gün önce gömdü anasını. Babası çok erken göçmüştü. Ali, ellisini aşamadan ölen kasabalı kadınların tek katlı, toprak damlı, çarpık çurpuk evlerinin önünde, koca kalçalarını yer minderlerine yayıp sigara tüttürmelerini izledi. Bokludere diye bildikleri ana yolda çer çöple oynayan çocukların bile ilgisini çekmedi bu kez oğlanların kavgası. Pastırma yazının rehavetinde bir köşeye siniverdi herkes.

Birazdan sükûnet iner sokağa, çekiliverirler evlerine. Boğuk bir ses çıktı mızıkadan. Bir mırıltıyla, ardından gelecek notayı zihninde yaratmak istedi. Titreyen elleriyle mızıkayı zorlukla tuttu parmaklarının arasında.

Deli oğlan düttürü dünyasıyla tepede bir şeyler çalıyor diye gülüştü kahvedekiler. Aklı havada oğlancık işte, gün boyu kaybolur mezarlığın orada zaten, diye acıyan bir edayla söylendi ihtiyarlardan biri. Babası da öyleydi, rahmetli. Çayından bir yudum daha içti toz bulutu ortasında göz gözü görmezken. Alacakaranlığa kadar gıy gıy da gıy. Mezarlıktan uğursuz uğursuz notalar devşirir ya bu oğlan, hayırlısı bakalım, diye içerledi kahveci Asım. Hiç hazzetmezdi ondan zaten oldum olası.

Gürültücü kalabalığı gördüğü alandan uzaklaşınca kasabanın üstünde yükselen dev bloklara, fabrika bacalarına takıldı Ali'nin bakışları. Kaç yıldır terk edilmiş halde fabrika. Bir gümbürtü daha duyuldu tam o sırada, kulakları yırtan bir patlamayla sarsıldı bir an Ali. Sıcaktan kaynıyordu adeta ova. Buğulanan gözlerini ovuşturdu. Fırtınanın ürkütücü ıslığını işitti ardından. Mızıkayı dudaklarında gezdirince ince bir ıslık gibi çıkıverdi re. Rüzgârla yayıldı nota. Tüm notalar kasabanın içinde. Gezinmeye başladılar sanki. La ve mi kuşattı kasabayı do'nun peşi sıra. 

Kahvedekiler, notaların rüzgârda savruluşunu büyülenircesine izledi bir süre. Toz bulutları kasabayı ulaştığından beri ölümcül bir ıssızlık içinde seyrediyordu tüm bu fanileri. Babanın mahareti klarnet çalmaktı ya, sen mızıkaya meylettin. Sana da bulaşmış bu müzik illeti, demişti anası ölmeden önce. Git oğlum bu kasabadan diye az söylenmemişti kadıncağız. Buralar yakana yapıştı mı kurtulamazsın. Ne anılarından, ne rüyalarından. Hakikat falan değil burası. Kâbus olsa bir şekilde uyanır insan bu rüyadan.İşte bu yüzden tepelerde Ali. 

Hepsinden uzakta. Kasabanın dışındaki mezarlıktan, diğer ölülerle birlikte bakıp duruyor olup bitenlere. Hepi topu yüz elli kişi yaşıyordu bu canlı cenaze evinde. Daha geçen yıl nüfus memurları kesin rakam olarak yüz elli demişlerdi de kocaman bir tabela bile asmışlardı kasabanın girişine. Devasa bir kuru kafa tabelasının yanına iliştirmişlerdi hatta. Kendisini derisi soyulmuş bir kadavra gibi hissedince yüzünü, gövdesini yokladı. Daha ölmeye zaman var. Bir sarsıntıyla daha irkildi. Sanki daha yıkıcıydı ses. Notalara cevap veriyor fabrika sanırım. Nezahat'le Hatice teyze korku içinde, dökülen duvarların, zangır zangır titreyen pencerelerin önünde mırıl mırıl dualarıyla bekleşiyorlar.

Boklu derenin kenarındaki balçığa dönüşmüş topraktan kendilerine yeni bir kasaba inşa etmeye çalışan çocuklara takıldı gözü. Çocuk oyunlarının kaçıncı kasabası bu kimbilir? Küçürek evler, dağlar tepeler kondurmuşlar her biri. Yıkacaklar yeniden akşama doğru. Sonra bir başka gün yeniden, yeni bir kasaba, sonra tekrar yıkmak için. Anamız babamız ölmeden belki kasabanın dışına yerleşirler de bizi de alıp götürürler diye geçirirlerdi mutlaka akıllarından. Kaçmayı düşlemek bir alışkanlık oluvermişti onlar için.

O da küçükken az mı balçıktan ev, kasaba, şehir yaptı.

Boşuna ama hepsi, mıhlanıp kalacak burada, kaçınılmaz. Analar gidin, kurtulun bir an evvel diye söylüyorlardı oysa ninnilerini bebekliklerinden beri. Kimsenin cesareti yoktu gitmeye. Ayşe'nin ana babasının ölmesine yirmi yıl vardı, diğerlerinin on küsur. 

Elli resmi rakam, diye düşündü. Devlet baba yazmış çizmiş, kayda geçirmiş sonuçta. Emre'ye takıldı gözü. Üstü başı çamur içindeki oğlan, yere düşen do'yu neşeyle bir top gibi havaya fırlattı. Onun babası her nasılsa başka kasabaya taşınmıştı yıllar önce. Bu musibetin ortaya çıkmadığı zamanlardı henüz. Herkesin ellisinden sonrasını da gördüğü fi tarih. Şanslıydı babası Emre'nin. Oğlanı da alacağım demişti ama almamıştı, boklu derede bırakıp gitmişti yıllar önce. Unutmuştu besbelli. Ali'yi ne zaman görseler en acıklı, yanık şarkıları çalmasını istiyorlardı kasabalılar. Demek bir yazgımız var, el birliğiyle büyüyor aramızda hem de, bize ağıtlar yakışır diyordu kadınlar. Oynak havaları da öğretmişti babası hâlbuki. 

Düttürü dünyada hoppala nağmeler sarmalı derdi hep. Ağıtlar alışkanlıktır, kabul etmektir diye söylenirdi köyde en oynak ezgileri çaldığında adamcağız. O kıvrak, coşkulu ezgileri hep yadırgardı mahalleli, çalmaya başlar başlamaz. Ölüme isyan etmeyi de bilmeli insan, dediğinde ihtiyarlar nasıl da içerlemişlerdi babasına. Mezarlıktaki kalabalığa takıldı gözü. Anası, babası, abisi hep buradalar. Ruhlar âlemi işte. Hep beraber toz kümesinin ortasındaki kasabayı seyrediyorlar yıllardır. Uzun bir fa diyez re'nin peşi sıra rüzgârın ardına takıldı o sırada. Balçıktan kasabayı bitirdi Zeynep'le Ahmet. 

Kahvedekiler çoktan pişpiriğe oturmuş, televizyonda bacaklarını memelerini göstere göstere dans eden kadını iştahla izliyorlardı. Fabrikadan bir gürültü daha koptu. Cam çerçeve zangır zangır titreyip iniverdi, yer altından bir canavar peydah olup toprağı yara yara çıktı sandı kıyameti yıllardır bekleyen ahali.  Ovanın gri, yoğun bulutlara gömülü halini izlemeye koyuldu Ali. Öğlen mi akşam mı, hangi saat, hangi zaman dilimi anlaşılmıyor bu bulut kümesinin ortasında. Güneşin yüzünü görmüyorlar hiçbiri yıllardır. Kasabanın kahvesinde okey, pişpirik itişmesinden başka da işleri olmadan, bekliyorlar elli yaşını. Parmaklarının arasına yerleştirdiği mızıkadan çıkan sesler kasabaya yayıldı çoktan. Fa diyez'in peşi sıra kancık köpeklerden en yaşlı olanı koşmaya başladı.

Notaları nasıl da belletmişti babası yıllar önce. Oğlum koca şehirlerde millete maharetini gösterecek, bu iti bağlasan durmaz kasabadan siktir olup gidecek, demişti de mezarlıkta ölülerin sayısı arttıkça çivilenmişti Ali de iyiden iyiye buralara, gidememişti. Ölüler bizi bağlıyor bu toprağa, diye geçirdi içinden. Mezarlığı çevreleyen kavaklar gibi kök salmışız buraya. Yağmur yağmaya başladı o sırada. Önce çisil çisil, sonra deli deli... Elleri iyice üşüdü. Cesedi andıran bir katılık vardı hatta. La tüm çığırtkanlığı ve gürültücülüğüyle çıkıverdi mızıkadan. Kasabanın derinliklerine kadar ulaştı çıkan ses. Bu ezgi günlerdir yakasına yapışıyordu Ali'nin.

Her gün, her akşam mezarlıkta çalmadan edemez olmuştu ama hep yarım ve eksikti.

Rüyamda devamını işitmeme izin vermiyor birileri. Bir hışımla, kan ter içinde uyanıyorum hep. Nağmesi eksik kalmış ezgi akıp gitti toz bulutu arasında. Çocuklar,rüzgâra kapılmış fa diyez ve la'nın ardı sıra koşmaya başladılar o sırada.

Kasabanın kadınları yaslara bürünmüş, kapkara giysileriyle bir başka cenazenin haberi sandılar ilkin kasabaya yayılan notaları. Hepsi ağıtlara başlamak üzere hazırlandılar. Siyahlara büründü bir kısmı, diğerleri kara örtülerini hiç çıkarmaz olmuştu zaten bir süredir. Tuhaf, nağme oynaktı ama…Eksik ve oynak. İnatla çalmalıyım dedi Ali. Bir güç hissetti içinde.

Devamı gelmeli bu ezginin. Ses bütün kasabayı kuşattı o sırada. Bütün bitkinliği, ölgünlüğü silinip gitti sanki. Çaldığı şarkının rüzgârın etkisiyle kasabaya yayıldığını fark etti. Çamurdan evlerini bitirip boklu derenin kenarında beş taş oynayan çocuklar ezgiye eşlik etmeye başlayıp uçan notaları yakalamaya çalışırcasına koştular kasabanın çıkışına doğru. Mezarlığa çağırıyordu notalar sanki tüm kasabayı. Çocuklar patika boyunca ilerlediler. Sesin yakınına varmak, sese ulaşmak için adımları hızlandı. 

Fa, mi, re, do, sol, mi… Yasçı kadınlar meraklı bakışlarla çocukların peşine takılmıştı çoktan. Daha bir saat önce kavga eden gençler de bir merak izlediler kadınlarla çocukları. Toz bulutunun ardı sıra, artan kalabalığın içinde ezgiye eşlik eden mırıltılar yükseldi birden. Kasabanın itleri de havlayarak kalabalığın peşi sıra koşmaya başladı. Gençlerden biri bulutların seyreldiğini hisseder gibi oldu mezarlığa yaklaştıklarında.

İn cin top oynayan patikada cümbür cemaat ilerleyen kalabalığın uğultuları yükseldi. Tepelerin arkasındaki ne zamandır uğramadıkları o uzak, tehlikeli patikaları aşıyordu kalabalık. Ali mızıka ağzında şarkıyı bitirmeye uğraşırken notaların sessiz ovaya yayılmasına izin veriyordu. Sesin büyüsü kasabalıları ovanın sarı sıcak manzarasında bir gölgeye dönüştürdü. 

Son patlama, kıyamet habercisiydi dedi, kasabanın en ihtiyar adamı bastonuyla kalabalığı zar zor takip ederken. Notaları yakalama derdindeki çocuklar do'nun ardına takıldılar neşeyle. Fa, yasçı kadınların önünde bir bayrak gibi yürüyordu o sırada. Kadınlar siyah örtülerini çıkartıp esintiye bıraktı uzun ak saçlarını. Korkuyla mezarlığı arkalarında bıraktıklarında ölülerin uğultularını duydu kimisi. Bu eğlenceli yolculuğu ziyan etmemeli diye düşündü gençlerden biri ilahi yargıyı düşünüp. Bodur ağaçlar, çalıların arasında toz bulutuna kapılıp ilerliyordu gençler. Notalar akıp gidiyordu havada. Şarkının devamı böyleydi evet, diye düşündü Ali. Bir türlü mızıkadan çıkmıyordu bu notalar günlerdir.

Rüyamda bana muştulanan şarkı ova boyunca yayılıyor şimdi. İçi içine sığmıyordu artık. Kadınlar fark ettiler ki deli oğlan önlerinde. Toz bulutunun içinde bir gölge gibi çağırıyor onları. Mızıkanın sesi hem uzak hem yakın. Kasabanın ufaldıkça ufaldığını fark etti Melahat. Derin bir soluk aldı o sırada. Öleceği günü beklerken nasıl da çevikleşmişti adımları. Sendeleyerek, ağır aksak ilerleyen kadınlar koşarcasına yürüyordu bir süredir. Bu yazgıya ihanet etmek sanki, diye mırıldandı Melahat bir an. Bir suçlu gibi hissetti kendisini en yaşlısı yasçı kadınların. 

Ayıpladı kendisini bu deli bozuğun peşine takıldığı için. Buna rağmen yazgıyı unutmak istedi hepsi de. Derin  derin soluklandı ihtiyarlar toz bulutu dağıldığında. Sanki ölüm arkalarında kalmıştı. Notaların kuşattığı ovada ağır ağır yürüyordu ihtiyarlar… 

Ezik, ürkek adımlarına rağmen kimsenin kasabaya dönesi yoktu. En son bir düğünde işitmişti hepsi de buna benzer oynak havayı. Yıllar ve yıllar önce. Ölüm bu kadar yakın değilken hiçbirine. Birkaçı göbek atmaya, oğlanlar ellerini çırpıp ezgiye eşlik etmeye başlamıştı çoktan. 

Toz bulutunun arkasına gizlenmiş geminin varlığını fark etti çocuklar. Orada bak, kocaman bir şey, hani rahmetli nenemin anlattığı Nuh'un gemisi gibi, diye bağırdı içlerinden biri. Kalabalık şaşkınlıkla kül rengi ovanın ortasındaki şeyi hayranlıkla izlemeye koyuldu. Bir başına ve heybetli... Sarı bir denizin içinde gün ışığının hükmettiği bir aydınlığa teslim olmuştu gemi. Güvertedeki yabancı toprak yol boyunca ilerleyen gölgeleri izledi.

Gemisine yaklaşan kalabalığın kaptanı olmanın tedirginliği vardı içinde. Bu yolcuları yazgılarından kurtaracakken yeni bir yazgı daha mı yaratacağım, diye düşündü. Günlerdir bekliyordu onları. Ali, kendinden geçercesine çalıyordu mızıkayı o sırada. Kaptana muzipçe gülümsedi bir an. Şarkımı bitirdim nihayet, dedi gülerek. Bu da yeni bir yolculuk ve yeni şarkılar demektir, diye başıyla selamladı Ali'’yi. Toz toprak içindeki notalar geminin çevresinde uçuşmaya, rüzgârın da etkisiyle bir toz zerresi gibi savrulmaya başladı. Kasaba çok uzaktaydı şimdi.