İncir Ağacı/Münire ÖZGENCAN


Yaz başı… 

Sıcak. Rüzgâr esmiyor. Rüzgâr. En sevdiğim. Beyoğlu’nda bir bahçe.

Bahçeden taşan sesler… Sesler hep… Havuzun şırıltısı. Gülüşmeler sonra. Dinliyorum. “Akşam olmak üzere, gölgeler uzamaya başlamış.” dedi Sofi.

“ Akşamsefaları açmış mı?” diye sordu şen sesiyle Anna.

Akşamsefaları habercisidir uzun yaz gecelerinin. Çilingir sofrasının başında Tahir usta, Sofi, Anna, Manav Veysel, Yorgo, bir de deli Melahat. Deli dedimse akıllı delilerden. Deli olmayı seçenlerden hani. Anılar, sevinçler, hüzünler, şarkılar. Hep şarkılar… “Papazın bahçesinden çaldığımız erikleri hatırlıyor musun Yorgo?” dedi deli Melahat. “ Hatırlamaz mıyım? 

Ya, yukarı mahalleyle yaptığımız maç sonrası yaşanan şenlikler” “Madam Sulanın kolivasına hepimiz bayılırdık, aahh madam Sula, toprağı bol olsun.” dedi Veysel.  “ Ya baban. Bütün çocuklar onun yolunu gözlemez miydik? Horoz şekeri getirirdi hepimize, ne güzel günlerdi, “Sofi, bir şeyler çal da keyfimiz yerine gelsin.” dedi Tahir Usta. Sofinin kemanının sesi tüm sokağa yayıldı. Kâh şarkılarla, kâh muhabbetle bu yazı da buyur ettiler bahçeye.

Yazın ortalarıydı. Yorgo'da bir sevinç, bir telaş. Elinde bir mektup, dört dönüyor bahçede. “Eleni geliyor, Eleni geliyor”. Anna balkondaki ortancaların arasından seslendi “O halde sakızlı yahni ile Anaşabur benden. Eleni çok sever bilirim.” “Yaşa sen Anna, ama daha var bir vakit, eylülde diyor mektubunda” diye cevapladı Yorgo. Deli Melahat bir yandan terası yıkarken bir yandan da taş plakta çalan Müzeyyen Senar’ın şarkısına eşlik ediyordu.

 “Kimseye etmem şikâyet” Sahi şikâyet etmekten vazgeçeli ne çok olmuştu. Gözleri uzaklara daldı bir.

 Kar beyaz cılız sesiyle miyavlayarak ayaklarına süründü. “Geldin mi sen? Acıkmışsındır” diyerek elindeki çalı süpürgesini hüzünlü sakız sardunyaların yanına bırakarak mutfağa doğru giderken gece rüyasında gördüğü Şermin aklına düştü yeniden. Gözlerinin içi gülen kız derdi mahalleli Şermin için. Eleninin arkadaşı, sırdaşı, kapı komşusunun kızı Şermin. Kırmızı saçlı, çilli kız eli annesinin elinde girdi Yorgonun dükkânından içeri. Okuduğu gazeteyi telaşla tezgâhın altına koydu Yorgo.

 “Buyurun hanımefendi?” “İyi günler beyefendi. Bluzluk ipek kumaş bakacaktım.” “Derhal, sizin için mi?” “Hem benim için, hem de küçük hanım için lütfen.” 

Yorgo tezgâhın üstündeki şekerliği uzattı kıza. Kız utanarak annesinin eteğini tuttu hafifçe. Annesi al deyince elini uzatıp sarı renkli bir şekeri ağzına atarken kocaman gülümsedi kırmızı saçlı çilli kız. Yorgo da kıza gülümsedi. “Ne güzelsin çocuk, tıpkı benim Elenim gibi” diye geçirdi içinden Yorgo. Eleni ter içinde uyandı. Kalkıp elini yüzünü yıkadı. Soğuk su iyi geldi. Açık pencerenin önünde uzaktaki tavernadan gelen müzik sesini dinledi. Özlemişti. Hem de ne çok. Suyun karşı kıyısı. Hem yakın hem uzak. Sigarasını bulmak için çekmeceyi karıştırdı.  Çekmecenin dibinde duran resimleri gördü. Şermin ve Eleni. Şermin. İncir ağacının altında çekilmiş bir resim. O incir ağacının altında ne çok anı var. Ağlamalar, gülmeler, küsmeler, barışmalar, ilk aşklar. Sırtlarını ağaca dayayıp, gözlerini kapatıp hayal kurmacalar. Sonra Cumhuriyet Bayramında fener alayı sırasında çekilen resim. Şermin ve Eleni yine ön sıradalar her zamanki gibi. Şermin. Gözlerinin içi gülen kız, şen bir kahkaha, iç sızısı… O yangın günü. Bir kıvılcım, sadece ufak ufacık bir kıvılcım.  Bahçe, rengârenk şimdi. Kışın hoyratlığından, soğuğundan, ağırlığından eser yok. Tahir usta dükkânını kapayıp evin yolunu tuttuğunda, Anna, Sofi ve deli Melahat çoktan çilingiri kurmuşlardı bile bahçeye. Anna gözünden sakındığı babaannesinden kalma yemek takımının masadaki görüntüsünü seyre dalmışken, Manav Veysel de içi incir dolu hasır bir sepetle bahçeden içeri daldı.

“Yılın ilk inciri ha Veysel” dedi deli Melahat. “İlk hasat. İncirin hası eylülde yenir” diye cevapladı Manav Veysel. “Yokuşun başındaki incir ağacının incirlerini Eleni ile Şermin bitirirlerdi, pek severlerdi inciri hınzırlar” diye söze katıldı Anna. Kısa bir sessizlik oldu. “Hadi, bir şarkı söyleyelim” diyerek hüzünlü havayı dağıtmaya çalıştı Sofi. Az sonra ortancalar, akşamsefaları, sakız sardunyalar da başlarını kaldırıp şarkıyı dinlemeye koyuldular. Gece yarısına doğru sis bastı şehri. İlkin hafif, giderek yoğunlaşan. Sisli bir geceydi. Evet, o feci olay bir gece vakti yaşanmıştı. Şehir sessizdi. Gece yarısı çöken sis şehirdeki tüm kötücül ruhları, ahlaksızları, başıbozuk düzeni gizliyordu. Tek tük evlerin ışıkları yanıyordu. Çoğu uykuya dalmıştı çoktan. Kimi huzursuz rüyalarla cebelleşmekteydi, kimi beyaz sabun kokan çarşafların rehavetine kapılmıştı. Benimse o gece uykum kaçmıştı. Olduğum yerde etrafımı seyrediyordum. Bir iki kıpırdandım. Nedense garip bir his vardı bu gece içimde. Bir huzursuzluk, bir tedirginlik. Neşeli, umursamaz bir incir ağacı için fazla sayılabilecek bir endişeydi bu. 

Güz mevsiminin ilk ayı. Eylül. Eylülün altısı. Birden sesler gelmeye başladı uzaklardan. İlkin birkaç ayyaş sandım. Sonra sesler çoğaldı. Zamanı şaşırmış kızgın bir bulut uğultuyla yaklaşıyordu sanki.  Yorgoyu gördüm, koşa koşa yokuşu indi, peşinden Tahir usta. Sonra uğultu yaklaştı, yaklaştı… Ortalık cehennem yeri. Cam şangırtısı, arkasından bir tane daha. Bir çığlık. Bağrışlar, küfürler. Ortalık cehennem yeri. Bir ses duyuluyor karanlığın içine doğru “Yapma Sadık! Kardeş değil miyiz biz? Ne istersin ekmek kapımdan?”  Yorgo boylu boyunca yatıyor caddenin köşesindeki pastanenin önünde. Böğründe bir şamdan saplı. Gecenin karanlığında görünmüyormuş kanın rengi. Ve birkaç saat sonra gün ağardı, dünyada sabah oldu. Güz mevsiminin ilk ayı. Eylül. Eylülün yedisi. Her yer kırık dökük, tarumar. Yedi cihana yayılmış bir sessizlik, durgunluk. Büyük bir bahçe. Tarumar ve yalnız. Ve üzgün. Çok üzgün ama. Uzaktan belli belirsiz bir keman sesi duyuluyor. İncir ağacının dalları pencereden içeri girmiş. Akşam olmak üzere, gölgeler uzamaya başlamış. Bir çocuğun sesi duyuluyor .

“İncir ağacının ellerini tuttum.”

 Keman sesi yitip gidiyor uzaklarda. Eleni şaşkın. Eleni kanı çekilmiş, bembeyaz. Sağır. Duymuyor sesleri. Yürüyor ölü yavaşlığında caddeyi. Kırık camların, kırık eşyaların arasından ölü sessizliğinde yürüyor. Hiç tanımadığı bir kadının ellerinde artık büyükannesinden yadigâr gece lambası. İncir ağacının budaklı, yaşlı gövdesine sırtını yaslayıp gözlerini kapıyor. Tıpkı Şermin’le yaptıkları gibi.

Kırmızı saçlı, çilli küçük kız eylülü kızıldan maviye, yeşile, pembeye boyuyor.