İKİZ MANTOSU/ Gülnar KANDEYER

Babam Almanya’ya gittiğinde bütün dünyam karamıştı. Çünkü kız çocuğuydum, babam yanımızda yoktu ve ilkokulu bitirmiştim, diplomamı almıştım. Artık okula gitmeme gerek yoktu. Yalnızca bu olsaydı kahrettiğim, yetmezmiş gibi öğretmen okulu sınavlarını da kazanmıştım. Yatılı okulda okumayı hak etmiştim. Ama komşular:

“ Başında babası olmayan bir kız!”

“ Hem de böyle bir devirde!”

“Cık, cık,cık...Hiç yakışık alır mı?” yorumlarıyla annemin aklını bulandırıyorlar.

Bana niye soran yoktu. Ben ne düşünüyordum? Söz hakkı? I Ihh.

Bizim yaşadığımız yörede kız çocuğu, anne olana kadar söz hakkına da sahip olamazdı. Çok uğraşmama rağmen, gözyaşı, cıngarlık, küsme modu buna benzer türlü metotlar sökmedi. Bir sene boyunca okulla ilgili her şey rüyalarıma girdi, kabuslar gördüm. Okula gidemeyeceğimi kabullenmekten başka yapacak bir şeyim kalmamıştı. Bir mucize... Bir gün bir mucize olur umudum hep canlı kalmıştı.

Oldu da. Bir gün bir mucize oldu. Babam Almanya’ya gidişinden bir sene sonra temelli geri döndü. Yasal olarak bir sorun çıkmıştı. İyi de olmuştu. Benim okul yolu açılmıştı. Babam üzgündü, annem üzgündü, herkes üzgündü, yalnızca ben seviniyordum. Daha hoş geldin faslında “baba ben okula gideceğim” demeye başladım. Babam:

“Hele dur kızım, ayağımın tozu gitsin bir.” dedikçe ben babamın ayakkabılarının tozunu siliyorum. Bizimkiler benim bu davranışıma anlam veremediler. Gerekirse babamın ayakkabılarını yalardım bile yeter ki benim okul işim hallolsun. Bu garip davranışımı babamın gelişine sevincimden yaptığımı sandılar bir süre. Fakat babam Nuh diyor peygamber demiyordu. “ayağımın tozuyla”

Bu Almanya sanırım çok toz toprak bir yerdi. Derken hiç beklemediğim ikinci mucize gerçekleşti. Bir gün bize bir misafir geldi. Ethem amca. Babam Almanya’ya giderken yolda yarenlik etmişlerdi. Orada iş ve aş birliği yapmışlar. Ethem amca da babamla birlikte sınır dışı edilmişti. Bizim mahalleye taşınacaklardı. Eee, bunun neresi mucize, diyeceksiniz. Elbette bu normal bir durum. Herkesin evine böyle tanıştığı bir misafir gelebilir. Ama Ethem amcanın dört tane kızı vardı ve biri de benim yaşımdaydı. Yine bağlantı kuramamış olabilirsiniz. Yaşıtım olan kızının adı Filiz’di ve orta okula başlayacaktı bu sene. Çocuklarla ilgili konuşmaya başladıklarında kulak kesildim. Okumanın ne denli önemli olduğundan bahsetti Ethem amca. Bu mucize değil de neydi?

“Mehmet kardeş. Erkek çocuk, her işi yapar. Ekmeğini taştan çıkarır. Pazarda limon satar, inşaatta çalışır ama kız çocuğu öyle mi?”

“Çalışmasa da olur kızlar. Nasıl olsa evlenecek, kocası bakar.”

“Kardeşim neden kocası baksın? Niye boyun büksün kocasına? Hem okuyan kızların eşleri de kendi ayarında olur. İkisi de aile bütçesine gelir getirir. Rahat bir hayatı olur, sıkıntı çekmez.”

Babam, gak guk dedikçe Ethem amca bastırıyordu. Babam ‘ııhh’ diyor, misafir ‘bak şöyle olur, bak böyle olur.” Bu çift kale maçın galibini annemle ben dört gözle bekliyoruz. Maç uzadıkça uzadı. Ethem amca bize geliş nedenini unutmuştu. Babam, sonunda pes etti ve okula gitmeme razı oldu.

“Ama bak!” dedi babam bana. “Elimiz sıkışık şu anda. Öyle her istediğin olmaz. Ne varsa onunla yetinirsin.”

Babamın ellerine baktım, eli sıkışık falan değildi. Gayet serbest bir halde yastığın üzerindeydi. Babam sedirde sırtını yastığa vermiş oturuyordu. Başka zaman olsa bunu da didiklerdim ama şu anda ne dese önemi yoktu. Önemli olan okula başlamamdı. Bundan sonra ne derse “he” diyecektim.

Upuzun kara önlükle ben okula başladım. Okul bitene dek giymeliymişim. Bir daha önlük masrafı istemezmiş babam. Okulun ilk günü öğretmenlerin verdiği çarşaf gibi bir listeyle geri döndüm. Okul araç gereçleri, alınacak lüzumlu şeyler. Geçtim babamın karşısına. Hepsini almayacağını biliyordum, anlaşmayı da unutmamıştım. Şansımı deniyordum fakat zorlamamayı da aklımın bir köşesine yazmıştım.

“Ne? Beden eğitimi dersi için mayo mu? Artis mi olacaksın? Mayo yok.”

“Tamam”

“İskarpin mi? Yok! Terlik ne güne duruyor?”

“Tamam da kışın?”

“Alırız bir kara lastik.”

“Tamam”

Kitaplarımın bazılarını bile yalvar yakar aldırdım. O zaman devlet vermiyor kitapları. Kırtasiye kırtasiye dolaşıp kendin alıyorsun. Filiz’in babası daha ilk günden tamamladı araç gerecini. Hem de çalıştığı iş yerinden izin alarak yaptı bunu. Babam serbest meslek sahibi. Kırtasiyenin birine girdi, var olan kitapları aldı. Gerisini Filiz’den ödünç alabileceğimi söyleyip çıktı işin içinden. Bir kurşun kalem, bir kırmızı kalem, bir silgi. Hepsi bu kadar?

“Kalemtraş?”

“Ben akşamları çakıyla açarım kalemleri. Kalemtıraş alırsak, hevesle aça aça çabucak bitirirsin kalemleri.”

“Okul çantası?”

“Almanya’dan getirdiğim çıtçıtlı naylon torbalar yeter sana.”

“............”

Her şeye karşın okula gitmek bir lütuftu. Düşünsenize bir kere, ailede değil sülalede okul hayatı devam eden tek kız çocuğu ben olacaktım. Anneme, neneme bile faydam olurdu. Yaz tatilinde onlara okuma yazma öğretme hayallerim bile vardı. Ailecek okur yazar kadınlar olacaktık. Sırtımız yere gelir miydi bundan sonra

“Ne olacaksın okuyunca?” sorularına maruz kalırdık çoğu zaman.

“Bilmem. Okuyayım da fark etmez.”

Filizin hedefi belliydi.

“Hemşire olacağım.”

“Doktor ol. Şu ağrılarımıza ilaç yaz. Hemşire olunca iğne vurursun.”

“???”

Okumamıza karşı çıkanların hepsi şimdi bize meslek beğeniyorlardı

Filiz’le çok eğleniyorduk ve iyi arkadaş olmuştuk kısa sürede. Yürüme mesafesi bir saati aşkın bir yerdeydi okulumuz. Sabah daha tan yeri ağarmadan evden çıkıyorduk. Sabahleyin hoca ‘Allahuekber’ der demez ayaktaydık. Filizler tam yanımızdaki gecekonduyu kiralamışlardı. Kalkar kalkmaz mutfak camından onların penceresine bakardım. Işık yanmıyorsa gidip uyandırmak için. O da beni aynen kollardı. Hasta olmaması için her gece yatmadan dilekte bulunurdum. Çünkü hasta olur okula gidemezse tek başıma yollamazlardı beni. Kurda kuşa yem olurmuşum. Haydi kurt neyse ne de kuş yemi kadar minik miydik yahu?

Okulda öğretmenlerimizin sorduğu ilk soru da ilerde hangi mesleği seçeceğimiz oldu. Bilmiyordum, yalnızca okula gitmek istiyordum. Okuyunca hangi mesleği yapabileceğimi de öğrenirdim nasıl olsa. Filiz kararlıydı ama. Hemşire olacaktı. Çalıkuşu romanını sınıf kitaplığından alıp defalarca okumuştuk. Oradaki Feride, bizi çok etkilemişti. Yurdumuzun her yerinde görev yapmaya ant içmiştik kaç kere. Filiz ve ben çok mu hayalciydik, yoksa bizim yaşımızın özelliği miydi? “Hele bir bitirelim okulu.” cümlesiyle noktalanırdı hayallerimiz.

Okul başladıktan birkaç ay sonra kış kendini göstermeye, soğuklar da düşmeye başladı. Kara önlüğün üzerine gün geçtikçe giydiklerimiz katmanlaştı. Önce bir yelek, sonra bir hırka, sonra bir hırka daha, bir hırka daha. Hani manto, diyeceksiniz? Aman ha, ağzınızdan yel alsın. Mantoyu kim kaybetti de biz bulalım. Filiz’in dahi yok mantosu. Babası, yeni bir düzen kurdukları için bütçeyi ayarlayamamıştı, yoksa alacaktı. Ama babam mahallemizde ilk televizyonu alan adam olarak ün yapmıştı. Doğrusu bu televizyonun alınmasına hiç memnun değildim. Bana manto alınmadığından değil, uykusuz kalmaktan. Çok seyretme o halde erken yat, değil mi? Yine bilemediniz. Eve her gün televizyon seyretmeye komşularımız geliyordu. Bir gün Gülseren teyzeler, bir gün Mahmut amcalar, diğer gün Melahatlar... Haliyle ayrı bir odam yok, salonda yatıyorum. Misafirler gitmeden yatamıyorum dolayısıyla. Yatmayı geçtim, oturacak yer bile olmuyor bazı günler. En çok da ödevlerimi istediğim gibi yapamamak canımı sıkıyor. Mutfakta çay servisi yapma bahanesiyle bir iki şey çiziktiriyorum o kadar. Hakkını vererek ödev yapabilmek ya sabah daha erken kalmakla ya da okuldan gelir gelmez başına oturmakla mümkündü.

“Olsun.” diyorum kendi kendime, “okula gidiyorum ya. Zahmetine katlanacağım. Bu zahmet neyse ki uzun sürmedi. Mahallede birkaç kişi daha televizyon aldı da misafirliğe gelen seyirci ziyaretleri seyrekleşti. Ama o kış çok çetin geçti. Şöyle ki:

Naylon terlikle okula giden tek çocuk bendim her halde. Havalar iyiyken dert etmiyordum bunu. Pırıl pırıl parlayan rugan ayakkabıları olan arkadaşlarımın acımasız gülümsemeleri falan okuma hevesimi kırmıyordu. Ama ayaklarımın yağmurda ıslanması, çoraplarımın kirlenmesi beni çok utandırıyordu. Okula yedek çorapla gitmeye başlamıştım. Tam okuldan içeriye girerken kirlileri çıkarıp, temizlerini giyiniyordum. Çorap yıkamaktan annem illallah demişti. Babam, annemin de baskısıyla bana bir lastik ayakkabı aldı. Ancak bir saat gidiş bir saat geliş, iki saat yürüyüşe cânım lastikler bir ay ancak dayandı. Babam, lastik ayakkabının yırtık yerini yorgan ipliğiyle tamir ederken söyleniyordu.

“Parmak yerine diş var sanki ayaklarında. İki günde parçalandı yahu.”

Babam saymayı mı unutmuştu sinirden. Bir ayda otuz, otuz bir gün olduğunu hatırlatsam mı. Yok, yok kaşınmayayım durup dururken. Neme lazım, okul hayatım ufacık bir kıvılcımla sona erebilir.

“Bundan sonra demirciye yaptırayım ayakkabıları bari. Çinliler gibi.” diye söylenmeye devam etti.

Çinliler? Hatırladım, Asya’nın güneyindeki ülke. Okulda mı duymuştum yoksa televizyondan mı hatırlayamadım. Babamın bilgisine hayran kaldım. Ayakkabımı tamir edişine de.

Bu lastikler, her yanı Frankestein'in yaratıkları gibi dikişler atıla atıla bir ay daha dayandı. Bizim oranın kışları, iki aydan fazla sürerdi. Bu kez babam, kıydı paraya bana içi astarlı bir lastik çizme aldı. Çocuk okutmak zordu o dönemde.

Filiz, benden hep bir adım öndeydi. Çünkü kauçuk altlı bir çizmesi vardı. Bazı zamanlarda yolda benim ayaklarım soğuktan uyuşup hissizleştiğinde yürüyemezdim. Filiz, ayakkabısını benimkiyle değiştirirdi. Oyy, o ne sıcak çizmeydi öyle. Sanırsın altına kauçuk parçası değil de soba koymuşlar. Ama ikimizin de hâlâ mantosu yoktu. Bizim okulda şöyle büyük sınıflarda okuyan Bilge’ninki gibi kürk mantomuz olacaktı ki. Eve gitmeye ne hacet. Otur karın üstüne ders çalış. Hatta kardan bir iskemle, bir masa yap ‘kardan adam’ yapar gibi. Gerçekten de öyle bir kar yağardı ki bildiğiniz gibi değil. Bazen o karların içinde bizden öncekilerin geçip yardığı koridorları takip ederek yürürdük. Zaman zaman başka koridorlara girip yolumuzu kaybetmek işten bile değildi. Biz de bir gün yönümüzü şaşırıp kaybolduk Filiz’le. Kar koridorunun bittiği yerde bir de baktık ki okul yolunun altındaki caddeye çıkmışız. Neyse ki caddeler kardan temizlenmişti. Okulu bulmamız zor olmayacaktı.

Filiz de ben de bu arada kardan kız olmuştuk. Hırkalarımızın yün tüyleri karlara sürünüp topaklar oluşturmuştu. Her yanımızdan kar topakları sarkıyordu. Okula geldiğimizde ders başlamıştı. Nöbetçi öğretmen, halimizi görünce bize acıdı ve içeri aldı. Kaloriferin yanına gidip ısınmamız için izin verdi. Elimize de derse kabul kağıdı sıkıştırdı. İlk ders bitmek üzereydi. Ben ayaklarımı ısıtmak için sınıfın kapısının önünde kısa ve sessiz yürüyüşler yapıyordum. İçeriden kapının altında oynayan gölgemi fark eden öğretmenim, kapıyı açtı.

“Neden buradasın?” dedi fısıltıyla.

Ödüm kopmuştu. Sanki bir suç işlerken yakalanmıştım. Tir tir titriyordum zaten iyice titremeye başladım. Parmaklarını dudaklarının üzerine götüren öğretmenim, beni eliyle sınıfa davet etti. Sınıf arkadaşlarım, tahtada yazılı olan sözcükleri tekrar ediyordu bir ağızdan. Düzeni bozmadan gözleriyle aynı anda beni takip etmeye başladılar. Öğretmenim de elindeki sopayı tahtadaki sözcüklerin üzerine vurarak tempoyu sağlıyordu. Ancak gözü benim üzerimdeydi.

“ ben, sen, o!”

“ biz, siz, onlar!”

Ben sırtımdaki kazağı çıkarmaya başladım. Yünlerin ucundaki kar topları erimişti, yere damlıyordu.

“şıp, şıp, şıp!”

“benim, senin, onun!”

“bizim, sizin, onların!”

Kazağımı sıramın arkalığına asıyorum.

“şıp, şıp, şıp!”

“Bana, sana, ona!”

“Bize, size, onlara!”

“şıp, şıp,şıp!”

“beni, seni, onu!”

“bizi, sizi, onları!”

“şıp, şıp, şıp!”

Ders tekrarıyla hırkalarımdan düşen damlaların çıkardığı sesler öyle uyum sağlamıştı ki arkadaşlarımdan bazıları kıkırdamaya başladı. Bu da dersin gidişatını bozdu. Neyse kimse azar işitmeden dersin bitiş zili çaldı. Ben bu süre zarfında iki yelek ve üç hırkanın düğmelerini ancak çözüp önlüğüme kavuşabilmiştim. Bazı arkadaşlarım, her zaman iple çektikleri teneffüse bile çıkmak istemediler. Beni çepeçevre sardılar. Tuhaf sorularını sormaya başladılar. O sırada sınıfı terk etmeye çalışan öğretmenimiz, ismimi söyledi. Arkadaşlarımın iğneleyici laflarından çok adımın söylenmesinden etkilenmiştim. Kulak kesildim ve arkadaş çemberinin içinden ayaklarımın ucuna basarak yükseldim. Böylelikle diğerlerinin arasından öğretmenim beni görebildi.

“Okul çıkışı müdür yardımcısının odasına uğra olur mu?”

“Olur öğretmenim.” dedim fakat başka türlü cevap veremezdim. “Hayır, gelemem!” demem için hiçbir neden yoktu ve öğretmenlerime şimdiye dek bu sözcükleri hiç kullanmamıştım.

Öğretmenimin arkasından heyecanla Filiz’in sınıfına koştum. Olanı biteni bir çırpıda anlattım. Zamanımız ‘Müdür yardımcısının odasına öğretmenim beni niye çağırmış olabilir?’ düşüncesine cevap alabilmek için yeterli gelmedi. Her teneffüs bu konu üzerine kafa yormakla geçti.

Bir, okula geç kaldığım için uyarılacaktım. Iıgh, Filiz de geç kalmıştı ama o çağrılmamıştı. Üstelik Filiz, dersin sonuna dek koridorda beklemişti.  İki, sınıfı üzerimden süzülen kar sularıyla ıslatmıştım ve dersin işlenişine mani olmuştum. Bir iki nasihat alacaktım. Yok, yok, bu da olamazdı. Sınıflar kaloriferliydi ve sular çarçabuk buharlaşmıştı. Okulun paydos ziline kadar üretebildiğimiz en elle tutulur sonuçlardan ikisiydi bunlar.

Öğrenciler, paydos ziliyle dağılırken ben müdür yardımcısının odasına yürüdüm. Filiz de arkamdan geliyordu tedirgin adımlarla. “Sana ceza verirlerse ben de suç ortağı olarak orada olmalıyım. Belki de cezayı ikiye paylaştırırlar.” diyerek bana cesaret veriyordu. İlk kez müdür yardımcısının odasını göreceğim için ve çağrılışımın nedenini bilememenin sıkıntısından dizlerim titriyordu. Ne olursa olsun, cezama razıydım. Filiz’e itiraz ettim. Kapının dışında beklemeye razı oldu sonunda. Okulun kapısının dışında değil, müdür yardımcısının odasının kapısında beklemeye razı oldu.

Odaya girdiğimde şakır şakır terliyordum. Öğretmenim, müdür yardımcısıyla bir evrakı inceliyordu. Beni görünce, müdür yardımcısına işaret ederek:

“Bahsettiğim öğrenci geldi.” dedi.

Müdür yardımcısı, yavaş yavaş ayağa kalktı oturduğu yerden. Bir o kadar ağır hareketlerle bana doğru geldi. Ben olduğum yere çakılmıştım sanki, kıpırdayamıyordum. Geldi, geldi ve koluma değerek arkamda kalan askılığa yöneldi. Kalın naylon torbayı askıdan indirdi. Ben bu arada bedenimi değil başımı çevirmiş bir halde robot gibi onu izliyordum. Naylon torba güzel okul çantası olur, diye bir düşünce geçti aklımdan yıldırım hızıyla. Bu yaza kadar çanta derdinden kurtulurum. Ağız kısmı çıtçıtlı. Yağmur suyu girmez, defterlerimi kitaplarımı ıslatmaz. Ceza alacağım ihtimalini unutmuştum bile. Müdür yardımcısı, gidişi kadar ağır hareketlerle tekrar gelip masasına oturdu. Naylon çantaya takılı kalan gözlerimi kaldırıp yüzüne bakamıyordum.

Müdür yardımcısı: “Bu çantanın içindekini annene götürmeni istiyorum. Bir bakıp halletsin. Selam söyle annene.” dediğinde ise şaşkınlığımı tarif bile edemem.

Sevincimden mi şaşkınlığımdan mı gayri ihtiyari:

“Çantayı geri getireyim mi?” deyiverdim.

Müdür yardımcısı ve öğretmenim çok güldü. “Gerek yok.” dediler.

“İyi günler.."

“İyi günler kızım.”

Odadan bir çıkışım var görmeliydiniz. Hem cezadan kurtulmuştum hem de üstüne bir çanta kazanmıştım. Filiz, arkamdaydı ve tazı gibi koşuyorduk. “Ne oldu? Keçi ayağı yemiş gibi ne koşuyorsun!” diye bağırarak bana yetişmeye çalışıyordu.

Okuldan biraz uzaklaştıktan sonra ve soluğum kesilir gibi olduğunda karların üzerine attım kendimi. Tepine tepine gülüyordum. Filiz hem benim hem de kendi kitaplarını taşımaktan bana yetişmekte zorlanmıştı. Naylona sardığım ve iple bağladığım defter ve kitaplarımı bana uzattı.

“Çatlayacağım şimdi. Ne oldu? Anlatsana! O çanta da neyin nesi?”

“Bilmiyorum.” dedim soluk soluğa. “Şimdi beraberce öğreneceğiz.”

Hınzırlık olsun diye ağırdan alıyordum. Çıt, çıt, birer birer açtım çantanın ağzını. İçinde bir bohça vardı. Bohçayı karların üzerine çıkardık. Defter ve kitaplarımızı naylon çantaya koyduk. Bohçayı açtık. O da ne? Kırmızı- siyah pötikareli bir manto. Yünlü, sıcacık, kırmızı astarlı. Filiz hemen alıp sırtına geçirdi. Çok büyük gelmişti.

“Valla içine seni de alır.” dedi.

Üzerime bir burukluk çökmüştü. Öğretmenimi, öğretmenlerimi çok seviyordum. Ben de öğretmen olacaktım. Kararımı o an kesinleştirdim. Filiz, hâlâ mantonun içinde salınarak yürüyordu. “Gel sen de gir içine, sığarsın.” dediğinde hüzün bulutlarını dağıtan bir rüzgar gibi çıktı sesi.

Çocuktum ve hüznümü şaklabanlığa vurup girdim mantonun içine. Sağ kolunu o geçirdi mantonun koluna, solu da ben. Bohçayı da kafamızı yapışık ikizler gibi yapıp başımıza bağladık. Ellerimizde kitaplarımız, yürümeye başladık.

Tam bir yaratık olmuştuk. Kırmızı- siyah pötikareli, çift başlı, dört ayaklı ve iki kollu. Bir saat süren yolculuğumuz ikiye katlandı tabi ki. Yolda bizi görenler önce bir şaşırıyor, sonra kahkahayı koyuveriyorlardı. Annelerimiz, bizi merak etmiş ve yollara çıkmışlardı. Onları gören Filiz, bir oyun planladı hemen. Tanımazdan gelecektik. Bizim gibi garip bir yaratığa rastlamayı ummuyorlardı. Yanlarına dek gelene kadar da farkımızda olmadılar. Çünkü kar koridorları bizi gizliyordu, annelerimizin başları gözüküyordu ama. Tam diplerindeyken Filiz, aniden atılarak bağırdı.

“Anneciğim!”

Kadıncağız, geriye iki adım attı. Annem tutmasaydı basıla basıla sertleşen karda kayıp düşecekti. Hepimiz bir ağızdan gülmeye başladık.

O mantoyu annem bana göre küçülttü. Senelerce giyindik. Benden sonra kullanma hakkı, geride irili ufaklı büyüyüp gelenlere geçti. Hayallerimize ulaşmak için asla engel tanımayacaktık ve arkamızdan gelen küçüklerimizin de yolundaki çeperleri temizleyecektik.