Akşam Yemeği/Oğuz KARTAL

A. ve O.; iki eski arkadaş, kahve içmek ve muhabbet etmek üzere Üsküdar’da buluşmuşlardı. Genelde yaşıtlarının uğradıkları bir mekana gidip, iki tane kahve sipariş ettiler. O. cebindeki sigarayı çıkardı, bir tane de arkadaşına uzattıktan sonra sigarasını yaktı ve sanki aniden aklına gelmiş gibi başından geçen bir hikayeyi anlatmaya başladı:

- Ben daha o zamanlar on yaşlarındayım, on beş sene önce bu bahsedeceğim olay. Biz o dönem Van’da yaşıyoruz, babamın işleri sebebiyle. Van dediysem de merkezde falan değil, Özalp ilçesinde; yedi bin nüfuslu İran sınırında bir dağ başı. Oturduğumuz ev; müstakil ve ev sahibimiz hacı amca tarafından yapılmış, sobayla ısınan, mutfağında musluk bulunmayan; bulaşıkların duş aldığımız yerde yıkandığı, hatta bazen hava eksi derecedeyken musluktan akan suyun donduğu bir yer, yüksek ihtimalle tapusuz, diğer evler gibi. Aylardan yine böyle ocak yanlış hatırlamıyorsam, Erda abla yer sofrasını kurmuştu, babamın eve gelmesiyle hep beraber akşam yemeğine geçmiştik. Yemekte kış aylarının olmazsa olmazı tarhana çorbası, ana yemek olarak pirinç pilavı yanına iyi kızarmış tavuk but ve kanat(benim artık yemekten bıktığım), tabi ara sıcaklar ve salata da var. Yemekler yendi, ardına çaylar içildi, portakal, elma ve mandalinadan oluşan meyve tabakları hazırladı bizlere Erda abla. Babam elinde kumanda kanal kanal gezinirken bir titreme geldi, küçük kardeşime dönerek o sırada mutfakta babama orta şekerli kahvesini hazırlamaya giden Erda ablayı çağırmasını söyledi. Mutfaktan gelen Erda abla babama kahvesini uzattı, ne istediğini anlamaya çalışan gözlerle babama baktı, babam evin soğuduğunu söyledi ve sobayı yakmasını istedi. Erda abla sobaya biraz kömür attı, sobanın ateşi sönmüştü ve sobayı en baştan yakmak gerekiyordu. Sobaya koyduğu kömürün üzerine her gün eve geldiğimiz yol üzerinde bulunan manavdan bir liraya aldığımız kırılmış domates kasasının bir parçasını attı, en son olarak ateşin hızlıca yanması için kullandığı; kavanoz içindeki mazotu mutfaktan almaya gitti. Geri geldiğinde kavanozun içi boştu. İki kardeşim ve ben de üşümeye başlamıştık. Yan komşudan hızlıca alıp geleyim dedi Erda abla. Babam, benim de onunla gitmemi söyledi. Evden komşuya mazot almak için çıktık, yöredeki evlerin hepsi sobalı olduğundan aşağı yukarı herkes bu şekilde sobalarını yakardı. Gittiğimiz komşunun oğluyla da iki gün önce kavga etmiştik, top oynarken.

O. hikayenin bu kısmını anlatırken biraz duraksadı, boğazını temizledi ve anlatmaya devam etti.

- Şimdi nasıldır bilmem ama o zamanlar orada kar yağdığında en az dizimize kadar gelirdi. Erda abla ile koşa koşa elimizde cam kavanoz komşunun kapısına gittik. Kapıyı çaldığımızda evin hanımı; Ayliz teyze bizi karşıladı, çabucak içeriye aldı, Erda ablanın elindekini görünce hemen ne istediğimizi anladı ve bizi beklememiz için o sırada akşam yemeklerini yedikleri salona götürdü. Kendisi içeriye mazotu getirmek için gittiği sırada Erda abla gülümseyerek çocuklara selam verdi. Bunlar olurken gözüme komşularımızın akşam yemekleri ilişti; kareli bir sofra bezinin üzerinde orta boy sininin içinde otlu peynir ve biraz lavaş ekmeği. Bu hanenin reisi; inşaat işiyle uğraşan senede çok az bir vakit eşini ve çocuklarını görmeye gelen bir adamdı Üç kız ve bir erkek toplam dört çocukları vardı. Yarım kavanoza yakın mazotumuzu aldık ve eve gitmek üzere komşularımıza veda ettik. On dakika sonra ateş harlanmış, soba yanmaya başlamıştı bile, babam yarı uyuklayarak televizyon izliyor, kardeşlerim ve ben oyun oynuyorduk.

O. hikayesini bitirdikten sonra garsonun servis ettiği sade kahvesinden bir yudum aldı ve gülümsedi. Ve sözlerine şu şekilde devam etti:

Yürü üstüne üstüne,

Tükür yüzüne celladın, Fırsatçının fesatçının hayının, Dayan kitap ile

Dayan iş ile

Tırnak ile diş ile

Umut ile sevda ile düş ile

 Dayan rüsva etme beni

Ne de güzel anlatmış değil mi şair. Anadolu’nun hemen her köşesinde böyle kalabalık ailelelere rastlarsın. Tümünün ortak özelliği ise maddi kaygılarının yaşamlarını nasıl kötü etkilediğidir. Mesela bu insanlar ne kadar çok paylaşımcı olurlarsa olsunlar, sahip oldukları en ufak bir şey için kavga etmekten hatta kan dökmekten geri durmazlar. Anne babalar çocuklarına sevgilerini göstermezler. Eğitimli insanlara içten içe bir nefret beslediklerini düşünürüm aslında.

Kırsalda iki tür insana rastlamak mümkündür: ilki yukarıda bahsettiğim gibi geçim sıkıntısı çeken ve ailenin babası büyük kentlere gitmiş olan, nihayetinde babasız büyümeyle birlikte hiçbir şeyden nasibini alamamış ve korkularını bastırmak için hep Allah’a sığınan çocuklardır. İkinci profil ise köylü kurnazı dediğimiz bir parça dededen, babadan kalan parayı değerlendirip bir şekilde kurduğu bağlantılarla bu geliri arttıran ve diğerlerini sömürenlerdir. Yine bunlar da korkularını hafifletmek için Allah’a sığınırlar. Sanırım bu bahsettiğim her iki kesim de köy ve kasabalara has bir durum değil, sadece kentlerde Allah’ın yerini başkaları alır.

Beni en çok şaşırtan şey akşam yemeğinde lavaş ekmeğine peynir koyup yemeleri olmamıştı; belki biz de aynı durumda olabilirdik ama o evde bu durum çok normaldi ve çocuklar mutluydular, aslında mutlu olmak için çabalamıyorlardı, zaten sahip oldukları şeyler onlar için yeterliydi ve hatta bu kadar yoksulluğun içinde hala bizimle paylaşacak şeyleri vardı. Biz ise ne zaman sahip olduğumuz şeylerin kıymetini bileceğiz?