Buraya Kadar/Ebru Zeynep DİŞİAÇIK

“ Buraya kadarmış!” dedi ve el yordamıyla itti, elinin üstündeki bir diğer eli.

“Son” hiç bu denli acıtıcı olmamıştı onun için. Başlangıçlara kapı açan her son, hafif esen bir rüzgar gibiydi oysaki.

Fakat şimdi...

Düğüm düğüm olmuştu boğazı. “Son” bu olamazdı. Olsaydı da şimdi değildi. Belki bir başka mevsimde, belki bir başka baharın yeryüzüne düşüşünde, belkide “hiç” denen o mertebede.

Tıp oynuyorlardı sanki en sevdiğim dediği adam ile.

Elini tekrar koymuştu elinin üzerine. Vedalaşmak zordu.

“Olmuyor” dedi gözlerini gözlerinden uzaklaştırarak. Restoranın duvarındaki çiçek motifine takılı bakışları üzgündü. Harfler boğazına kuyruğa girer gibi dizilmişlerdi.

“Olmayan ne?” dedi sevdiği.

Olmayanı didik didik etmek zordu. Olmayan şey çoktu. Her bir harfi kelimenin içinden sıyırıp köklerine inmek gibi bir şeydi bu. Olmayan dediğin şey derin bir kuyu. O kuyunun içine girmek istemiyordu. Elini elinin üzerinden sıyırdı. Gözleri buğuluydu. Çantasını eline aldı ve ayağa kalktı.

“Hoşçakal” diyebildi. Sesi titrekti.

Ne kadar da zordu bir ayrılığın son cümleleri.

Arkasına bakmadan ayrılmıştı sevdiği adamın yanından. Rahatlamıştı, omuzlarındaki yükler birer birer kalkmıştı.

Tekrarladı kendi kendine. “Buraya kadarmış.” dedi üst üste.

Deniz kenarına indi. Dalgaların sesine kulak vererek uzun uzun yürüdü. Rüzgar sertti. Lakin bu sertlik içindeki tüm acabaları yerlerinden sökmekteydi.

Banklardan birine oturdu. Gözlerini kapadı. İstiyordu ki, yanakları sert esintinin tesiri ile daha da acısın, burnu kızarsın, elleri soğuktan büzüşsün, tüm çizgiler yol ayrımına dayansın.

Gökyüzüne kaldırdı bakışlarını. Yıldızlar ne kadar yakındı. Elini uzatsa avuçlayası vardı.

Sağ elini sol göğsünün az üstüne koydu. Sızlıyordu, sızlayan şey kelimeye dönüşmeden önce boğazına takılıyordu.

Olmayanı oldurmak isterdi, bir sihirbaz olsaydı. Olmayan şey çoktu ona göre. Olanlar ise bir kenara itilmişcesine sessiz ve çekingen.

Sonra...

Sızlayan yerinin tam da olanların içinde olduğunu fark etti. Anılar, tebessümler, ansızın yaşanan kucaklaşmalar, dudaktan dudağa ılıklığın yayıldığı öpüşmeler, bakışlar...

Bir hışımla doğruldu oturduğu banktan. Kıpkırmızı olan parmak uçlarını dudaklarına götürdü. Hızlı adımlarla restoranın yolunu tuttu.

Olanlara düşmüştü aklı. Olmayan ise yoktu, kaybolmuştu.

Restoranın kapısına geldiğinde ne diyeceğini düşündü sevdiğine. “Ya kalkıp gittiyse!”...

Çekimser adımlarla içeri girdi. Oturdukları masa boştu. Korktu.

Gönlünü alıp gelmişti oysa ki. Gönlü taşımak kadar bir yerden bir yere sürüklemesi dahi emekti.

Sarf edeceği tüm cümleler, demir parmaklıkların ardından fırlayacakmış gibiydi.

Şaşkın gözlerle etrafına bakındı. Kimseyi göremedi.

“Buraya kadarmış!” dedi bu sefer kendi kendine, içine içine. Kızgındı kendisine.

O an, yer ayaklarının altından kayar gibi oldu. Omzuna ansızın uzanan parmaklar ruhuna dokundu.

Döndü yüzünü sevdiğinin yüzüne. O da gitmemişti, gidememişti. Gülümsediler birbirlerine.

Başka bir masaya oturduklarında olanlardan konuşuyorlardı yalnızca el ele ve göz göze...

Olmayan ise süzülmüştü iki ruhun yakasından, hınzırca süzülebileceği bir başka hikayeye...