Kağıtsız Gemiler/Sezai SARIOĞLU

Hikâyemi masala sayın, diye söz aldım... Yola çıkarken, “Bizim buralarda dünya bitti!”, demişti Şeho dedem. Sonra nerede olduğunu bilmediği uzaklara bakıp, “Ayaklarınızı çabuk tutup gidin, belki başka bir yerde bulursunuz dünyayı, yaralarım çağırınca dönersiniz”, diye eklemişti. Irmakları annem, denizi babam anlatmıştı bize; ölümü anlatan olmamıştı. Buralarda ölüm anlatılmazdı zaten... Vardı. Vakitli vakitsiz ölünürdü. Yol boyunca aramızda oyunlar kurduk; “kaybolduk oyunu!” Devlet sorarsa, ismimizle birlikte “kaybolduk” diyecektik. İçimizden biri; “’öldük’ deriz, bizi hiç bulamazlar” demişti de gülmüştük. Bizi bulamazlar artık. Öldük.

Biz, canlı-cansız her şeyin; insanın, suyun, dağların, taşın, ağaçların ellerinden öperiz. Yeryüzü ve gökyüzü tanrılarını bilmem ama dağlar-taşlar şahidimizdir; suların büyüğü denizi görüp tanışınca; “Deniz bizim de büyüğümüzdür” deyip merakla ellerinden öptük.

İnsan baktığı şeye de benziyor. Biz benzeyerek büyürüz; dağlara, sulara, güneşe, aya ve taşlara bakarak büyürüz. Kavlimiz vardır, zamanla onlar da bize benzer. Denizle tanışıp ona benzemeden önce, su olarak Dicle’yi, Fırat’ı bilirdik masallardan. Ses getirip, ses götüren, herbiri dumanı içine tüten bacasız ses olan Dengbejlerden içimizdeki uzakları öğrenmiştik.

Olay mahallini soracak olursanız: Tersten esen rüzgâr... Suyun ötesi, “karşı yaka memleket” değil. Mitoloji bilen köylü kadınların “Efendi deniz” tabir ettiği Ege... “Çocukların özgür ağırlığının masallar kadar olduğunu” söyleyen anneler. Dillerini, masallarını, hatıralarını kayığa doldurup denize açılan, “kağıtsızlar!” Zulümden kaçan denize sarılırmış. Sarıldık.

Borcunuz borç, demek için söz aldım. Siz elinizi kalbinize atmayın ben savaşı ölümle öderim, demek için, parmağıma “kâğıt tekne” bağlayıp söz aldım. Peşinize düşen alacaklılar değil borçlandığınız çocuklardır, Akdeniz ve Ege artık “çocuk mezarlığıdır”, demek için dibe dalıp söz aldım. Eskiden ölmemek için kendi aralarında konuşan tanrılar, ölmek üzere olan insana yarım kalan cümlesini tamamlaması için, kalan sözcükler kadar ömür verirmiş. Annem, yol boyunca tanrılar ve yarı tanrılar gibi “ölümsüz” olmak için değil “ölmememiz” için masallar anlattı. İki masal arasında boşluk olursa ölüm kapıyı tıklarmış çünkü. Korkulu bir sihirle kapı aradık, ölüme rastlamak için. Kavimler Kapısı’nda kapısız kaldığımızı anlatmak için de söz aldım. Annem son nefesini ağzımıza paylaştırıp yeni bir masala başlamıştı: Tanrılar ölümlülerin başına felaket getirirlermiş ki ölümlüler felaketleri anlatabilsinler.

İnsan yaşarken suskun, ölürken konuşkan oluyormuş... Beni hatırlarken, “çocuk abimi” unutmayın diye söz aldım. İki yaş büyüğüm Galip, mavinin huyunu ölçen birinden duymuş; “Karpuz kabuğu denize düşmüş!” Bizim buralarda sokakta ayağı kayan çocuklar bazen içine bazen dışına bazen dağlara ve uzaklara düşer. Hikayemiz şöyle; savaş vardı, ayağımız kaydı ve denize düştük. Siz karpuza ve yaza başladınız, biz yasa ve ölüme. Suları sularına, dilleri dillerine karışmanın yasak olduğu, herkesin birbirinin ömrüne karıştığı dünyada, dünyalıların saatleri var ama zamanları yok; akılları var ama kalpleri yok; devletleri var ama insanları yok. Dünyalılar bizi unuttukça biz de unuttuk hangi denize tutunacağımızı, hangi kavimle kardeş, hangi suyla heval olacağımızı şaşırdık.

Esas hikâyemizin ülkemizde kaldığını bilin diye söylüyorum... Ailemizden on iki kişiyi IŞİD öldürünce, yaralı dedem Şeho uzaklara gitmemizi istemiş. Dedemin yaralarını orada bırakıp Suruç’a gelmişiz. Bir zaman sonra yaraları şımaran dedem, anneme, ‘Ölüm buradan, Kobanê’den gitti, dönün’ demişse de annem şansını uzaklarda denemek istemiş. Abim Galip, dedeme; “Yanına gelmek istiyorum” demiş ama ölüm daha hızlıymış. Ölüm gelip cümlenin sonuna konmuş....

Suyun kandırma kuvvetinden başka bir şey kalmadı aklımda. Dünyadan ve dünyalılardan, ölümden ve kötülükten başka hiçbir şey kalmadı aklımda. Denize düşen ölüme sarılırmış. Sarıldık.

Yudum yudum unutanlar, dalga dalga hatırlasın, ben Alan Kurdî... İki masal yılı yaşadım şu yanlış dönen dünyada... İki hikâye yılım geçti, yanlış yaşayan, yanlış yaşlanan, yanlış âşık olan dünyalılar arasında. Dünyadan ve dünyalılardan ölüm kaldı aklımda... Tuz kaldı ölümden...

Dünya çok tuzluydu. Sonra deniz içtik ve öldük... (“TERS L”, adlı hikâye dosyasından)