Fikret Mualla/Ümit Ahmet DUMAN

Yıl 1935 Paris sokakları. O’nun beyninde, henüz bir rahim sıcaklığında bin bir renk katmanı, bin bir resim görseli asılı sanat duvarı içinde bir embriyoyuz. Çalkantılı ve bohem hayatının sırça köşklerinde, renklerin dünyasında yerimizi alacağımız zamanın heyecanı her saniye artarak sürüyor.

Gün yüzüne çıkacağımız günün geleceği, albenili renklerin sırasındayız. İkimiz hafızada hazır, ilham perisinin oklarını isabet ettireceği yaratıcılık gününü beklemedeyiz. Kabileden bazen ayda bir bazen günde bir kaçı önümüzdeki sıradan kademe kademe eksiliyor. Bize gelecek günün piyango bileti elimizde çaresiz bekleşiyoruz. Acaba rahat bir sanat atölyesinde mi, bir kenar mahalle şarapçısında mı bilmediğimiz şıp diye fırlayacağımız anı heyecanla bekliyoruz. Eskizimiz, detaylarımız, renk kartelamız, güneş gölge planımız, durağanlıkta hareketliliği gösterecek fiillerimiz hazır.

Nasıl bir mutluluk resmi yansıyacak bizden henüz habersiz, İstanbul mu? Paris mi.? hangi şehir sokaklarından fırlayacağımızın önsezisinden uzak, Afrika hayvanlarının hoplayıp zıpladığı sirk figürü mü, meşhur kafelerden bir an mı, bar masalarının serin sohbetleri mi, genelev kapılarında bekleşen yarı çıplak sütyen külot çalışanları mı, renklerle oynayacağı sürprizlere açık evrimimizi tamamlama anına yavaş yavaş savruluyoruz.


Her gün yanıbaşımızdan günün ressamlarının, yazarlarının. şairlerinin çağı değiştirecek sanatta çığır açacak fikirleri bando mızıka eşliğinde geçiyor. Her bir etki bizim resmimizin arabını yeniden oluşturuyor. Var olan üslubundan yeni etkilere isabetli paslar gönderiyor.

Güneşli bir sonbahar günü, yaratıcımız doğum sancılarında, üç dört gündür kimseyle konuşmuyor. Şarapsız, dostsuz. amaçsız bir gün çekilesi değil. “Biraz avam takılayım halkın düşüncelerine kulak vereyim,” diyerek, beyaz masalara bembeyaz gömleği, siyah önlüğüyle servis yapan garsonla şakalaşıyor. Yıllardır müşterisini tanıyan şakalarına alışık garson, eşantiyon bir kırmızının ardından istediği bir yenisi için, muzip bir tavırla “bana bir resim karalarsanız neden olmasın” dediğinde, beyin takımı hazırlanın sıra sizdeyi müjdeliyor bize. Yarım saatte kara kalem, bir bir buçuk saatte de sonbahar renklerinin yorgunluğuna, hüznüne bürünerek vücut buldum. Garson beni görünce gözlerine inanamadı ve “fazladan bir kadeh kırmızıyı hakkettiniz üstat “ diyerek ekstra bahşişini de vererek bu güzel jestin altında kalmadı. Üstattan ve tüm camiadan bu gece vedalaştım. Çok uzun sürmedi ben daha lokantanın duvarında boy göstermeden ertesi gün öte dünyada can yoldaşım sıra dostum resim, benzer biçimde yanımda kibirle yerini aldı.

Sürekli sanattan, yenilikten, devrimden bahsedilen bir Entellektüel çevrede, Montmatre’de tüm dünya insanları, tüm dünya dilleri ile tanışma fırsatı bulduğumuz lokantanın bembeyaz duvarındaydık. Kimler geldi kimler geçti önümüzdeki masalardan. Picasso, Abidin Dino, Charles Baudelarie, Paul Eluard, Louis Aragon, Paul Valery, Jacques Prevert, Wassily Kandinsky. Güneşler doğurduk güneşler batırdık. Ne tiradlar yapıştı renklerimize. Değişimle değişiyor, çağa ayak uyduruyorduk. Krallar gibi bakıldık, itina ile temizlendik. Yerimiz her zaman lokantanın en güzel duvarıydı. Ama bir gün garson kayboldu, bir kaç gün sonra tüm masa sandalye ve onların yanında biz de ruhsuz bir bekarın tavan arasında bulduk kendimizi. Tek eğlencemiz aynı duvarda olmamıza rağmen benim Nötr Dame’ı, dostumun Luvr’ u görmesiydi. O bana gördüğü dünyayı, ben de kendiminkileri anlatarak durağan ve sevimsiz hayatımıza renk katmaya çalışıyorduk. Allah bize acıdı da bu evde bir yıldan az bir süre, kendi aramızda askerlik zamanımız dediğimiz zamanı geçirdikten sonra yeni maceralara tuval açtık.


Bizi müzmin bekarımızın sevimsiz duvarında Işıl Işıl parlarken gören bir Türk hemşehrimiz iki üç yalvarmadan sonra, bir iki biraya eski sahibimizden kopardı ve asıl köklerimizden doğduğumuz İstanbul’a getirdi. Yeşilköy’den Nişantaşı’na sevkle, sokakları Paris’i aratmayan, kan bağımızın olduğu, her daim sanat konuşulan yüksek tavanlı Teşvikiye Camii manzaralı bir ev sevimli yüzüyle karşıladı bizi. Paris’teki gençlik dönemimizi geçirdiğimiz bar duvarındaki günlerimiz benzeri, bu evin entellektüel düzeyi yüksek müdavimlerinin değerimizin farkında olarak kilitlendikleri bakışları ile gururumuz okşanıyordu. Doğum yerimiz, duvarda ilk yerimizi aldığımız lokanta gibi burası da oaraları aratmayan bir sanat atelyesinin salonuydu. Bazı akşamlar satıldıkları sahiplerine götürülmek için koltuklara dayalı bırakılan hem cinslerimizle sohbeti koyulaştrıp çevremizi, kültür sanat ortamını tanıma fırsatı buluyorduk.

“Bar masasında doğan bebeden hayır olmaz, kaderi güzel çizilmez, ordan oraya sokak köpeği misali gezer” derler bizim de şansımız böyle şekillendi.

Atölyeye sıkça gelen bir genç her geldiğinde büyülenmişçesine karşımızda bir iki saatini sağ eli çenesinde, sol elinde buzlu rakısı, her gün renklerimizden, fırça darbelerimizden yeni yeni hikayeler çıkartırken sahibimizden yalvar yakar hediye olarak bizi aldı.

Kaderde inişler çıkışlar olur ya, bize de çıkış değil de iniş kısmı nasip oldu. Soğuk, karanlık, nemli kendimizi hiç iyi hissetmediğimiz bir Taksim deposunda bir sürü resim arasına minik boyumuzla fino köpeği gibi sıralandık. Ne bir şey görüyor ne de bir şey işitiyorduk.

Soğuk, dışarıda karların iki metreyi bulduğu bir istanbul kışında yeni sahibimiz Atölyeye uğrayamazken, boyalarımızın kokusunu almış bir çete komple yerimizden yurdumuzdan bilmediğimiz diyarlara taşıdı bizi.

Diğer dostlar canlı renkleri, devasa boyutları ile kısa sürede yeraltı karaborsa piyasasında alıcı bulurken, bizim cılız boyutumuza, Paris sonbaharının hüznünü renklerine yansıtan kompozisyonumuza kimse değer vermeyince bizi de ala ala sokaktan geçen bir eskici değerimizin yüzlerce kat altına hurda kağıt bedeline satınaldı. Şimdi İstanbul sokaklarında maruz kaldığımız aşağılamayla üzüntülü gezerken bir alıcı isteksizce hanımıyla seyyar satıcı arabasına yanaştı. Güzel bir maceraya yelken açma heyecanıyla beklerken, giyiminden kuşamından sanatla ilgili olduğu belli olan çiftlerden erkek eline alıp önümüze arkamıza bakıp şaşkınca ” Ya hem önünde hem ardında Fikret Mualla yazıyor, doğru mudur acaba? “ diye sordu eşine. Eşi de keskin çok bilmişliğiyle “ Ya güldürme beni böylesine klasik bir ressamın bu tezgahta işi ne? Gerçek olsa bu fiyata olur mu? “ dedi. İki üç kez ellerine aldılar, sağımıza solumuza baktılar, tam alacaklar diye yüreğimiz hoplarken son anda vazgeçtiler.

Bundan sonraki serüvenimizi gelecek yıllarda ölmez sağ kalırsak paylaşmak sözüyle…



ÖZGEÇMİŞ

28.05.1961 Edirne Uzunköprü doğumlu. İlk Orta ve Lise eğitimini Uzunköprü‘de tamamladım. İTÜ Endüstri Mühendisliği mezunuyum. Ortaokuldan bu yana güncel kitap ve dergileri izlemekteyim. Pandemi sürecinde son bir kaç yıldır çeşitli atelyelere katıldım ve kendimce amatörce hikayeler yazıyorum İlk yayınlanan öyküm İÇKİYE KURBAN Temmuz 2023 te İSHAK EDEBİYAT‘ta yayımlandı.

Ayrıca iki öyküm +edebiyatkollektif’ inde ve beş öyküm de Truva Edebiyat Dergisinde yayımlandı.